29 Ekim 2010 Cuma

Büyük Kedilerin Sosyal Yaşamları

Neden her leoparın ve jaguarın postundaki desen birbirinden farklıdır?
Büyük kedilerin postları yazın nasıl bir avantaj sağlar?
Özel bıyıkları karanlıkta hareket etmelerini nasıl kolaylaştırır?
Kedilerin kuyruklarının işlevi nedir?

"Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır." (Casiye Suresi, 4) ayetiyle bildirildiği üzere Yüce Allah, yeryüzünde var olan tüm canlıları duyu organlarından korunmalarına, beslenme şekillerinden kamuflajlarına kadar birçok üstün özellikle yaratmıştır. Doğadaki en vahşi canlılar olarak tanımlanan kedigiller de bu canlılardandır.

Büyük kedilerin en önemli özelliklerinden biri, fiziksel özelliklerinin ve davranışlarının birbirleriyle ve yaşadıkları ortamla tam bir uyum içerisinde yaratılmış olmasıdır. Hiç şüphesiz, muhteşem özelliklere sahip olan büyük kediler, Rabbimiz'in şanını gerektiği gibi tanıyıp takdir etmeye vesile olacak yaratılış delillerinden sadece birkaçıdır. Rabbimiz’in uyumlu yaratma sanatı Kuran’da şöyle haber verilmiştir:

"O, biri diğeriyle 'tam bir uyum’ (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk’ (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir." (Mülk Suresi, 3-4)

Duyu Organları Büyük Kedilere Nasıl Bir Üstünlük Sağlar?

Görme Duyusu: Kedilerin görme duyusu çok komplekstir. Bu sayede geceleri avlanırken avlarının yerini kolayca tespit edebilirler. Kedilerin gözlerinde az ışığa adapte olmak için retinanın arkasında tapetum lucidum adında özel bir tabaka bulunur. Bu özel hücre tabakası, göze gelen ışığı alıp büyüterek retinaya yansıtır. Aynı zamanda kornea ve merceğin kıvrımları, retinanın duyarlılığını artıracak şekilde daha keskindir.

Retina, rod ve kon adı verilen hücrelerden oluşur. Rodlar az ışığa, konlardan daha duyarlıdır. Kedilerde normalden fazla sayıda rod vardır. Kedilerin gözleri birbirine diğer türlere kıyasla daha yakındır bu da onların görme gücünü artırır.

İşitme Duyusu: Kediler 200 kHz ile 100 kHz değerleri arasındaki sesleri duyabilirler. Bu da onların çok küçük sesleri dahi duyabilmeleri anlamına gelir; örneğin bir farenin ayak seslerini. Hassas kulakları aynı zamanda sesin kaynağını da tam olarak tespit edebilmelerini sağlar.

Koklama Duyusu: Kediler ağızlarının hemen üzerinde vomeronasal organ adı verilen bir yapıyla havadaki kimyasalları belirlerler. Bunu flemen duruşu denilen yüz buruşturmaya benzer bir şekilde ağızlarını açarak yaparlar. Kediler, bu teknikle genelde kendi türlerinden olan başka bir kedinin kokusunu belirlerler.

Postun İşlevi Nedir?

Kedilerin postlarının iki önemli işlevi vardır. Birincisi hayvanı soğuk, sıcak gibi çevresel etkilerden korur. İkincisi ise kamuflaj görevi görerek diğer hayvanlardan gizlenmelerini sağlar. Yalnızca soğuk bölgelerde yaşayan değil çölde yaşayan kedilerin de yerdeki ısıyı izole eden uzun postları vardır.

Kediler Özel Bıyıkları ile Yollarını Nasıl Bulurlar?

Kedilerin, “vibrissae” olarak da bilinen ve çoğunlukla yüzlerinde ve gözlerinin üzerinde bulunan bıyıkları çok hassastır. Bu hassas bıyıklar, karanlıkta veya iyi göremediklerinde yollarını bulmalarını sağlar. Kediler bunlarla havadaki titreşimleri hissederler. Bunun için bazen ayaklarındaki tüyleri de kullanarak yerden gelen titreşimleri hissederler.

Gırtlak Yapıları… Büyük kedilerin gırtlağı, çoğu yeri kemik yerine kıkırdak olduğu için daha esnektir. Bu sayede kükreyebilirler.

Omurga Kemikleri… Tüm kedilerin omurga kemikleri çok esnektir. Bu nedenle her yönde kıvrılabilirler. Bu, düştüklerinde iç organlarının daha az zarar görmesini sağlar.

En Sosyal Büyük Kedi: Aslan

Sosyal gruplar halinde yaşayan aslanlar 'en sosyal büyük kedi' olarak tanımlanır. Onların bu sosyal gruplarına ise "pride" adı verilir. Bir pride içinde çoğunluğu dişi olan yaklaşık 30-40 kadar aslan bulunur. Yani aslanlar büyük aileler halinde yaşarlar. Diğer sosyal hayvanların aksine dişiler arasında hiyerarşi yoktur.

Gündüzleri genellikle, hep birlikte uyuyan aslanlar, havanın serinlediği saatlerde ise avlanma hazırlıklarına başlar. Her biri tek tek, ava farklı yönden yaklaşır. Avlanmayı genellikle yelesiz oluşlarıyla ayırt edilebilen dişiler yapar.

Hiçbir aslan tok olunca avlanmaz ve aynı anda birden fazla hayvan avlamaz. Yani bu tok gözlü hayvanlar, sadece gerektiği zaman ve yeterince avlanırlar.

Mükemmel bir gece görüşüne sahip olan aslanlar, bu sayede geceleri rahatlıkla avlarını görebilirler. Karanlıkta dolaşan aslanların ışığı mümkün olduğu kadar fazla toplayabilmeleri için gözlerinde özel bir sistem vardır. Diğer canlılara göre daha büyük olan gözbebekleri ve göz mercekleri aslanları iyi birer avcı yapan en önemli özelliklerdendir.

Aslanlar iletişim için işaret bırakma yöntemini kullanırlar. Topraklarının sınırlarını üre bırakarak belirlerler. Bu diğer aslanlara karşı “Burada başka bir pride yaşıyor, girmeyin! ' anlamında bir uyarıdır.

Güney Amerika’da Yaşayan Tek Büyük Kedi Türü: Jaguar

Genelde leoparlarla karıştırılsalar da onları ayırt etmenin en iyi yolu; postlarındaki yonca şeklinin merkezinde bir siyah noktacığın bulunması ve daha kısa olan kuyruklarıdır.

Ormanda yaşayan jaguarların postu daha koyu renklidir. Bu onlara ışığın süzülerek geldiği loş ormanda avlanırken daha iyi kamufle olma imkanı tanır.

Diğer büyük kedilerin aksine jaguarın hiç düşmanı yoktur. Bu güçlü kediyi avlamaya çalışan başka bir hayvan bulunmaz.

Çok iyi yüzücü oldukları gibi çok da iyi tırmanıcıdırlar. Usta bir balıkçı olan jaguarlar, karada avladıkları hayvanları ağaçlara çıkıp yerler.

Diğer büyük kedilere kıyasla çok güçlü bir çeneye sahip olan jaguar, avını tek bir ısırıkta avlayabilir.

Leoparların Desenleri Birbirinden Farklıdır

Afrika ve Güneydoğu Asya'da yaşayan leoparlar postlarındaki özel desenden kolayca tanınırlar. Yalnız bu özel desen, yeryüzündeki her leopar için farklıdır.

Postlarının rengi yaşadıkları yere göre değişiklik gösterir. Düzlüklerde altın rengi ile sarı arasında, çölde sarı krem rengi arasında değişir. Dağlık ve ormanlık bölgelerde ise koyu altın renginde olurlar. Siyah olanları ise kara panter olarak bilinir.

Son derece güçlü boyun kaslarına sahip olan leopar, kendi vücut ağırlığının 3 katı ağırlığında bir avı taşıyabilir. Avlarını da tıpkı jaguarlar gibi ağaçta yerler.

Genellikle yalnızdırlar fakat bulundukları toprağı sahiplenirler.

En Güçlü Kedi: Puma

Puma, en saldırgan kedi türlerinden biri olarak bilinir. Oturdukları yerden 12 metre yükseğe kadar sıçrayabilen pumalar ağaca tırmanma uzmanıdırlar.

Kendi ağırlıklarının 8-9 katı bir hayvanla kolaylıkla mücadele edebilen pumalar, dünyanın en kuvvetli kedisi olarak kabul edilirler.

Doğduklarında mavi olan gözleri giderek sarı-yeşile döner. Diğer kedi türleri gibi kükreyemezler.

Dünyanın En Hızlı Koşan Kara Hayvanı: Çita

Çitalar, kısa mesafeleri çok büyük bir hızla aşabilirler. Saniyeler süren bir zaman içinde hızlarını 72 km.'ye kadar çıkarabilirler. Bazı çıtalar 600 m.'den daha uzunca bir mesafeyi saatte 113 km. gibi inanılmaz bir hızla aşabilmektedirler.

Kaplanlar

Asya'da yaşayan kaplanlar, postlarının üzerindeki yatay kesik çizgilerle diğer büyük kedilerden kolayca ayırt edilirler. Bu desenler, tıpkı insanlardaki parmak izleri gibi yeryüzündeki her bir kaplanda farklıdır ve vücutlarının her iki yanında bulunur.

Yalnız avlanırlar ancak avı aileleri ile birlikte yerler.
Kaplanın postundaki çizgiler özellikle çimenlik bölgelerde, çimenlerin yere düşen gölgesi gibi görünerek avına karşı bir kamuflaj görevi görür.

Kuyrukları, hızla koştuklarında bir denge unsurudur.

28 Ekim 2010 Perşembe

Jetten Hızlı Hareket Edebilen Bukalemun Dili


Zooloji ders kitapları bukalemunun dilinin, hızlandırıcı bir kasla güçlendirildiğini yazar. Bu kas, sardığı - ve sert bir kıkırdaktan meydana gelen- dil kemiği üzerinde sıkıştıkça uzar. Ancak Proceedings of the Royal Society of London (Series B) dergisine kabul edilen bir çalışmada, bukalemunun beslenme davranışlarını inceleyen iki morfolog (şekil bilimci), bukalemun dilinin hızlı hareketi ile ilgili daha başka etkenlerin olduğunu buldu. (Menno Schilthuizen, “Slip of the Chameleon's Tongue,” Science Now, 8 Mart 2004)

Hollandalı iki araştırmacı; Leiden Üniversitesi'nden Jurriaan de Groot ve Wageningen Üniversitesi'nden Johan van Leeuwen, bukalemun dilinin avı yakalama sırasında nasıl çalıştığını anlayabilmek için saniyede tam 500 kare yakalayan, hızlandırılmış x-ışını filmi çektiler. Filmler, bukalemun dilinin uç kısmının 50 g'de (g= yer çekimi sabiti) hızlandığını ortaya çıkardı. Bu hızlanma, bir jet uçağının erişebileceği hızdan beş kat daha fazladır.

Bukalemun Dili Nasıl Bu Kadar Hızlı Hareket Edebiliyor?


Bukalemunun dilinin dokularını ayrıştıran araştırmacılar, hızlandırıcı kasın tüm bu işi yapmada gerekli kuvveti tek başına üretebilmenin mümkün olmayacağını hesapladılar. Araştırmacılar bukalemun dillerini incelemeye aldılar ve hızlandırıcı kasla dil kemiği arasında, varlıkları bugüne kadar bilinmeyen en az 10 kaygan kılıf olduğunu keşfettiler. Dil kemiğine, bukalemunun ağzına en yakın uç noktada bağlanmış olan kılıfların, spiral olarak sarılmış protein iplikçikler içerdiği anlaşıldı. Bu iplikçikler hızlandırıcı kas kasıldığında, sıkışıp şekil değiştiriyor ve gerilmiş bir lastik bant gibi enerji depoluyor. Bunlar, -gerilmiş ve uzamış kılıflar- dil kemiğinin yuvarlak ucuna eriştiğinde, bulundukları yerden eş zamanlı olarak kayıyor, kuvvetle sıkışıyorlar ve dili itiyorlar. İplikçikler dil kemiğinden kayar kaymaz, kılıflar bir teleskobun tüpleri gibi birbirlerinden ayrılıyorlar ve böylece dil maksimum uzunluğuna erişiyor. Van Leeuwen, dilin “teleskobik bir mancınık gibi” çalıştığını söylüyor. Bu mancınığın son derece çarpıcı bir özelliği daha var. Sonraki sayfalarda da okuyacağınız gibi dilin ucu, ava çarpma anında bir vakum şeklini alıyor. Bu fırlatmada dil, ağız içindeki dinlenme konumuna göre 6; bukalemunun bedenine göre 2 kat daha fazla uzayabiliyor.

