31 Ağustos 2010 Salı

İnsanın Kusursuz Vücudu: EL


Allah, sizi bir za'ftan yarattı, sonra (bu) za'fın ardından bir kuvvet kıldı, sonra bu kuvvetin ardından da bir za'f ve yaşlılık verdi...
(Rum Suresi, 54)


Bir çayı karıştırmak, gazetenin sayfalarını çevirmek, yazı yazmak gibi sıradan gördüğümüz işlemleri yürüten elimiz gerçekte inanılmaz bir mühendislik harikası olarak çalışmaktadır.

Elin en önemli özelliği, tamamen standart bir yapısı olmasına rağmen birbirinden çok farklı kullanım alanlarında büyük bir verimle işlemesidir. Çok sayıda kas ve sinire sahip olan kollarımız, şartlara göre elimizin kuvvetli veya yumuşak kavramasında yardımcı olurlar. Mesela; insan eli, yumruk sıkılmamış haldeyken bile herhangi bir nesnenin üzerine 45 kilo ağırlığında bir güçle darbe indirebilir; diğer taraftan da başparmak ve işaret parmağı arasına aldığı, milimetrenin onda biri inceliğindeki bir kağıt parçasını da hissedebilir.


Görüldüğü gibi bu iki işlem de birbirinden tamamen farklı niteliklere sahip işlemlerdir. Biri çok ince bir ayar gerektirirken, diğeri tam tersine büyük bir güç gerektirmektedir. Ama biz, kağıdı alırken de, yumruk atarken de 1 saniye bile nasıl yapmamız gerektiğini düşünmeyiz, ikisi arasındaki güç farkını ayarlamayı da düşünmeyiz. "Şimdi bir kağıt alacağım en iyisi 500 gramlık bir güç uygulayayım, şimdi de su dolu kovayı kaldıracağım bunun için de 40 kiloluk bir güç uygulayayım" demeyiz. Bunlar aklımıza bile gelmez.

Çünkü insan eli bütün bu işlemleri aynı anda yapabilecek şekilde tasarlanmıştır. El, bütün özellikleriyle birlikte, kendisine bağlı bütün yapılarla birlikte aynı anda yaratılmıştır.

Eldeki bütün parmaklar, işlevlerine göre en uygun uzunluktadırlar ve en uygun yerdedirler, ayrıca birbirlerine orantılıdırlar. Mesela, normal başparmağa sahip bir elle atılan yumruğun gücü, normalden daha kısa bir başparmağa sahip elin attığı yumruğun gücünden daha fazladır. Çünkü başparmak, kendisi için seçilen uygun uzunluk sayesinde diğer parmakların üzerine kıvrılabilmekte, böylece onları destekleyerek güç arttırımını sağlamaktadır.


Elin yapısında çok ince detaylar vardır; mesela kas ve sinirlerin yanında bazı küçük yapıları da barındırır. Mesela parmaklarımızın ucundaki tırnaklar kesinlikle gereksiz aksesuarlar değildir. Yere düşmüş bir iğneyi alırken, parmaklarımız kadar tırnaklarımızın da yardımına başvururuz. Elimizdeki parmak izlerini oluşturan pürüzler ve tırnaklar sayesinde de küçük şeyleri rahatlıkla kavrarız. Hepsinden önemlisi tırnaklar, parmakların, tuttukları cisme uygulamaları gereken hassas basıncın ayarlanmasında büyük rol oynarlar.

Elimizi diğer organlarımızdan ayıran bir başka özelliği de yorulmamasıdır.

Tıp ve bilim dünyasının en büyük çabalarından biri; insan elinin bir benzerini yapay olarak üretebilmektir. Yapılan robot eller; güç açısından insan eliyle aynı performansa sahiptirler, ancak insan elinde var olan dokunmadaki hassasiyet, mükemmel manevra yeteneği ve değişik işler yapabilme yetenekleri konusunda aynı şeyi söylemek mümkün değildir.

Nitekim birçok bilim adamı, insan elinin tüm fonksiyonlarına sahip robot bir elin yapılamayacağını düşünmektedir. "Karlsruhe Eli" olarak adlandırılan robot eli yapan mühendis Hans J. Schneebeli bu konuda şunları söylüyor: "Robot eller üzerinde ne kadar çok çalışırsam, insanların sahip oldukları ellere de o kadar çok hayran oluyorum. İnsan elinin yaptığı işin bir kısmına bile ulaşabilmemiz için daha çok zamanın geçmesi gerekir."