Bukalemun dilinde içiçe geçmiş bu kılıfların kendi başına olamayacağı yani evrimle hiçbir şekilde açıklanamayacağı ortadadır. Tanınmış bilim adamı Dr. Brad Harrub, konuyla ilgili makalesinde her biri evrimcilere büyük açmazlar oluşturan şu soruları sormaktadır:


Bu kılıfların her biri nasıl olup da doğru şekilde gelişmiştir?


Dil bu uzunluğa nasıl ulaşmıştır?


Hızlandırıcı kas nasıl ortaya çıkmıştır?


Kılıflar hareketlerini, dili maksimum uzunluğa ulaştıracak şekilde nasıl koordine edebilmişlerdir?


Bukalemun (veya sözde evrimsel atası) tüm bu kompleks sistemler yavaş yavaş sözde evrimleşirken nasıl hayatta kalabilmiştir?


Bukalemun, dili fırlattıktan sonra tüm bu parçaları yeniden toparlamayı nasıl öğrenip başarabilmiştir?


Eğer bu dil, sözde evrimsel avantaj olarak kazanılmış ise diğer hayvanlarda neden bu avantaj evrimleşmemiş, başka hayvanlar benzer avlanma metodlarına sahip olmamıştır?


Kılıflar “bir teleskobun tüpleri gibi birbirlerinden ayrılma” yeteneğine nasıl sahip olmuşlardır?

Bir evrimcinin bu sorulara verilebilecek hiçbir mantıklı cevabı yoktur.

Farklı özellikte kas grupları; dilin fırlatılması, hızlandırılması, hedefe çarptığında vantuz şeklini alması ve hızla tekrar geri çekilmesi görevlerini kusursuz bir şekilde yerine getirmektedirler. Bu kas grupları birbirlerinin hareketlerini hiçbir şekilde engellememekte, avın bir saniyeden az sürede vurulup ağız içine çekilmesinde koordineli şekilde çalışmaktadırlar. Bunun ötesinde, görme sistemiyle beynin birlikte çalışması sayesinde avın konumu hesaplanmakta, daha sonra beyindeki nöronların sinyalleriyle balistik dilin “ateşlenmesi” emri verilmektedir.

Bukalemun Avını Nasıl Yakalıyor?


Bukalemunlar avlarını bir ok gibi fırlattıkları dilleri sayesinde yakalarlar. Başta da belirttiğimiz gibi bukalemunun neredeyse kendi boyu kadar fırlatabildiği bu dilin ucunda özel bir vantuz sistemi bulunur. Bukalemun dili ağızdan ilk çıktığı anda ucu dışbükey haldedir. Avına yaklaşmış ve iyice gerilmiş olduğunda dilin ucu şekil değiştirerek içbükey bir hal alır. Böylece dilin ucunda oluşan dudaklar ava çarpar ve bir vantuz gibi yapışır. Mükemmel av mekanizmasıyla donatılmış olan bukalemunlar, oldukça ağır avları bile dillerini kullanarak kendilerine doğru çekebilirler.

Tüm bunlar insan gözünün takip edemeyeceği kadar kısa bir sürede gerçekleşir. Dilin fırlaması, ava yapışması ve ağıza geri çekilmesi saniyenin yalnızca onda biri kadar bir sürede gerçekleşir.

Bukalemun dili durağan değil dinamiktir. Yani dilin şekli duruma göre değişken bir özellik gösterir. Hayvanın ağzında katlı biçimde duran dil, tam da gerekli olduğu anda; ava çarpmadan az önce vantuz şekli alır. Bukalemundaki bu balistik mekanizmanın temelinde dildeki kaslar ve onları kontrol eden sinirler yatıyor. Dilin dışbükey şekilden içbükeye geçirilerek ortaya bir vantuz çıkarılması, darbeden hemen önce kasılan iki kas sayesinde mümkün oluyor.

Kaslara İletilen Emir

Bukalemunun avını yakalamasını kare kare yavaşlatılmış çekimde izlediğimizde, dilin her karede aldığı şekil farklı görünmektedir. Sinirlerden kaslara her şekil için ayrı sinyaller ulaşır. Bu sinyaller kaslara iletilen birer emir gibidir. Kasların son anda bir vantuz gibi kasılması da böyle bir emir sayesindedir. Oysa bukalemunun bu emirlerden haberi bile yoktur. Bu sistem otomatik çalışacak biçimde yaratılmıştır.

Karmaşık olmayan bir yapıya sahip olmalarına karşın lastik vantuzları gördüğümüzde özel olarak var edildiklerini kolayca anlarız. Esnek bir malzeme belli bir amaç için belli bir forma sokulmuştur. Ayrıca bu yapıda temel bir fizik kuralından faydalanılmıştır. Vantuzun camla arasındaki havayla dışındaki hava arasındaki basınç farklılığı gözetilmiştir. Vantuzlar bu fizik kuralını bilen ve malzemeyi uygun forma sokabilen biri tarafından var edilmişlerdir.

Bukalemun dilindeki yapı ise çok daha komplekstir. Bukalemunun böyle bir sistemi önce akletmiş, sonra da kendi iradesiyle bedeninde üretmiş olabileceğini savunmak da akılla bağdaşmaz.

Bukalemun dilindeki bu balistik mekanizmayı var eden Yüce Allah'tır. Yüce Rabbimiz, canlı veya cansız yeryüzündeki her şeyin Yaratıcısı'dır.

“Sizin için yerde olanların tümünü yaratan O'dur. Sonra göğe yönelip (istiva edip) de onları yedi gök olarak düzenleyen O'dur. Ve O, her şeyi bilendir” (Bakara Suresi, 29)

Panikte Olan Evrimciler, Hezeyanlarına Yenisini Eklediler: "Dört Ayaklı Yunus" Masalı


Evrimcilerin yaşayan fosiller sergileri karşısında içine düştükleri çaresizlik ve panik hali devam ediyor. Bunun son bir göstergesi, 6 Kasım 2006 tarihli Bugün gazetesinin sayfalarında “Dört ayaklı yunus bulundu” manşetiyle duyurulan evrimci çarpıtma oldu.

Evrim teorisinin geçersizliğini ortaya koyan çeşitli bitki, balık, böcek, kuş türlerine ait çok sayıda yaşayan fosilin halkın gözleri önünde sergilenmesinden rahatsız olan evrimciler, ara form iddiasını kanıtlayacak tek bir fosil varsa herhangi bir kent meydanında sergilemeleri çağrısı karşısında sessizliğe bürünmüşlerdi. Gerek ara form iddialarının bilimsel geçersizliği, gerekse kanıt gösterme konusundaki çekinceleri gün geçtikçe daha açık şekilde deşifre edilen yerli evrimciler, dikkatleri fosil kayıtlarından uzaklaştırarak, türlü gözboyamalarla durumu örtbas etmek için çare aramaya başladılar.

Bugün gazetesi, haberinde, Japon balıkçılarca ele geçirilen bir yunusu haber veriyordu. Sözkonusu yunus, bedeninin arka kısmında fazladan bir çift yüzgece sahipti. Bugün gazetesi evrime hiçbir şekilde kanıt oluşturmayan bu durumu çarpıtıyor ve “yunusların daha önce karada yaşayan 4 ayaklı canlılar olduğu tezinin ıspatlandığı” iddiasında bulunuyordu.

“Dört Ayaklı Yunus” Hezeyanı

Hemen belirtmek gerekir ki, “ayak” yakıştırması tamamen temelsiz, bir o kadar da saçma bir iddiadır. Haberin resminde de görüldüğü gibi, bunlar tam bir yüzgeç anatomisine sahiptir. Dolayısıyla “dört ayaklı yunus” demek, “dört lastikli tekne” demek kadar saçmadır, gerçekdışıdır.

Üstelik henüz bu ekstra çift yüzgeç üzerinde bilimsel araç ve yöntemler kullanılarak hiçbir inceleme yapılmamıştır. Durum böyleyken bunları “ayak” veya “geçmişteki sözde ayakların kalıntısı” ilan etmek, ancak bilimsellikten uzak, sansasyonel ve taraflı habercilik anlayışının ürünü olabilir.

Ekstra Çift Yüzgeç, Evrim Teorisini Neden Desteklemez?

Bu sorunun cevabı gayet açıktır: Ekstra çift yüzgeç kesinlikle evrimsel bir yapı olarak değerlendirilemez. Yunusun DNA’sında yüzgeçlerin inşası için gerekli genetik bilgi, onu oluşturan dokuların mimarisi zaten mevcuttur. Buna göre ortada evrimsel bir gelişim değil, varolan yapıların fazladan kopyalanması durumu vardır. Örneğin okumakta olduğunuz bu yazının kopyasının herhangi yeni bilgi içermeyeceği gibi, yunusun ekstra yüzgeçleri de yeni genetik bilgi içermemekte, evrim teorisi lehinde öne sürülebilecek bir kanıt niteliği taşımamaktadır.

Evrimcilerin bu iddiasındaki önyargıyı göstermesi açısından bir de çelişki sözkonusudur. Bilindiği gibi bazı mutasyonlar insanların elinde beş yerine altı parmak çıkmasına veya sineklerde iki yerine dört kanat çıkmasına yol açabilmektedir. Yunusta olduğu gibi, bu örneklerde de bedendeki bir uzantının fazladan inşası sözkonusudur. Buna göre evrimcilerin insanın altı parmaklı atalardan veya sineklerin dört kanatlı atalardan evrimleştiğini öne sürmeleri gerekirdi. Ancak insan veya sinekle ilgili böyle bir iddiada bulunmadıkları halde, yunusun dört ayaklı atalardan evrimleştiğini öne sürmektedirler. Burada yaptıkları şey, gerçekte evrimle hiçbir ilgisi olmayan gelişim anormalliklerini kendi önyargılarıyla oluşturdukları bir “filtre”den geçirip kendi hayallerine uygun şekillerde hikayeleştirmekten ibarettir. Elbette bu bilim değil, dogmatizmle bağdaşan bir durumdur.

Yunusların Kara Memelilerinden Evrimi İddiası Bir Masaldan İbarettir

Bugün gazetesinde, yunustaki yüzgeçlerin, bu canlıların kara canlılarından evrimleştikleri iddiasını ispatladığı öne sürülmektedir. Oysa bu tümüyle gerçekdışı bir yorumdur. Hemen belirtmek gerekir ki, yunusların karadan denize geçmiş memelilerden evrimleştikleri varsayımı aşılmaz engellerle karşı karşıyadır.

Yunuslar, ataları olduğu iddia edilen kara memelilerinde bulunmayan mükemmel ve özgün sistemlere sahiptirler. (Detaylı bilgi için bkz. Deniz Memelilerinin Özgün Yapıları ) Açıktır ki, böyle komplekslikte sistemler, evrim teorisinin tek bir proteini dahi oluşturamadığı bilinen bilinçsiz mekanizmalarıyla (doğal seleksiyon+mutasyon) oluşamaz. Evrim teorisine körükörüne bağlılıktan ötürü desteklenen bu iddia sadece hayalgücünden ibarettir. (söz edilen hayali mekanizmaların geçersizliği hakkında buradan, yunusların dahil olduğu deniz memelileriyle ilgili evrimsel köken iddialarının geçersizliği hakkında ise buradan bilgi edinebilirsiniz.)

Sonuç:

Bugün gazetesinin bu haberi, sadece evrimci önyargıların bir ürünüdür ve evrim teorisine destek sayılabilecek hiçbir kanıt zerresi barındırmamaktadır. Fosil kayıtlarında yenilgiye uğrayan ve ara form fosillerini sergilemeye davet edildiklerinde tek bir tane dahi delil gösteremeyen evrimciler, evrim teorisine delil bulma peşine düşmüşlerdir. Bunun boşuna bir çaba olduğunu bir kez daha hatırlatıyor, Bugün gazetesini bu bilim dışı propagandaya son vermeye davet ediyoruz.

26 Ekim 2010 Salı

Devasa Ateş Topu Güneş

Dev bir nükleer reaktör olan Güneş'in içindeki reaksiyonlarda büyük bir enerji açığa çıkmaktadır. İnsan hayatının devamı için temel kaynak olan Güneş'te meydana gelen bu reaksiyonlarda oluşabilecek en ufak bir sapma Güneş'in sönmesine ya da birkaç saniye içinde havaya uçmasına neden olacaktır. Böyle bir tehlikenin meydana gelmemesi Güneş'teki bu işlemlerin mucizevi bir hassasiyetle tasarlanmış olmasından kaynaklanmaktadır.

Güneş'i ve Güneş Sistemi'nin yapısını incelediğimizde, büyük bir denge ile karşılaşırız. Gezegenleri dondurucu soğukluktaki uzaya savrulmaktan koruyan etki, Güneş'in "çekim gücü" ile gezegenin "merkez-kaç kuvveti" arasındaki dengede saklıdır. Güneş büyük çekim gücü ile tüm gezegenleri çeker, gezegenlerin dönmesinden kaynaklanan merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimin etkisi azalır ve muhteşem bir denge oluşur. Eğer gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş'e doğru çekilirler ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı. Ama bunların hiçbiri olmaz ve tüm gezegenler kendi yörüngelerinde yol alırlar. Çünkü Allah'ın ayette bildirdiği gibi,

"Her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedirler." (Yasin Suresi, 40)
Güneş'teki Muhteşem Denge

Güneş, dev bir nükleer reaktördür. Güneş'in içinde sürekli olarak hidrojen atomları helyuma dönüştürülür ve bu işlemler neticesinde ısı ve ışık açığa çıkar. Güneş'teki bu nükleer reaksiyon, insan hayatı için zorunludur. Dünya�ya ulaşan ısı ve ışığın açığa çıkması içinse dört hidrojenin birleşip bir hidrojene dönüşmesi gerekir.
Çekirdeğinde sadece tek bir proton yer alan hidrojen, evrendeki en basit elementtir. Helyumun çekirdeğinde ise iki proton ve iki nötron bulunur. Güneş'te gerçekleşen işlem, dört hidrojenin birleşmesiyle bir helyum elementinin oluşmasıdır. Bu işlem sırasında çok büyük bir enerji açığa çıkar. Dünya'ya gelen ısı ve ışık enerjisinin neredeyse tamamı, Güneş'in içindeki bu nükleer reaksiyonla oluşmaktadır. (Harun Yahya, Evrenin Yaratılışı)
Ancak, dört hidrojen atomunun biraraya gelip bir anda helyuma dönüşmesi mümkün değildir. Bunun için, iki aşamalı bir işlem gerçekleşir. Önce iki hidrojen birleşir ve bir proton ve bir nötrona sahip bir "ara formül" meydana gelir. Bu ara formüle "dötron" adı verilir. Sonra da iki dötronun birleşmesiyle bir helyum çekirdeği oluşur.

En Güçlü Nükleer Kuvvet

Şimdi asıl soruyu sorabiliriz. Peki, iki ayrı atom çekirdeğini birbirine yapıştıran kuvvet nedir? Bu kuvvete "güçlü nükleer kuvvet" denir. Güçlü nükleer kuvvet, evrendeki en büyük nükleer kuvvettir. Bu kuvvet yerçekiminden milyar kere milyar kere milyar kere milyar kat daha güçlüdür. Bu güç sayesinde iki hidrojen çekirdeği birbirine yapışabilmektedir.

Ancak araştırmalar göstermiştir ki, güçlü nükleer kuvvet, bu işi yapmak için tam gereken miktardadır. Güçlü nükleer kuvvet eğer şu anda sahip olduğu değerinden biraz bile daha zayıf olsaydı, iki hidrojen çekirdeği birleşemezdi. Yan yana gelen iki proton, hemen birbirlerini iter, böylece Güneş'teki nükleer reaksiyon başlamadan biterdi. Yani Güneş hiç var olmazdı. Ünlü bilimadamı George Greenstein, bu gerçeği "eğer güçlü nükleer kuvvet birazcık bile daha zayıf olsaydı, o zaman Dünya'nın ışığı hiçbir zaman yanmayacaktı" diye açıklar.

Güneş'teki Dengeli Reaksiyon

Peki acaba güçlü nükleer kuvvet birazcık daha güçlü olsa ne olurdu? O zaman da bir proton ve bir nötrondan oluşan dötron değil, iki protonlu di-proton meydana gelirdi. Ve bu durumda Güneş'in yakıtı aniden çok çok etkili bir yakıt haline gelirdi. Bu öyle bir yakıt olurdu ki, Güneş ve ona benzer diğer tüm yıldızlar, birkaç saniye içinde havaya uçardı. Güneş'in havaya uçması ise, birkaç dakika sonra tüm Dünya'yı ve üzerindeki tüm canlıları alevlere boğar birkaç saniye içinde kömür haline gelirdi. Ama yüce Yaratıcımız olan Allah'ın rahmeti sayesinde güçlü nükleer kuvvetin gücü, tam olması gereken düzeydedir ve Güneş dengeli bir reaksiyon gerçekleştirir yani "yavaş yavaş" yanar.

Tüm bunlar, güçlü nükleer kuvvetin gücünün, tam insan yaşamına imkan verecek biçimde ayarlanmış olduğunu göstermektedir. Eğer bu ayarlamada bir sapma olsaydı, Güneş gibi yıldızlar ya hiç var olmazlar, ya da oluştukları andan çok kısa bir süre sonra korkunç birer patlamayla yok olurlardı. Allah, Güneş'i insanın yaşamı için özel bir şekilde yaratmıştır ve bunu Kuran'daki "Güneş ve Ay, belli bir hesap iledir" (Rahman Suresi, 5) ifadesiyle bizlere bildirmiştir.

Tüm evreni yoktan var edip, sonra da onu dilediği biçimde tasarlayıp düzenleyen tek güç alemlerin Rabbi olan Allah'tır. Allah, gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratmış sonra da ona belli bir düzen vermiştir. Evrendeki cisimlerin mucizevi dengeler sayesinde kararlı bir şekilde durmaları, Allah'ın yaratışındaki kusursuzluğu gösteren delillerden biridir. Yüce Allah'ın buyurduğu gibi, "Göğün ve yerin O'nun emriyle durması da, O'nun ayetlerindendir".(Rum Suresi, 25)

Şelalerin Arkasında Yaşayan Bulut Kırlangıçları

Güney Amerika'da yaşayan bulut kırlangıçları yuvalarını şelalelerin arkasındaki kayalıklarda kurarlar. Ancak şelalenin arkasına geçmek bir kuş için neredeyse imkansızdır. Örneğin yırtıcı kuşlar, balıkçıllar, martı veya karga gibi kuşlar şelaleyi yararak arka tarafına geçemezler. Aslında, hızla akan tonlarca suyun içinden geçmeye çalışan bir kuşun havada parçalanması beklenir. Ancak, bu kırlangıçlar çok küçüktürler ve o kadar hızlı uçarlar ki, şelaleyi bir ok gibi keserek arka tarafına geçebilirler. Burası, bu kuşlar ve yumurtaları için son derece güvenlikli bir yerdir, çünkü onlardan başka hiçbir canlı şelalenin arka tarafına geçmeye çalışmaz. Ancak bu kırlangıçların yuvaları için malzeme toplama konusunda bir sorunları vardır. Ayakları o kadar küçüktür ki, diğer kuşlar gibi yere konup ayakları ile malzemeleri kavrayamazlar. Kırlangıçlar bunun yerine havada uçan tüy, kuru ot gibi bazı malzemeleri yakalarlar ve bunları yapışkan salyaları ile kayaların üzerine yapıştırırlar. Bulut kırlangıçları da diğer tüm varlıklar gibi Allah'ın ilhamıyla hareket ederler. Allah tüm yarattıklarını kollayıp, gözetleyendir.

Yaprak Dökümü


Doğada meydana gelen birçok olay, kimi zaman dışarıdan bakılarak yorumlanandan çok daha gerekli ve dikkate değerdir. Örneğin, sonbaharda yaşanan yaprak dökümü de bunlardan biridir. Yüce Allah’ın sonsuz ilminin bitkilerdeki tecellilerinden sadece bir tanesi olan ağaçlardaki yaprak dökümü ile yaşanan değişim son derece mucizevi bir işlemdir.

Bitkiler için, özellikle de besin üretiminin yapıldığı yapraklar için güneş ışığı çok önemlidir. Sonbaharın gelmesiyle birlikte havalar soğumaya, gündüzler kısalmaya başlar ve dünyaya gelen güneş ışığında azalma meydana gelir. Bu azalma, bitkilerde bazı değişikliklere sebep olur ve yapraklarda yaşlanma programı olarak da nitelendirebileceğimiz yaprak dökümü başlar.

Ağaçlar yapraklarını dökmeden önce, yapraktaki bütün besleyici maddeleri emmeye başlarlar. Amaçları potasyum, fosfat, nitrat gibi maddelerin düşen yapraklarla birlikte yok olmasını engellemektir. Bu maddeler, ağaç kabuğunun katmanlarının ve gövdenin ortasından geçen iliğe yönelir ve burada depolanırlar. İlikte toplanmaları bu maddelerin ağaç tarafından kolay emilmesini sağlar. (Lathiere, S. Scienc&vie Junior, Kasım 1997)

Yaprak dökümü ağaçlar için bir zorunluluktur. Çünkü soğuk havalarda topraktaki su gitgide katılaşır ve ağaç köklerinin suyu emebilmesi zorlaşır. Buna karşın, yapraklardaki terleme havanın soğumasına rağmen devam etmektedir. Suyun azaldığı bir dönemde sürekli terleme yapan yapraklar, bitki için fazlalık olmaya başlamıştır. Zaten, yaprakların hücreleri soğuk kış günlerinde don ile karşılaşıp parçalanacaktır. Bu yüzden ağaçlar, erken davranıp kış gelmeden yapraklarını dökerler, böylece zaten kısıtlı olan su rezervlerini boş yere kullanmamış olurlar. (Lathiere, S. Scienc&vie Junior, Kasım 1997)

Kimyasal İşlemler Başlıyor…

Dışarıdan bakıldığında sadece fiziksel bir işlem gibi görünen yaprak dökümü, aslında pek çok kimyasal olayın birbiri ardınca gerçekleşmesiyle meydana gelir.

Yaprak ayasında yer alan hücrelerde, "fitokrom" adı verilen ışığa duyarlı ve bitkilere renk veren moleküller vardır. Bitkilerin, gecelerin süresinin uzaması sonucunda yapraklarına daha az güneş ışığı ulaştığını fark etmelerini sağlayan işte bu moleküllerdir. Fitokromlar bu değişimi algıladıklarında, yaprağın içinde çeşitli değişimlere sebep olurlar ve yaprağın yaşlanma programını başlatırlar. (Lathiere, S. Scienc&vie Junior, Kasım 1997)

Yapraklardaki yaşlanmanın ilk işaretlerinden biri, yaprak ayası hücrelerindeki etilen üretiminin başlamasıdır. Etilen gazı, yaprağa yeşil rengini veren klorofilin yıkımını başlatır, bir başka deyişle ağaç yapraklarındaki klorofili geri çeker. Yaprak dökülmesini geciktiren bir büyüme hormonu olan oksin maddesinin üretimini engelleyen de etilen gazıdır. Klorofilin yıkımının başlamasıyla birlikte yaprak güneşten daha az enerji alır ve daha az şeker üretir. Ayrıca, o güne kadar baskı altına alınmış, yapraklardaki sıcak renklerin oluşmasını sağlayan karotenoidler kendilerini gösterirler ve bu şekilde yapraklarda renk değişimi başlar. (Lathiere, S. Scienc&vie Junior, Kasım 1997)

Bir süre sonra etilen gazı yaprağın her tarafına yayılır ve yaprak sapına geldiğinde, burada bulunan küçük hücreler şişmeye başlayıp sapta bir gerginleşmeye neden olurlar. Yaprak sapının gövdeye bağlandığı bölümde bulunan hücrelerin miktarı artar ve özel enzimler üretmeye başlarlar. İlk olarak selülaz enzimleri selülozdan oluşan çeperleri parçalar, daha sonra pektinaz enzimleri hücreleri birbirine bağlayan pektin tabakasını parçalar. Giderek artan bu gerginliğe yaprak dayanamaz ve sapın dış tarafından içeriye doğru yarılmaya başlar. (Lathiere, S. Scienc&vie Junior, Kasım 1997)

Buraya kadar anlattığımız bu işlemler, yapraktaki besin üretiminin durması ve yaprağın sapından kopmaya başlaması olarak özetlenebilir. Genişlemeye devam eden yarığın etrafında çok hızlı değişimler yaşanır ve hücreler hemen mantarözü üretmeye başlarlar. Bu madde, selüloz çepere yavaş yavaş yerleşerek onun güçlenmesini sağlar. Bütün bu hücreler, arkalarında mantar tabakasının yerini alan büyük bir boşluk bırakarak ölürler. (Malcolm Wilkins, Plantwatching, New York, Facts on File Publications, 1988, s.171)

Zincirleme İşleyen Harika Bir Plan…


Tüm bu işlemler, tek bir yaprağın düşmesi için birbiriyle bağlantılı birçok olayın gerçekleşmesi gerektiğini göstermektedir. Fitokromların güneş ışınlarının azaldığını tespit edebilmelerinin, yaprağın düşmesi için gerekli olan tüm enzimlerin uygun zamanlarda devreye girmelerinin, tam sapın kopacağı yerde hücrelerin mantarözü üretmeye başlamasının ne derece olağanüstü bir işlemler zinciri olduğu ortadadır. Art arda işleyen ve her aşaması planlı ve birbiriyle bağlantılı olan bu kusursuz işlemler serisinin evrimcilerin iddia ettiği gibi "rastlantı" ile açıklanması mümkün değildir. Bütün bu işlemlerdeki zamanlama son derece yerindedir. Yaprak dökümü planı mükemmel bir şekilde işlemektedir.