Diğer yandan el genelde gözün ortaklığıyla işleyen bir organdır. Gözün algıladığı sinyaller beyne ulaştırılır ve beyinden gelen yeni bir komutla; el, yapacağı işe uygun olarak harekete geçer. Tabii ki bunlar çok kısa sürede ve bizim bu iş için özel bir çaba sarf etmemize gerek kalmadan gerçekleşir. Robot eller ise, ancak ya görme ya da dokunma özelliğini esas alarak hareket edebilirler. Yapacakları her işlem için farklı komutlar verilmesi gereklidir. Ayrıca robot eller farklı farklı fonksiyonları da yerine getiremezler. Örneğin piyano çalabilen bir robot el, çekiç tutamaz. Çekiç tutan bir robot el ise yumurtayı kırmadan tutamaz. Yoğun araştırmalar sonucunda yeni yeni üretilmeye başlayan bazı robot eller, bu işlemlerin 2-3 tanesini bir arada yapabilmektedir ama bu, elin kabiliyetlerinin yanında son derece ilkel kalmaktadır.



Tüm bunların üstüne; insanda iki elin aynı anda, mükemmel bir uyumla çalıştığı da eklenince, eldeki tasarımın kusursuzluğu daha net ortaya çıkmaktadır.

El, insanlar için Allah tarafından, özel olarak tasarlanmış bir organdır. Her özelliğiyle Allah'ın yaratma sanatındaki kusursuzluğu ve örneksizliği bizlere gösterir.


30 Ağustos 2010 Pazartesi

EVREN YOKTAN YARATILDI...


Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir.
(Bakara Suresi, 117)


İçinde bulunduğumuz uçsuz bucaksız evrenin nasıl var olduğu, nereye doğru gittiği, içindeki düzen ve dengeyi sağlayan kanunların nasıl işledikleri her devirde insanların merak konusu olmuştur. Bilim adamları, düşünürler asırlardır bu konuyla ilgili sayısız araştırmalar yapmışlar, pek çok teoriler üretmişlerdir.

20. yüzyılın başlarına dek hakim olan görüş, evrenin sonsuz boyutlara sahip olduğu, sonsuzdan beri var olduğu ve sonsuza kadar da var olacağı şeklindeydi. "Statik evren modeli" adı verilen bu anlayışa göre, evren için herhangi bir başlangıç veya son söz konusu değildi.

Materyalist felsefenin de temelini oluşturan bu görüş, evreni sabit, durağan ve değişmez bir maddeler bütünü olarak kabul ederken bir Yaratıcı'nın varlığını da reddediyordu.


Materyalizm, maddeyi mutlak varlık sayan, maddeden başka hiçbir şeyin varlığını kabul etmeyen bir düşünce sistemidir. Tarihi eski Yunan'a kadar uzanan, ama özellikle 19. yüzyılda yaygınlaşan bu düşünce sistemi, Karl Marx'ın diyalektik materyalizmiyle ünlenmişti.

19. yüzyıldaki durağan evren modeli, başta belirttiğimiz gibi, materyalist felsefeye zemin sağlamıştı. Materyalist felsefeci George Politzer, bu evren modeline dayanarak, "Felsefenin Başlangıç İlkeleri" adlı kitabında; "evrenin yaratılmış birşey" olmadığını öne sürmüş ve şöyle demişti: "Eğer yaratılmış olsaydı, o takdirde Allah tarafından belli bir anda ve yoktan var edilmiş olması gerekirdi".

Politzer evrenin yoktan var edilmediğini iddia ederken 19. yüzyılın durağan evren modeline dayanıyor ve dolayısıyla bilimsel bir iddia ortaya attığını sanıyordu. Oysa 20. yüzyılda gelişen bilim ve teknoloji, materyalistlere zemin sağlayan durağan evren modeli gibi ilkel anlayışları kökünden yıkmıştır. 21. yüzyılın eşiğinde olduğumuz şu dönemde, evrenin bir başlangıcı olduğu, yok iken bir anda büyük bir patlamayla yaratıldığı modern fizik tarafından pek çok deney, gözlem ve hesapla ispatlanmış durumdadır.

Ayrıca, evrenin, materyalistlerin iddia ettikleri gibi sabit ve durağan olmadığı, tam tersine sürekli bir hareket ve değişim içinde olduğu, genişlediği saptanmıştır. Bugün bu gerçekler bütün bilim dünyası tarafından kabul edilmektedir.

Şimdi de bu çok önemli gerçeklerin bilim dünyası tarafından nasıl ortaya çıkarıldığından bahsedelim:

1929 yılında California Mount Wilson gözlem evinde, Amerikalı astronom Edwin Hubble kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların, uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru yaklaşan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bu buluş bilim dünyasında büyük bir yankı yarattı. Çünkü bilinen fizik kurallarına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. Hubble'ın gözlemleri sırasında ise yıldızların ışıklarında kızıla doğru bir kayma farkedilmişti. Yani yıldızlar bizden sürekli olarak uzaklaşmaktaydılar.