Yaprak Dökümünün Ardından

Yaprak gövdeden tamamen ayrıldığı için, iletim borularından öz su alamaz, bu yüzden yaprağın tutunduğu yer ile bağı gittikçe zayıflar. Biraz hızlı esen bir rüzgar bile yaprak sapını koparmaya yeterli olur.

Toprağa düşen ölü yapraklarda, böceklerin, mantarların ve bakterilerin yararlanabileceği besin maddeleri bulunur. Bu besin maddeleri, mikroorganizmalar tarafından değişime uğratılırlar ve toprağa karışırlar. Ağaçlar da bu maddeleri, kökleri aracılığıyla topraktan besin olarak geri alabilirler.

Bütün canlıları rahmetiyle kuşatmış olan Yüce Rabbimiz, bitkilere de son derece hayati mekanizmalar bahşetmiştir. Yaprak dökümü bu mekanizmalardan yalnızca bir tanesidir. Yüce Allah, yeryüzünde olanların tümünden haberdardır ve O’nun bilgisi ve dilemesi dışında hiçbir olay meydana gelmez. Rabbimiz bir Kuran ayetinde şu şekilde buyurmaktadır:

Gaybın anahtarları O'nun Katındadır, O'ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve denizde olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve herşey) apaçık bir kitaptadır. (En’am Suresi, 59)

Yapraktaki Bir Başka Olağanüstü Detay: Havalandırma Sistemi

Bazı bitkilerin gövdelerinin büyük bir kısmı su içinde yaşar. Köklerinin metrelerce derinde olması bitkinin oksijen almasını imkansız hale getirecek bir durumken, Yüce Allah'ın bitkilerde yarattığı havalandırma sistemi sayesinde bu sorun hiç yaşanmaz. Bu havalandırma sisteminin motorları yapraklardır. Genç yaprakların görevi, rüzgar estiğinde havayı emme; yaşlı yapraklarınki ise havayı dışarı bırakmaktır. Bu emme ve üfleme işleminin çalışma sistemi son derece komplekstir.

Bu tür yaprakların içindeki su buharlaştıkça, yaprakların ısısı azalır. Rüzgar ise buharlaşmayı artırır ve böylece yaprağın ısısı daha da düşer. Bu işlem güçlü rüzgarlarla daha da etkili bir hale gelir. Ancak bu soğuma, yaprağın içinde her bölümde aynı oranda hissedilmez. Yaprakların orta kısmındaki bölgeler dış yüzeylerinden daha sıcak kalır. Araştırmacılara göre bu sıcaklık farkı 1 veya 2°C daha fazla olduğunda, oksijeni emme işlemi de tetiklenmiş olur.

Bu havalandırma sistemi sadece su altındaki kökleri canlı tutmak açısından değil, ekolojik olarak da büyük öneme sahiptir. Derin suların dibinde biriken tortular çoğu zaman oksijensiz kalırlar. Bu yüzden demir hidroksit gibi, bitkilere zarar veren kimyasallar üretirler. Su bitkileri, köklerinden sızdırdıkları oksijenle bu maddeleri okside ederek zararsız hale getirirler. Bu oksijen sızıntısı sayesinde köklerin etrafındaki toprak zenginleşerek canlıların yaşamasına müsait bir hale gelir ve böylece suyun dibi temizlenmiş olur. Bu da Dünya'daki tüm eko-sistemi doğrudan etkileyen ve canlılığı ayakta tutan kompleks bir sistem oluşturur.

Görüldüğü gibi, yaratılışın en küçük ayrıntılarında dahi iç içe geçmiş muhteşem sistemler işlemektedir. Bu ayrıntıların her biri, düşünenler insanlar için sonsuz ilim sahibi olan Yüce Allah'ın yaratışındaki ihtişamı gösteren delillerden sadece bir tanesidir.

Uçan Sincaplar



“…türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır.” (Casiye Suresi, 4)

Sincaplar, daha çok Avrupa kıtasındaki ormanlarda yaşarlar. Boyları 25 cm., yani sizin ellerinizle iki karıştır. Vücutlarının arkasında, hemen hemen kendi boyları kadar uzun yukarı doğru duran, geniş ve gür tüylerden oluşan kuyrukları bulunur. Sincap bu uzun kuyruğu sayesinde dengesi bozulmadan ağaçtan ağaca atlar.

Minik sivri tırnakları sayesinde ağaçlara tırmanabilen sincap bir dalın üstünde koşabilir, baş aşağı sallanabilir ve o şekilde ilerleyebilir. Özellikle gri sincaplar bir ağacın en uçtaki dalından 4 metre uzaktaki bir başka ağacın dalına bile rahatlıkla atlayabilirler. Havada uçarken de kollarını ve bacaklarını açarak adeta bir planör gibi hareket ederler. Bu esnada yassılaşan kuyrukları ise hem dengelerini sağlar hem de yönlerini ayarlayan bir dümen görevi görür. Hatta kendilerini 9 metre yükseklikten boşluğa bırakıp dört ayak üzerine yere yumuşak iniş yapabilirler.

Peki, ama sincap bu zor hareketleri nasıl başarmaktadır?

Tüm bunlar sincabın arka ayaklarını, mesafeleri çok iyi ayarlayabilen keskin gözlerini, güçlü pençelerini ve denge kurmasına yarayan kuyruğunu kullanması sayesinde olur. Peki, hiç düşündünüz mü, sincaba bu özellikleri veren kimdir? Sincap bu şekilde yaşaması gerektiğini nereden biliyor? Sincapların ailece ellerine cetvel alıp ormandaki her ağacın boyunu veya ağaç dallarını ölçmeleri mümkün olmadığına göre, sincaplar ağaçtan ağaca atlarken mesafeleri nasıl ayarlıyorlar? Ayrıca, sincaplar nasıl hiç bir yerlerini sakatlamadan ya da yaralanmadan bu kadar hızlı hareketlerle atlayıp zıplayabiliyorlar?


Elbette bunları yapanlar sincapların kendileri değildir. Hiç kuşkusuz bu sevimli hayvanları sahip oldukları bütün özelliklerle birlikte yaratan ve onlara bunları kullanmayı öğreten yaratıcımız olan Allah'tır. (www.hayvanlaralemi.net)

Kırılsa da Yenilenen Dişler

Sincapların bir insanın asla sahip olamayacağı keskinlikte ve sağlamlıkta dişleri vardır. Ağızlarının ön tarafında, sert maddelerin kemirilip kırılmasını sağlayan kesici dişler, arka uzun boşlukta ise azı dişleri bulunur. Biz bir cevizi kırmak istediğimizde, oldukça sağlam bir taş veya bu iş için özel olarak demirden yapılmış bir alet kullanırız. Bu minik hayvanlar ise ağızlarındaki keskin dişlerle bu işi kolaylıkla yapabilirler. (Harun Yahya, Hayvanlar Alemi)

Sincapların dişlerinin bir ömür boyu nasıl sağlam kaldığını veya dişleri hasar gören sincapların daha sonra nasıl beslendiklerini –fındık, ceviz yediklerini- hiç merak ettiniz mi? İşte, herşeyi mükemmel bir uyum içinde yaratan Allah, onların dişlerine çok önemli bir özellik vermiştir. Bakın şimdi çok şaşıracaksınız; çünkü sincapların dişleri kırılıp-aşınsa bile, yerine hemen yenisi çıkar. Aşınan dişler sürekli uzayarak alttan yenilenir. Dahası, Allah bu özelliği yalnızca sincaba değil, yiyeceklerini kemirmek zorunda olan bütün canlılara vermiştir.

23 Ekim 2010 Cumartesi

Koalaya Tıbbi Bilimleri Kim Öğretti ?

Avustralya'da Okaliptüs ağacının 600'den fazla türü olmasına karşı, koalalar bunların sadece 35 kadarını kullanırlar. Okaliptüs ağacı bir koala için yalnız barınak değil, aynı zamanda önemli bir besin kaynağıdır. Hatta okaliptüs yapraklarının koalanın yegane gıdası olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Okaliptüs yaprakları koalalar için hem bir besin hem de iyi bir ilaçtır:

Okaliptüs yaprakları bir dizi tıbbi etkiye sahiptir. Yapraklar eterik yağ içeririler. Bu yağ birçok hayvan için öldürücü nitelik taşıyan kimyasallar taşır. Buna karşın koalanın karaciğeri bu maddenin zehrini tesirsiz hale getirir. Koalaların sahip oldukları karakteristik kokunun da kaynağı bu yağdır. Tüm vücuda sürülen yağın bir kısmı uçmakta bir kısmı ise vücut içine girmektedir. Böylece hayvanın vücuduna musallat olan parazit haşereler kürk içerisinden yere dökülür. Fakat Koalanın şaşırtıcı özellikleri bu kadarla kalmaz. Eğer vücut sıcaklığını düzenlemesi gerekiyorsa o zamanda bitkinin hangi yapraklarını tercih etmesi gerektiğini biliyormuşçasına hareket eder: Vücut sıcaklığı düşükse, yani üşüyorsa o zaman "phellandren" yağı içeren yaprağı; bunun tersinde ise ateşi varsa "cineol" içeriği yüksek yaprakları çiğ- neyerek vücudunun serinlemesini sağlar. Bunun dışında okaliptüs yapraklarında bulunan diğer yağlarda kan basıncını düşürür ve kaslarının dinlenmesine neden olur. 1 Okaliptüs yapraklarının barındırdığı kimyasal maddeler ağaçtan ağaca değiş- mektedir. Hatta bir okaliptüs ağacında, iki farklı tipte yaprak mevcuttur. Koala bir tıbbi eğitim almış olamayacağına göre, İhtiyacı duyduğu maddenin, hangi tür okaliptüs ağacında olduğunu nasıl anlayabilmektedir?

[1] http://www.enchantedlearning.com/subjects/ sharks/species/Greatwhite.shtml


Tünel mühendisi Köstebek

Ördek köstebeği olarak adlandırılan Ornitorenkler'in ilginç özelliklerinden biri dişilerinin 7.5-10.5 m. uzunluğunda, dönemeçli yuvalar kazmalarıdır. Hayvan tünelin ucuna bir yuva odacığı kazar ve bu bölmeyi öncelikle ıslak ot ve yapraklarla astarlar. Dişi, ot ve yaprak yığınlarını kuyruğu ile taşır. Islak otlar yumuşak kabuklu yumurtaların kurumasını engellemeye yarayacaktır. Çiftleştikten iki hafta sonra, dişi Ornitorenk yumurtlamak için yuvaya çekilirken, tünele yer yer toprak engeller yapar. Kalınlığı 20 cm. kadar olan bu engelleri kuyruğuyla bastırarak sağlamlaştırır. 7 ila 10 gün süren kuluçka döneminde yuvasından ender çıkar; her çıkışında toprak engelleri yeniden yapar. Bu engeller Ornitorenkler için bir savunma aracıdır.

Hayvanlar Ans., C.B.P.C Publishing, Memeliler, s.173-174


22 Ekim 2010 Cuma

Dünya'nın En Kuvvetli Yapıştırıcısı

Nehirlerde, su kaynaklarında ve su kanallarında yaşayan Caulobacter crescentus isimli tatlı su bakterisi, bulunduğu yerde kalabilmek için doğadaki en kuvvetli yapıştırıcıyı kullanır.
Bakterinin tutunmak için salgıladığı yapışkan sıvı, en güçlü endüstriyel yapıştırıcılardan dahi üç kat güçlüdür.




Caulobacter crescentus isimli tatlı su bakterisi,Bilim adamları bu bakterilerden birini yapıştığı yerden ayırabilmek için 1 mikronewtonluk bir kuvvet uygulanması gerektiğini buldular. Bakterinin bu yapışma kuvveti, YTL büyüklüğündeki bir bozuk paranın üstüne üç ya da dört araba koyulduğunda elde edilen etkiye eşdeğerdir. Çok daha şaşırtıcı olan ise bu yapışkanın ıslak zeminlerde bile etkili olmasıdır.(1)

Indiana Bloomington Üniversitesi’nde bu bakteri üzerine araştırmalar yapan bakteriyolog Yves Brun, “bu yapıştırıcı kendiliğinden eriyebilen cerrahi yapıştırıcı olarak kullanılabilir.”(2) diyor.

Bilim adamları şimdi, Allah'ın doğada yarattığı bu mucizevi yapıştırıcıyı inceleyip ondan aldıkları ilhamla geliştirilecek yeni yapıştırıcıları nasıl kullanabileceklerini düşünüyorlar. Yves Brun de yapışkanın ameliyatlarda yaraları kapatmada ya da dişçilikte geniş bir kullanım alanı bulacağı görüşünde.

Bu bakteri kendisini kayalara ve cam pipetlerin iç yüzeylerine ince uzun sapından yapıştırıyor. Bakterinin sapında, üzeri zincir şeklindeki şeker molekülleri ile kaplı bir tutunma aleti var. Bakterinin kuvvetli bir şekilde yapışmasını bu şeker moleküller sağlıyor. Caulobacter her türde zemine yapışmak için özel bir vantuzlu tutunma aleti ile yaratılmış.

Bilim adamları şimdi bu yapıştırıcıyı üretebilmek için çalışıyorlar. Bunu yaparken hiçbir yere değmemesine dikkat etmeleri gerekiyor, çünkü yapıştırıcı tazyikli sudan bile etkilenmediği için, yıkayarak temizlemek mümkün olmuyor.

Bakteride bulunan bu yapıştırıcıyı taklit etme girişimi, bugün evrim teorisini savunan bilim adamları için de çok büyük bir hezimet anlamına gelir. Çünkü, sözde evrim basamağının en gelişmiş canlısı olarak kabul ettikleri insanın, sözde en basit yapılı canlılardan biri olarak kabul ettikleri bakteriyi taklit etmeye çalışması; ondan ilham alması evrimciler açısından kabul edilemez bir durumdur.


Birçok kabuklu deniz canlısı yaşamaları için ihtiyaç duydukları doğal yapıştırıcıyı üretecek biçimde yaratılmıştır. Bu yapıştırıcılar bazen resimdeki midyenin sadece altı noktadan kendisini asmasını sağlayacak kadar güçlü olabilmektedir. Ancak midyenin yapıştırıcısı bile tatlı su bakterisininkinin yanında oldukça zayıf kalmaktadır.



Evrim teorisini savunanlar, aslında bu canlıların basit bir yapılarının olmadığını çok iyi bilirler. Bu nedenle, söz konusu mükemmel canlıların özelliklerine değinirken, sahip oldukları mekanizmaları açıklamaya çalışırken sürekli olarak bir çıkmaz ve tereddüt içindedirler. Mikroskobik bir canlının varlığını açıklamaktan aciz olan evrim gibi bir teorinin karşılaşmaktan çekindiği en büyük gerçeklerden biri işte budur. 21. yüzyılın gelişen bilim ve teknolojisi evrim teorisi yalanını bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Bu canlılarda karşılaştığımız her özellik, Allah'ın gözle görünmeyen bir canlıda nasıl kusursuz bir sanat meydana getirdiğini keşfedebilmek ve bunu takdir edebilmek için bir yol olacaktır.

Darwinistler: ''Tekrar özür diliyoruz, Ardi konusunda da yanılmışız''



Darwinistler, 150 yıl boyunca sürekli olarak insanlardan özür dilemek zorunda kaldılar; “pardon sahteymiş” dediler, “yanlışlık olmuş, insan değil domuz dişiymiş” dediler, “kusura bakmayın; güveler ağaç kabuklarına kasten yapıştırılmış”, “kafatası eyelenmiş,” “dinozora elle tüy eklenmiş”, “meğer bu canlı hala yaşıyormuş ve ara fosil değilmiş,” “ilk atmosfer böyle değilmiş...” dediler. “Embriyolar böyle değilmiş, çizimler sahteymiş” dediler. “İnsanın atası demiştik ama meğer sıradan bir maymunmuş” dediler. Sürekli özür dilediler ve tüm iddialarını geri aldılar. Fosilleri alelacele müzelerden çıkardılar. Dergilerinin bir sayısında ara fosil ilan ederken ikinci sayısında özür dilediler. Bu, günümüze kadar aynı şekilde devam etti.

Bunun sebebi şudur: DARWİNİZM YALNIZCA SAPKIN BİR İDEOLOJİDİR, BİLİMSELLİKLE HİÇBİR İLGİSİ YOKTUR. TEK BİR BİLİMSEL DELİLLE BİLE DESTEKLENMEMİŞTİR. İşte bu yüzden Darwinistler sürekli olarak sahte delil üretirler. Sahtekarlığın ömrü ise elbette çok kısadır.

Sahtekarlık ortaya çıkınca Darwinistler de kamuoyunun karşısına çıkıp özür dilemek zorunda kalırlar. Piltdown Adamı, Nebraska Adamı, Sanayi Devrimi kelebekleri, Haeckel’in embriyo çizimleri, Coelacanth, Lucy, Archaeoraptor, atın evrimi serisi, insanın hayali evrimine delil gösterilmeye çalışılan kafatasları, Archaeopteryx ve son olarak Ida gelmiş geçmiş en büyük sahtekarlık örnekleri olarak tarihe geçmiştir. Tüm dünyada adeta bir şov şeklinde sunulan Ida, bunun son örneği olmuş, “insanın hayali atası” denilerek hakkında belgesel filmler çekilen, basın toplantıları düzenlenen ve dünyanın en tanınmış TV kanallarından birinde “hayali evrime en büyük delil” olarak tanıtılan bu fosilin, sıradan bir lemur fosilinden başka bir şey olmadığı ortaya çıkmıştır. Darwinistler, başlattıkları büyük yaygaranın sonrasında ise her zamanki gibi özür dilemek zorunda kalmışlardır. (Konu hakkında detaylı bilgiyi buradan okuyabilirsiniz.)


Şimdilerde ise ARDİ, BU SAHTE YAYGARANIN YENİ BİR PARÇASIDIR. Darwinistler, sıradan bir maymun fosilini almış ve onun tamamen parçalanmış, hatta milimetrik parçaları da ufalanmakta olan leğen kemiğini “dik yürüyebilecek şekilde” yeni baştan inşa etmişlerdir. Zaten söz konusu fosilin hayali insanın evrimi senaryosuna en büyük aday olarak seçilmesinin tek sebebi, leğen kemiğinin Darwinist bilim adamları tarafından yeniden ve “istedikleri gibi” inşa ediliyor olmasıdır. Darwinistler tarafından Darwinizm adına gereken yapılmış ve Ardi, tüm dünyaya pervasızca, “dik yürüyen maymun” adı altında tanıtılmıştır. Hiç çekinmeksizin, insanın hayali evriminin en büyük delili olarak sunulmuştur. Fakat bu yaygara da diğerleri gibi çok uzun ömürlü olmamış, Darwinist sahtekarlık, kısa süre içinde ortaya çıkarılmıştır. Hem de doğrudan Darwinist bilim adamlarının açıklamalarıyla.



Şimdi ise sıra, ARDİ KONUSUNDA ÖZÜR DİLEMEYE GELMİŞTİR.

Long Island, Stony Brook Üniversitesi Tıp Merkezi’nde anatomik bilimler bölümü şefi olan Darwinist William Jungers, Ardi hakkındaki “insanın atası” iddialarıyla ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştır:


Bu kişilerin (Ardi hakkında) söyledikleri şeylerin bazılarının yalnızca etki uyandırmak için olabileceğini düşünüyorum.1

Ardi üzerinde incelemeler yapan ve Ardi’nin insanın hayali evriminde kayıp halka olduğunu öne süren California Üniversitesi’nden Darwinist Tim White ve çalışma arkadaşları da şu itirafı yapmak zorunda kalmışlardır:

Ardipithecus ramidus’un (Ardi), Australopitecusların atası olduğu çıkarımını yeterli derecede haklı çıkaracak, görünürde hiçbir özellik bulunmamaktadır.2

Tamamen bir kırıntı yığını şeklindeki leğen kemiği ve çevresinin, yalnızca Darwinist bilim adamlarının yorumlarına göre yeniden yapılandırıldığı gerçeği de, yine Darwinist bilim adamları tarafından açıkça ifade edilmiştir. Jungers, bu konu hakkında şunları söylemektedir:

Belki de parçalar güzel bir şekilde bir araya getirilmiştir, ama gerçek şu ki oldukça hasarlı bir örnek üzerinde çalışmaya başladılar ve Australopitecine’lere (Lucy’nin dahil edildiği hayali bir insansı grubu) oldukça benzer bir şey ile bitirdiler. Eğer elinizde imkan varsa, bu parçaları, zihninizde olan şeye benzetmeme ihtimaliniz oldukça zor... Ardi, oldukça fazla tahmin gerektiriyor.3

Jungers, fosili inceledikten sonra ise, “elde edilen veriler kasıtlı olarak ihmal edilmediği veya bunlar tamamen uydurma olmadığı sürece, böyle bir hayvanın arka bacakları üzerinde sürekli yürüyemeyeceğini” açıkça belirtmiştir.4 Bu açıklama ile Tim White ve ekibinin, Darwinizm adına yepyeni bir aldatmacaya imza atmış oldukları açıklanmış bulunmaktadır.

Ardi hakkındaki iddiaları yalanlayan yalnızca leğen kemiği ile ilgili bulgular değildir. Science dergisinde yayınlanan bir yazıda, Ardi’nin ayak anatomisinin, onun bir tırmanıcı olduğunu ortaya koyduğu belirtilmiştir. Scientific American dergisinden Katherine Harmon tarafından kaleme alınan “How Humanlike Was Ardi?” (Ardi ne kadar insana benziyordu?) başlıklı yazıda ise, ayaklardaki tek bir parçanın bile, hayvanın ayakta durduğunu göstermediği açıkça ifade edilmiştir. Ayaklar ve özellikle ayaklardaki büyük başparmak, tamamen günümüzdeki şempanzelerde de halihazırda var olan ve tırmanmaya yarayan özellikler göstermektedir. Jungers bu durumu şöyle özetler:
(Ardi) Hiçbir şekilde iki ayaklılığa doğru bir adaptasyon göstermemektedir.5

Ellerinde iddialarını doğrulayacak delil kalmayan Darwinistler, son olarak bu canlıyı insanın hayali atası olarak gösterebilmek için şu aldatmacaya başvurmaktadırlar: “Dişleri küçük, çünkü erkekler avlanırken dişi olan çocuklara bakıyordu”. Bu aciz iddia aslında Darwinistlerin düştüğü çaresiz durumun önemli bir kanıtıdır. Elde kanıt olmadığından, artık açıkça, hiç çekinmeden demagojiye başvurmaktadırlar. Böyle bir iddia ile bir bilim adamının ortaya çıkması ve buna dayanarak tam anlamıyla mükemmel bir bonobo maymununu insanın atası ilan etmesi, o bilim adamı açısından utanç vericidir. Fakat Darwinistler, utanılacak duruma da düşseler, sapkın Darwinist ideoloji uğruna, bu aciz iddiaları tekrarlamak zorunda kalırlar.

Böyle bir iddianın bilimsel anlamda dikkate alınıp cevaplanması bile oldukça gereksizdir. Fakat yine de bu iddiayı ortaya atanların düştüğü aciz durumu göstermek açısından şunu belirtmek yerinde olacaktır: Bir işbölümü dahilinde aile yaşantısı yaşayan canlılar yalnızca insanlar değildir. Doğada pek çok canlı bir aile olarak varlığını sürdürür ve bu aile içinde erkeğin de dişinin de üzerine düşen özel görevler vardır. Pek çoğunda avlanan erkek, dişilerin bakımını üstlenen ise dişidir. Dolayısıyla bir canlının dişisinin avlanmayıp çocuklarına bakıyor olması, ONU ELBETTE Kİ İNSAN YAPMAZ. Bu saçma iddia, Darwinist mantığın dayandığı aldatmacayı çok açık şekilde göstermektedir.

Sonuç:

Darwinist diktatörlük artık çaresizlik içindedir. Ölmüş Darwin’i ve onun fikirlerini nasıl dirilteceklerini bilememektedirler. Çaresizlik ve panik içinde durumu kurtarmaya çalışmaktadırlar. Bu uğurda birbirinden saçma iddiaları savunmayı, küçük duruma düşmeyi göze almışlardır. İşte 21. yüzyılda Darwinistlerin yıkım ve yenilgisi böyle olmuştur. Son olarak Ardi bu büyük yıkım ve yenilgiyi daha açık şekilde ortaya çıkarmıştır. Ardi konusunda tüm iddialarını geri almak zorunda kalan Darwinistler, geçmişte olduğu gibi insanları aldatamayacaklarını anlamışlardır. Eskiden 40 yıl müzelerde sergilenen sahte fosiller, günümüzde artık hemen deşifre edilmekte, sahtekarlık ömürleri birkaç günü, hatta birkaç saati geçmemektedir. Darwinistlerin sahte fosillerle evrimi canlandırmaya çalışmaları beyhude bir çabadır. Bunu Darwinistler de artık açıkça görmekte ve itiraf etmektedirler.

Nasıl 3 Boyutlu Görüyoruz?


Rahman (olan Allah)'ın yaratmasında hiçbir "çelişki ve uygunsuzluk" göremezsin. İşte gözünü çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir. (Mülk Suresi, 3-4)

Gözümüzün 2 boyutlu olarak gördüğü nesneleri beynimiz üç boyutlu olarak algılamaktadır. Bu algının nasıl oluştuğunu araştırmak için yapılan bilimsel çalışmalar, beynin mükemmel bir tasarıma sahip olduğunu ortaya koymuştur. Görmedeki bu mükemmelliği anlayabilmek için biraz daha detaylı inceleyelim.

İki gözümüzün olması, gördüğümüz bir objeyi 2 farklı açıdan algılamamızı sağlar. Gözler arasındaki aralık 5 cm.'den biraz daha fazla olduğu için iki retinada oluşan görüntüler birbirlerinden farklıdır. Bir objenin, iki farklı açıdan elde edilen görüntüleri beynin görme merkezinde birleştirilir. Üçüncü boyut algısı da beyinde devreye girer ve böylece insan bir objenin görüntüsünü üç boyutlu görür. Üçüncü boyutu, bilinenin aksine, doğrudan gözler sağlamaz, beyin sağlar. Üçüncü boyut bir algıdır ve bütün algılama işlemleri beyin düzeyinde gerçekleşir. Bu sayede derinlik ve cisimler arasındaki mesafe algılanır.

Eğer iki gözde, ayrı ayrı oluşan görüntüler, beyinde tam olarak birleştirilmeseydi dünyayı çift ve iki boyutlu görecektik. Bu da şu gerçeği ortaya çıkarmaktadır; dış dünya üç boyutlu değildir. Herşey aynen bir sinema perdesinde olduğu gibi, iki boyutludur. Bu iki boyutlu görüntüden, her bir gözümüz için birer adet mevcuttur. Gözlerimizden bir tanesi aynı nesneyi belli bir açıdan iki boyutlu olarak görürken diğer gözümüz aynı nesneyi farklı bir açıdan iki boyutlu olarak görür. Bu olağanüstü bir durumdur, çünkü; bugüne kadar gördüğümüz herşey yani vücudumuz, evimiz, arabamız, arkadaşlarımız kısaca herşey birbirinin aynısı olan iki boyutlu, iki görüntüden oluşmaktadır.

Bu bilimsel gerçek 1848 yılında İngiliz fizikçi Charles Wheatstone tarafından ortaya çıkarılmıştır. Derinliği algılamanın mantığı üzerine araştırma başlatan Wheatstone, stereoskopik görmenin temel ilkelerini atmıştır. Stereoskopik görüntü oluşturma, düz bir yüzeyde üst üste (biraz farklı açılardan) çizilmiş iki resmi her iki göz için farklı filtre edip, her göze kendi açısından çekilmiş görüntüyü sunmak ve derinlik algısı oluşturmaktır.

Görüntüler arasındaki fark çok basit bir deneyle ispatlanabilir. Bir ağacın dallarına önce iki gözünüzle sonra tek gözünüzle bir süre bakın. Daha sonra iki gözünüzü tekrar açın, dallar daha derin gözükecektir.

Bir başka deney daha yapabiliriz. Tek gözünüzü kapadıktan sonra bir dikiş iğnesine iplik geçirmeye çalışın. Büyük olasılıkla bunu yapmakta zorlanacaksınız. Çünkü tek gözle derinlik algısı olmayacağından, iğne ile iplik arasındaki küçük mesafe farkını algılayamayacak ve ipliği deliğe geçiremeyeceksiniz. Birbirlerinden bağımsız olarak gören gözlerin görüntülerinin tek bir görüntü haline getirilmesi, bunu yaparken iki boyutlu görüntülere üçüncü bir boyut eklenmesi olağanüstü bir durumdur. ((Harun Yahya, Hayalin Diğer Adı Madde)

Her gözün gördüğü görüntü retinada ortadan ikiye ayrılır. Bu bölümlerden gelen sinyaller ayrı ayrı yollardan beyne ulaşır ve burada tekrar birleştirilir. Bu görüntülerin parçalanması ve tekrar birleştirilmesi için mükemmel bir geometrik uyumun yanısıra birbirini izleyen kompleks işlemler gerekmektedir. Bu noktada daha ilginç olan bir olay ise beynin parçalanan görüntüyü orjinaline uygun olarak tekrar birleştirmesi ve bu görüntüde hiçbir kayma, karmaşa, kopukluk bulunmamasıdır. Bütün bu mucizevi olaylar insanın iradesi dışında gerçekleşmektedir:

Görme olayı biraz daha detaylı incelendiğinde, göz ile beynin büyük bir uyum içinde hareket ettiği daha iyi anlaşılacaktır. Bu işlemlerden birkaçı şu şekildedir

*İki ayrı gözün retinasından gelen sinyallerin üst üste çakıştırılması.

*Bu görüntülerin karşılaştırılarak derinliğin algılanması.

*Çizgi ve sınırların fark edilmesi.

*Görme merkezinde renk analizi.

*Beyinde parlaklığın algılanması.

*Retinadan gelen görüntünün parçalanıp tekrar birleştirilmesi ve görsel hafızayla tamamlanması.

*Görüntünün ters çevrilmesi.

*Kör noktaya düşen görüntünün, boşluk olarak kalmaması için doldurulması.


Dış dünya dediğimiz herşey, beynimizin birkaç santimetrekarelik bir bölümünde, karanlık bir ortamda elektrik sinyallerinin yorumlanmasından ibarettir. Küçük bir et parçasının, iki boyutlu görüntüleri üç boyutlu hale çevirmesi, derinliği, gölgeleri, renkleri kendi başına ayırt edebilmesi imkansızdır. Bu muhteşem sistemi yoktan vareden yaratan ve yapacaklarını ona ilham eden yerlerin ve gögün Rabbi Yüce Allah'tır.

Maddeyi iki boyutlu olarak yaratıp, iki farklı açıdan görmemizi sağlayan da, bunları birleştirerek üç boyutlu bir şekilde algılattırarak bize mekan ve derinlik hissini yaşatan da alemlerin Rabbi Allah'tır.

O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne az şükrediyorsunuz. (Mü'minun Suresi, 78)

Laboratuvarda Hücre Sentezleme Çalışmaları Yaratılışı Destekler


Science dergisinin 13 Şubat 2004 tarihli sayısında "Cansız Maddeden Canlı Maddeye Geçişler" başlıklı bir yazı yayınlandı. (Steen Rasmussen et. al, "Transitions from Nonliving to Living Matter", Science, Vol 303, Issue 5660, sf. 963-965 , 13 Şubat 2004) Los Alamos Ulusal Laboratuvarında görevli olan Steen Rasmussen ve arkadaşlarınca birlikte kaleme alınan yazıda, iki uluslararası sempozyumda ele alınan suni yaşam formlarıyla ilgili çalışmalarla ilgili tezler konu ediliyordu. Laboratuvarda sentezlenebilecek bir yaşam formunun muhtemelen bir bakteriden çok daha küçük olacağı ve yaşayan veya soyu tükenmiş hiçbir hücreye benzemeyeceği belirtiliyor, bu amaçla sürdürülen çalışmalar ve izlenen yöntemler hakkında bilgiler veriliyordu.

Bu tür çalışmaların yaşamın rastlantısal olarak başladığı iddiasına hiçbir dayanak sağlamadığı bilinmelidir. Tam aksine, bu tür çalışmalar, yaşamın rastlantısal olarak değil, bilinçli tasarımla ortaya çıktığını savunan yaratılışçı görüşe destek oluşturur. Biyoloji profesörü William D. Stansfield'in şu sözleri bu durumu iyi açıklamaktadır:

"Yaratılışçılar, bilimin basit kimyasallardan gerçekten canlı meydana getirebileceği günü iple çekmişlerdir. İddia etmektedirler, ve bunda haklıdırlar ki, böyle insan yapımı bir yaşam-formu üretilebilse bile bu, doğal yaşam formlarının benzer kimyasal evrimsel süreçlerle geliştiğini kanıtlayamayacaktır. Bilim adamı bunu anlar ve teorileri test etmeyi ağırdan alır ." (William D. Stansfield, Professor of Biological Sciences, California Polytechnic State University, "The Science of Evolution," [1977], Macmillan: New York NY, 1983, Eighth Printing, pp10-11)
Laboratuvarda hücre sentezleme çalışmalarında tesadüfler değil, özel olarak tasarlanmış deney ortamı, bu amaçla yola çıkmış bilgili uzmanlar ve uygun şartları muhafaza etmeyi sağlayan teknolojik cihazların hepsi, bilinçli olarak planlanan ve sürdürülen bir sürece katkıda bulunur. Dolayısıyla bu çalışmaların başarıya ulaşması durumunda öngörüleri doğrulanacak olan, yaşamın rastlantısal olarak ortay açıktığı ve doğal sebeplere bağlı olarak geliştiğini iddia eden evrim teorisi değil, bilinçli tasarımdır. Yaşam formları sentezleme çalışmaları değerlendilirken bu önemli nokta akılda tutulmalıdır.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Zürafanın Uzun Boyuna Uygun Olarak Yaratılmış Özellikleri


Zürafalar, neden beyin kanaması geçirmezler?
Bu canlıların başı neden dönmez?
Zürafaların yemek borularındaki asansör sistemi nasıl işler?
Başlarını eğdiklerinde oluşabilecek ani tansiyon artışı hangi sistem vesilesiyle kontrol altında tutulur?
Zürafalar, neden ayakta uyumayı tercih ederler?

Zürafa dört beş metreye varan boyuyla karada yaşayan hayvanların en uzun boylusudur. Bu uzun boyu nedeniyle, yaşayabilmesi için kalbinden iki metre yukarıdaki beynine kan göndermesi şarttır. Bunun için olağanüstü güçlü bir kalbe ihtiyacı vardır. Nitekim zürafanın kalbi kafasından daha büyüktür ve yaklaşık 60 cm uzunluğa ve 11.8 kg’lık bir ağırlığa sahiptir.

Zürafaların kalbi 350 mm Hg’lik bir basınçla kan pompalayacak kadar güçlüdür. Diğer bir ifadeyle, zürafanın tansiyonu 35’e çıksa bile bu durumun zürafaya bir zararı olmaz. Canlılar arasındaki en yüksek kan basıncına sahip olan zürafaların kalpleri dakikada 170 kez atmakta ve tüm vücuduna 75 litre kan pompalayabilmektedir.

Zürafalarda bulunan kan hücresi miktarı, bir insanda bulunanın iki katıdır.

Zürafalar bir şey yedikten veya içtikten sonra kafalarını yerde kaldırdıklarında, kalplerinin beyinlerine yeterli miktarda kanı pompalayabilmesi için normalden iki kat daha fazla atması gerekmektedir. Peki normal koşullarda pek çok canlının ölümüne sebep olabilecek kadar güçlü olan bu sistem, nasıl olur da zürafaya zarar vermez? Bunun nedeni, özel bir haznenin içinde bulunan sistemin, basıncın bu ölümcül etkisini kaldırabilmek için küçük damarlarla kuşatılmış olmasıdır.

Zürafa Niçin Beyin Kanaması Geçirmez?

Zürafanın başından kalbine kadar giden bölümde; yukarı çıkan ve aşağı inen damarların oluşturduğu bir U sistemi bulunur. Ters yönde akan kan damarları toplam basıncı sıfırlar, böylece canlı, ani kanamalara neden olacak iç basınçtan kurtulmuş olur.

Kalpten aşağı seviyede kalan bacak ve ayakların da özel bir korumaya ihtiyacı vardır. Zürafanın bacak ve ayaklarını saran derinin son derece kalın olması onu kan basıncının kötü etkilerinden korur. Ayrıca damarların içinde, şiddetli kan akışını dengeleyerek basıncı kontrol altına alan kapakçıklar da bulunur.
Asıl büyük tehlike ise, hayvan su içmek için başını yere kadar indirdiğinde ortaya çıkar. Normalde beyin kanamasına sebep olacak kadar şiddetli olan kan basıncı, bu durumda daha çok artar. Ama bu tehlikeye karşı kusursuz bir önlem alınmıştır. Vücutta salgılanan “sefaloraşidien” adlı sıvı devreye girer ve kalp hacmini küçülterek pompalanan kanı azaltır.

Öte yandan, hayvanın boynunda, başını aşağı eğdiğinde devreye giren özel kapakçıklar vardır. Bu kapakçıklar kanın akışını büyük ölçüde azaltır ve böylece zürafa güven içinde su içip tekrar başını yukarı kaldırabilir. Zürafanın kat kat olan damarlarının kalın olması da, yine bu yüksek basınç tehlikesine karşı alınmış bir tedbirdir.

Zürafalar Neden Bayılmaz?

Zürafalar, başlarını aşağıdan yukarı kaldırmak için çok fazla zaman harcarlar ve bu yüzden kanın beyne gitmesi için vücutlarında kusursuz bir sistemin olması gereklidir. Bu sistem, çok güçlü bir pompa biçiminde çalışan bir kalp ve insandakinin iki katından daha fazla olan kan basıncından oluşur. İşte böylelikle zürafalar, bayılma nöbetlerinden korunmuş olurlar.

Nitekim zürafa başını kaldırdığında, baştaki kan damarları neredeyse bütün kanı yanaklarına, dillerine ya da deri gibi başın diğer bölümlerine aktarmaz; sadece beyne akması için yönlendirir. Aynı zamanda, hayvanın kalın derisi ve şahdamarındaki olağandışı bir kas -ki damarların genellikle kasları olmaz- kanı baştan kalbe geri taşıyan damara baskı yapar. İşte zürafa, insanlarınkinden çok daha iyi bir bayılmayı engelleyen mekanizmaya sahip olarak yaratıldığı için bayılmaz.

Zürafaların Yaratılışı, Allah’ın Üstün Sanatının Örneklerinden Biridir

Kuşkusuz, zürafalar sahip oldukları tüm özellikleri kendi ihtiyaçlarına göre planlayarak kazanmış olamazlar. Bu önemli özelliklerin zaman içinde yavaş yavaş işleyen bir evrim süreci ile oluştuğunun söylenmesi de mümkün değildir. Çünkü bir zürafanın yaşamını sürdürebilmesi için, mutlaka beynine kanı ulaştıracak bir pompalama sistemine, eğildiğinde ani kan basıncını azaltacak kapak sistemine ve başını kaldırdığında bayılmasını engelleyen damar sistemine aynı anda sahip olması şarttır. Bunlardan biri olmasa veya tam çalışmasa, zürafanın yaşamını sürdürmesi imkansız hale gelir.

Zürafaları Allah yaratmıştır ve yeryüzünde var olan diğer bütün canlılar gibi, zürafaların vücutlarında da Allah’ın üstün yaratma sanatının pek çok tecellisi bulunur. Allah bu durumu bir Kuran ayetinde şöyle bildirir:

“Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır.” (Casiye Suresi, 4)

Zürafaların Bilinmeyen Özellikleri

Yemek borularında bir asansör sistemi vardır: Zürafaların boyunlarının uzun olması, ağaçların en üst dallarına kadar uzanıp oradaki filizleri ve bitkileri yiyebilmelerini sağlar. Ancak hiç çiğnemeden yuttukları bu dikenli bitkiler önce dört bölmeli midelerine gider. Zürafalar daha sonra bunları sindirmek için tekrar ağızlarına gönderir ve ağızlarında çiğnerler. En sonunda da tekrar yutarak midelerinin bir başka bölmesine gönderirler. Ancak besinin mideden ağıza gidebilmesi için, yuttukları bitkilerin birkaç metre uzunluğunda olan boyunlarından yukarı doğru çıkması gerekir. Yüce Rabbimiz zürafaları besinleri yemek borusundan yukarı doğru çıkaracak asansör benzeri bir sistem ile birlikte yaratmıştır.

Ağız ve diş yapıları ihtiyaçlarına yöneliktir: Zürafaların dilleri 45 cm dışarı uzanabilir. Dişleri ise bir tarak gibi olduğu için sert akasya dallarının dikenlerini ve mineral gereksinimlerini karşılayan kemikleri rahatlıkla çiğneyebilirler.

Renkleri bulundukları ortama uygun olarak yaratılmıştır: Zürafaların benekli derileri, onların kamuflaj yapmalarına uygun olarak yaratılmıştır. Çünkü savan alanlarındaki ortamın rengi ile uyum içinde olmaları, düşmanları tarafından fark edilmelerini zorlaştırır.

Vücutları, hızlı koşmalarını sağlayacak biçimde yaratılmıştır: Zürafalar bir tehlike anında koşarak 50-70 km. hıza ulaşabilirler. Koşmaya başladıklarında başlarını pompalar gibi ileri geri götürür ve kuyruklarını kıvırırlar. Koşarken diğer bir özellikleri ise, diğer hayvanlar gibi ayaklarını çaprazlama atmamalarıdır. Önce ön ve arka sol, daha sonra ön ve arka sağ ayaklarını kullanarak koşarlar. Zürafanın bu koşma şekli, onun vahşi hayvanlar tarafından yakalanmasını zorlaştırır.

Küçük gruplar halinde yaşamaları güvenli bir ortam oluşturur: Zürafalar bütün yavrularına birlikte bakarlar. Yetişkin zürafalar dönüşümlü olarak yavruların başında nöbet tutarlar. Bu güvenlik sistemi sayesinde diğer anneler rahatlıkla yavru zürafaları bırakıp kilometrelerce uzağa yiyecek aramaya gidebilirler.
Yüce Allah zürafaların uyuma şekillerini özel olarak yaratmıştır:

Oturduklarında kalkmaları zor olduğundan, boyunlarını arka gövdelerinin yanına uzatarak ayakta uyurlar. Birkaç dakika dışında bütün uykularını bu şekilde ayakta geçirirler. Ayrıca zürafalar hiçbir zaman aynı anda uyumazlar. Mutlaka aralarından biri nöbet tutar.

Anne zürafa ve yavru arasındaki iletişim Yüce Allah’ın rahmetinin tecellisidir: Doğumdan sonraki birkaç gün içinde anne zürafa, zamanını yavrusunu yalayarak ve koklayarak geçirir, bu şekilde hem yavru temizlenmiş olur, hem de annesinin kokusunu öğrenir. Bu koku, anne ve yavrunun kalabalık bir sürünün içinde birbirlerini bulmaları gerektiğinde işe yarayacaktır.

Herhangi bir zorluk içinde olan yavru, annesinin dikkatini çekmek için çeşitli sesler çıkarır. Annesi de onu sesinden hemen tanır ve yardımına koşar. Zürafalar yavrularını hiç yanlarından ayırmazlar. Saldırıya uğradıklarında ise yavrularını vücutlarının altına iterler ve ön ayakları ile düşmanlarına sertçe vurarak saldırırlar.

NEDEN SUSARIZ?


Vücudumuzda bizim kontrolümüz dışında çalışan, hayati öneme sahip pek çok sistem mevcuttur. Gün içinde, bedenimizdeki suyun miktarındaki en ufak değişimlerin algılanması da bu sistemlerden birinin görevidir. Bu görevi, Allah'ın izni ile gerçekleştiren, beynimizde bezelye tanesi büyüklüğüne sahip olan 'hipotalamus'tur. Hipotalamusun hassas oldugu konulardan biri, kandaki su oranıdır.

Kandaki su oranı azaldığında, kan basıncında çok küçük de olsa bir düşme gerçeklesir. Bunun üzerine kalpten kanın çıktığı ilk nokta olan aortta bulunan ve kan basıncındaki değişiklikleri algılamakla görevli olan basınç ölçerler (baroreseptörler) devreye girer. Kan basıncındaki değişiklikle uyarılan bu hassas algılayıcılar durumu hemen beynimizdeki hipotalamus bölgesine bildirirler. Hipotalamus ise buna önlem olarak hemen altında yer alan 1 cm büyüklüğündeki hipofiz adlı bezde, "ADH" (Vazopressin) isimli bir hormonun üretilerek salgılanması emrini verir.

Bu hormon kan dolaşımı yolu ile uzun bir yolculuğa çıkar ve böbreklere ulaşır. Böbreklerde aynen bir kilidin bir anahtara uygunluğu gibi tam bu hormona uygun olan özel alıcılar vardır. Hormonlar bu alıcılara ulaştıkları anda böbreklere su tasarrufu düzenine geçilmesi mesajını iletir. Bu mesajı anlayan böbrek hücreleri derhal vücuttan su atılımını çok az bir düzeye indirirler.

Öte yandan yine aynı"vazopressin" hormonu beynimizde susama hissinin oluşmasına da neden olur. Biz ise, içimizdeki bu mükemmel sistemin işleyişinden hiç haberimiz olmadan, sadece bir bardak su içerek vücudumuzun su dengesini sağlamış oluruz.

Eğer hipofiz hormonu ve bu hormonun getirdiği "su tüketimini azaltın" emrini anlayıp uygulayan böbrek hücreleri olmasaydı, susuzluktan ölmemek için günde 15-20 litre su içmek zorunda kalırdık. Bu suyu sürekli olarak da dışarı atmamız gerekeceğinden, uyumamız veya bir yerde uzun süre oturmamiz mümkün olmazdı.

Görüldüğü gibi vücudumuzdaki su oranını dengede tutan bu sistemin bütün parçaları beyin ile ortak bir çalışma içindedir. Aorttaki hücreler bir mesaj göndererek su eksikliğini hemen beyne bildirmektedirler. Beyin de bu mesajın ne anlama geldiğini hemen anlayıp bir haberci yola çıkarmakta ve bu haberci vücuttaki pek çok organ içinden konuyla ilgili olana, böbreklere giderek neler yapması gerektiğini anlatmaktadır.

Bu işlemler gün içinde defalarca, biz hiç fark etmeden gerçekleşir. Üstelik sadece bizim bedenimizde değil, çevremizde bulunan bütün insanların; daha önce yaşamış olan ve bundan sonra dünya üzerinde yaşayacak olan insanların da vücutlarında bu sistem vardır. Hepsi ayni hassas algılayıcılara sahiptir. Hepsinin vücut hücreleri kan basıncı degişikliğinde nasıl davranmaları gerektigini bilmektedir. Bütün insanların bununla görevlendirilmiş olan hücreleri kandaki basınç değişikliklerini ölçecek yapıya da sahiptirler.

Bu kadar kompleks ve kusursuz bir sistem nasıl ortaya çıkmış ve bütün insanlarda aynıözelliklere sahip olmuştur?

Böyle bir mekanizmanın kör tesadüflerle ortaya çıkamayacağı akıl sahibi her insan için açık bir gerçektir. Sistemin parçalarının da kendi kendilerine bu özellikleri kazanmaları mümkün değildir. Bir insanın okuyup anlaması için dahi dikkat sarf etmesi ve düşünmesi gereken bu islemleri hücrelerin kendi kendilerine keşfedemeyecekleri de çok açıktır. Kaldı ki vazopressin, vücudumuzdaki yüzlerce hormondan tek bir tanesidir. Diğer hormonların her biri vücuttaki organlarla benzer baglantılar içindedir. Ve hiçbir hormon mesajını yanlış bir organa götürmez. Her organ kendisine gelen hormonun taşıdığı mesajı doğru ve eksiksiz anlar.

Böyle bir sistemin kendi başına var olamayacağı ortadadır. Bu üstün yaratılışın sahibi herşeyi yoktan vareden alemlerin Rabbi Yüce Allah'tır.

Her insanın yapması gereken, kendi bedenindeki bu yaratılış mucizelerini düşünmek ve herşeyi kusursuzca yaratmış olan Rabbimiz'e şükretmektir.

İste Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan baska İlah yoktur. Herşeyin Yaratıcısıdır, öyleyse O'na kulluk edin. O, herseyin üstünde bir vekildir. (Enam Suresi, 102)

Akıl kullanmak bir ayrıcalıktır



Bazı insanlar, çoğunluğa göre çok daha dikkat çekici şekilde üstün özelliklere sahiptirler. Görenler bu kimselere karşı içlerinde derin bir saygı ve hayranlık duyarlar. Ancak bu hayranlıklarının neden kaynaklandığı üzerinde pek düşünmezler. Dışarıdan bakan kimi insanlar da, bu kişinin doğal olarak böyle üstün vasıflara sahip olduğunu sanırlar. Kişiliğinin ya da fıtratının bu şekilde olduğunu, bu nedenle de hiç zorlanmadan böyle bir beğeni kazandıklarını düşünürler. Oysa ki hayranlıkla izlenen bu kişinin en önemli vasıflarından biri ‘akıl kullanması’dır. Sahip olduğu üstünlükler, bu akıl kullanmanın sonucunda ortaya çıkmaktadır.

İnsanların bir kısmı, bir insanın ahlakındaki bu güzelliklerden istifade etmek söz konusu olduğunda memnuniyetle bunu kabul eder. Ama aynı güzelliklerin kendilerinde de oluşması için akıl kullanmaya yanaşmazlar. Bunu çok zahmetli bir çaba olarak görür, bunun yerine ‘akıl kullanan kimseleri taklit etmeyi’ tercih ederler. Kuran'da bu kimselerin durumu, “… Onların çoğu akıl erdirmez.” (Maide Suresi, 103) ayetiyle haber verilmiştir.

Ancak akıl kullanmayıp sadece aklı taklit etmek, ne kişilerin kendileri açısından istedikleri sonucu verir, ne de çevrelerindeki insanlar üzerinde bir beğeni oluşturur. Hazıra konan, ezberci, akıl kullanmaya dayalı olmayan bu model, tam tersine, çoğu zaman insanları olumsuz yönde etkiler. Aklını kullanmadan, sadece aktarıcı konumdaki bir insanın sözleri, çevrede istenen ilgiyi oluşturmaz. Hatta adeta bir hipnoz etkisi yaparak, dinleyenlerin, çok ilgi çekici bir konuda dahi beyinlerinin uyuşmasına ve dikkatlerinin dağılmasına neden olur. Aynı şekilde taklidi olarak yapılan tavırlar da, karşı tarafta rahatsızlık meydana getirir. Bu tavırların, akıl kullanılarak, en uygun, en gerekli ve en isabetli şekilde, en yerinde, çevrede oluşturacağı etkinin en iyi şekilde hesaplanarak, en yeterli miktarda uygulanmamış olması ile, akıl kullanan bir kişinin tavırları arasında büyük bir tezat oluşur.

Akıl kullanmayıp böyle bir stili benimseyen insanların dikkate almadıkları asıl konu ise, akıl kullanmanın bir insan için çok büyük bir nimet, ayrıcalık ve konfor olmasıdır. Akıl kullanmak aynı zamanda çok zevklidir de. Bir insan akıl kullandıkça, hayatının her alanında olabilecek en güzel hayat şeklini elde etmiş olur. Dünyadaki tüm nimetlerden olabilecek en fazla zevki alabilecek bir anlayış kazanır. Herşeyi olabilecek en kısa zamanda çözüme kavuşturur. Ahlakını ve kişiliğini olabilecek en mükemmel hale getirir. Her özelliğiyle çevresinde mutlak bir beğeni ve hayranlık oluşturur. Her sözü alışılmadık, orjinal, ülfet kırıcı, etkili, hikmetli ve insanlara olabilecek en fazla faydayı sağlayacak şekildedir. Tavırlarında ve konuşmalarında rahatsız edici hiçbir detaya rastlanmaz. Her sözünün çevresine yapacağı etkiyi ve bunların risklerini en iyi şekilde hesaplayarak konuşur. Herkesin sevgisini, saygısını, yakınlığını, dostluğunu, güvenini kazanır. Kendisi de sevgiyi, saygıyı, dostluğu en mükemmel şekilde yaşayabilecek bir derinlik elde eder.

Elbetteki isteyen her insanın akıl kullanabilmesi söz konusu değildir. Akıl, ancak iman ile ortaya çıkar. Bir insan Allah'ı ne kadar çok seviyorsa, Allah'tan ne kadar çok korkuyorsa, Allah'ın buyruklarını dünyadaki herşeyden ne kadar üstte tutuyorsa, Allah ona o oranda akıl, samimiyet ve şuur açıklığı verir.

Bu nedenle, özellikle de bu imani gerçeği bilen insanların aklı taklit etmek yerine, gerçekten akıl kullanan bir insan olmaya çok özenmeleri ve bu yönde ciddi bir çaba içinde olmaları gerekir. Bunun bir insan için dünya hayatında olabilecek en büyük nimetlerden biri olduğunun anlaşılması çok önemlidir. Akıl kullanan bir insan ile akıl kullanmayıp sadece taklitçi ve aktarıcı konumunda olan bir insanın hayatı arasında çok büyük farklılıklar vardır. Ancak, aklını açmayan bir insan, içerisinde bulunduğu bu durum dolayısıyla aslında nasıl büyük bir kayıp içerisinde olduğunun farkında değildir. Ancak akıllı bir insan bu kişilerin kaybını fark edebilecek bir şuur açıklığı içerisindedir.

Bu nedenle her insanın, kendisi için, aklını az kullanıyor olabileceği ihtimalini düşünmesi ve bu ihtimale göre aklını çok daha iyi kullanmaya çalışması gerekir. İnsan Allah'a karşı dürüst ve samimi olursa, Allah ona her an her olayda ne yapması gerektiğini; en akılcı sözleri, en akılcı davranışları ilham eder. Kim Allah'a karşı çok samimi olursa, Allah onu çok akıllı kılar. Allah Kuran'da bu gerçeği insanlara şöyle bildirmiştir:

Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sahibidir. (Enfal Suresi, 29)

19 Ekim 2010 Salı

Bilim; Anti-Darwinist, Anti-Ateisttir

BİLİM DARWİNİZM'İN DÜŞMANIDIR. BİLİM, ATEİZMİN KARŞISINDADIR. BİLİM ANTİ-KOMÜNİSTTİR, ANTİ-MARKSİSTİR. BİLİM; MARKSİST, ATEİST VE DARWİNİST DÜŞÜNCEYİ PARAMPARÇA EDEN BİR YAPIDIR. Bilim ile Darwinist aldatmaca yıkılmıştır. Bilim ile Darwinist propaganda en büyük darbesini almıştır. Bilim, kitlelere yıllarca telkin edilen evrim sahtekarlığını bozguna uğratmıştır. Bilim, ateist felsefenin temellerini yıkmıştır. Bilim, nereye gitse, nerede gündeme gelse, nerede kendini gösterse Darwinizm'i parçalar, yok eder. Dolayısıyla BİLİM, ANTİ-PAGANDIR. Bilim; putperest düşünceleri, batıl dinleri, sahte ideolojileri ortadan kaldırır. İşte bu nedenle BİLİM, DARWİNİSTLERİN EN BÜYÜK ACILARINDAN BİRİDİR.

Darwinizm'i bilim gibi göstermek, tüm dünya üzerinde oynanan çirkin bir oyunun bir parçasıdır. Allah inancını yeryüzünden kaldırabilmek için (Allah'ı tenzih ederiz) yeni bir dine ihtiyaç duyan deccali sistem, yıllar önce en etkili hipnoz yöntemini tespit etmiş ve hemen bilime sarılmıştır. Bilimi kullanarak insanları aldatabileceğini, tüm dünyaya ulaşabileceğini ve en kilit yerleri eline geçirebileceğini, bilim adı altında tüm sahtekarlıkları rahatça gerçekleştirebileceğini fark etmiştir.
Deccal sisteminin dünya çapında gerçekleştirdiği kitle hipnozu bilim adı altında yaygınlaştırılmıştır.

Dost bildikleri bilim Darwinistleri yıkıp darmadağın etmiştir

Darwinistler, bilimsellik sahtekarlığını pervasızca uygularken, bilimin kendilerine bu kadar büyük acılar çektireceğini hiç tahmin etmemişlerdi. Bilimin yalnızca dine hizmet ettiğini görünce şoka girdiler. Tarihin en büyük bilim adamlarının Allah'a iman ettikleri tüm dünyaya ilan edilince dehşete kapıldılar. Bilimsellik safsatasına tekrar sarılmaya çalıştılar fakat tutunamadılar. Çaresizce, seslerini iyice kıstılar. Bilimin ateizmi, Darwinizm'i, Marksizm'i, komünizmi, materyalizmi ve diğer tüm batıl ideolojileri boğup yerle bir ettiğini kendi gözleriyle gördüler. Darwinistler, bilim karşısında en büyük yenilgilerini aldılar. Dost bildikleri bilim, onları yıkıp darmadağın etti.

Bilimin gelişmesi ile 21. yüzyılda ortaya çıkan en büyük gerçeklerden biri şudur: Bilim Allah'a iman edenler içindir. Bilim samimi dindarlara fayda getirir. Allah Kuran'da sivrisineğe (Bakara Suresi, 26), bal arısına (Nahl Suresi, 68) dikkat çeker. Bir yörünge üzerinde hareket eden yıldızlara (Zariyat Suresi, 7), suyun yüzünde gezen gemilere (Hac Suresi, 65) dikkat çeker. Allah Kuran'da, yeşeren yapraklara (Enam Suresi, 59), yedi kat gökyüzüne (İsra Suresi, 44) dikkat çeker. Allah, Kuran'da iman edenlerin bu iman delillerine karşı dikkatli olmalarını ister. İnsan, bilim ile araştırdıkça bu dikkat çeken yapıların derinliklerini keşfeder. Bir sivrisineğin borusunu nasıl bir anestezi yöntemi ile yerleştirdiğini, o lokal anestezinin meydana geldiği yerdeki maddenin moleküler yapısını bize bilim verir. Yeşil yaprağın gerçekleştirdiği fotosentez mucizesi, gemileri yüzdüren sularda var olan fizik kanunları, gökte asılı duran ve -Allah'ın dilemesi dışında- asla dengesini bozmayan devasa gök cisimleri bilimin bize gösterdiği gerçeklerdir. Kuran'da haber verilen her şeyi bilim bize kanıtlar. Dolayısıyla vicdanıyla ve aklıyla düşünebilen bir insan, Kuran'daki tek bir örnekten, Allah'ın Yüce Varlığını hemen kavrar. İşte bu sebeple Kuran'da örnek verilen tek bir sivrisinek, Yüce Rabbimiz'e iman etmek için yeterlidir. Allah ayetlerinde şöyle bildirir:

"Şüphesiz Allah, bir sivrisineği de, ondan üstün olanı da, (herhangi bir şeyi) örnek vermekten çekinmez. Böylece iman edenler, kuşkusuz bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler; inkar edenler ise, "Allah, bu örnekle neyi amaçlamış?" derler. (Oysa Allah,) Bununla birçoğunu saptırır, birçoğunu da hidayete erdirir. Ancak O, fasıklardan başkasını saptırmaz." (Bakara Suresi, 26)

"Ey insanlar, (size) bir örnek verildi; şimdi onu dinleyin. Sizin, Allah'ın dışında tapmakta olduklarınız -hepsi bunun için biraraya gelseler dahi- gerçekten bir sinek bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kapacak olsa, bunu da ondan geri alamazlar. İsteyen de güçsüz, istenen de." (Hac Suresi, 73)

İman hakikatleri, bilimin bize gösterdiği hediyelerdir. Allah'ın muhteşem bir nimetidir. Allah, üstünlüğünü, büyüklüğünü, yüceliğini göstermek için bilimi vesile eder. Bilimi de, bilimin keşfettiklerini de yaratan alemlerin Rabbi olan Allah'tır.

Darwinistler şu anda dehşet içindeler. Bilimin anti-pagan, anti-Darwinist olduğunu hayretle fark ettiler. Bu acı, Darwinistlerin 150 yıldır yaşadığı en büyük acıların başındadır. Bilimi anlayanların, bilimin içinde olanların Darwinizm'i kitleler halinde terk etmesi bu acıyı artırmıştır. Bilimin İslam'a hizmet etmesi, bu acıyı katlamıştır. Öyle ki Darwinistler utanç içinde uzaylıları kurtarıcı ilan etmişlerdir. İşte, 150 yıldır kitle hipnozu yapan deccal sisteminin son olarak düştüğü durum budur.

Bilim, her dalıyla Allah'ın Yüce Varlığını göstermektedir. 21. Yüzyıl bu keşfin ve dehşetli Darwinist yenilginin yüzyılı olacaktır.