Hubble, çok geçmeden çok önemli bir şeyi daha keşfetti: Yıldızlar ve galaksiler sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlardı. Herşeyin birbirinden uzaklaştığı bir evren karşısında varılabilecek tek sonuç, evrenin her an "genişlemekte" olduğuydu.

Konuyu daha iyi anlamak için, evreni şişirilen bir balonun yüzeyi gibi düşünmek mümkündür. Balonun yüzeyindeki noktaların balon şiştikçe birbirlerinden uzaklaşmaları gibi, evrendeki cisimler de evren genişledikçe birbirlerinden uzaklaşmaktadırlar.

Aslında bu gerçek daha önceden de teorik olarak keşfedilmişti. Yüzyılın en büyük bilim adamı sayılan Albert Einstein, teorik fizik alanında yaptığı hesaplamalarla evrenin durağan olamayacağı sonucuna varmıştı. Fakat o devrin genel kabul gören durağan evren modeliyle ters düşmemek için bu buluşunu bir kenara bırakmıştı. Einstein bu davranışını daha sonra, 'kariyerinin en büyük hatası' olarak adlandıracaktı. Daha sonra Hubble'ın gözlemleriyle evrenin genişlediği kesinlik kazandı.
Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar diye tutuyor. Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, kendisinden sonra artık kimse onları tutamaz. Doğrusu O, Halim’dir, bağışlayandır.
(Fatır Suresi, 41)


Peki evrenin genişliyor olmasının, evrenin varoluşu konusundaki önemi neydi?

Evren genişlediğine göre, zaman içinde geriye doğru gidildiğinde evrenin tek bir noktadan başladığı ortaya çıkıyordu. Yapılan hesaplamalar, evrenin tüm maddesini içinde barındıran bu "tek nokta"nın, "sıfır hacme" ve "sonsuz yoğunluğa" sahip olması gerektiğini gösterdi. Evren, sıfır hacme sahip bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Evrenin başlangıcı olan bu büyük patlamaya ingilizce karşılığı olan "Big Bang" ismi verildi ve bu teori de aynı isimle anılmaya başlandı.

Aslında sıfır hacim bu konunun teorik bir ifade biçimidir. Bilim, insan aklının kavrama sınırlarını aşan 'yokluk' kavramını ancak 'sıfır hacimdeki nokta' ifadesi ile tarif edebilmektedir. Gerçekte ise sıfır hacimdeki bir nokta 'yokluk' anlamına gelir. Evren de yokluktan var olmuştur. Diğer bir deyimle yaratılmıştır.

Modern fiziğin ancak bu yüzyılın sonlarına doğru ulaştığı bu büyük gerçek, Kuran'da bize 14 yüzyıl önceden şöyle haber verilmekteydi:

O Allah gökleri ve yeri yoktan var edendir. (Enam Suresi, 101)

Bilindiği gibi Big Bang teorisi, başlangıçta evrendeki tüm cisimlerin birarada olduklarını ve sonradan ayrıldıklarını göstermiştir. Big Bang teorisinin ortaya koyduğu bu gerçek de, zamanımızdan tam 14 asır önce insanların evren hakkındaki bilgilerinin son derece kısıtlı olduğu bir dönemde yine Kuran'da şöyle bildiriliyordu:

O inkar edenler görmüyorlar mı ki başlangıçta göklerle yer birbiriyle bitişikken, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı? (Enbiya Suresi, 30)

Yani herşey, hatta henüz yaratılmamış olan "gökler ve yer" bile, tek bir noktadayken büyük patlama ile yaratılmış ve birbirlerinden ayrılarak evrenin bugünkü şeklini meydana getirmişlerdir.

Ayetin ifadelerini Big Bang teorisi ile karşılaştırdığımızda tam bir uyum içinde olduklarını görürüz. Oysa Big Bang'in bilimsel bir teori olarak ortaya atılması ancak 20. yüzyılda mümkün olmuştur.

Evrenin genişlemesi, Büyük Patlama teorisinin yani evrenin yoktan var edildiğinin en önemli kanıtlarından biridir. Evren yaratıldığından beri süregelen bu gerçek, modern bilim tarafından ancak bu yüzyılda keşfedildiği halde Kuran'da bu gerçek yine bundan 14 asır önce haber verilmiştir:

Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz Biz (onu) genişleticiyiz. (Zariyat Suresi, 47)

Açıkça görüldüğü gibi, Büyük Patlama teorisi evrenin "yoktan var edildiği"nin, yani Allah tarafından yaratıldığının ispatıydı.

Big Bang'in bu zaferi ile birlikte, materyalist felsefenin temeli olan "ezeli madde" kavramı da tarihe karışmış oldu. Peki o zaman Big Bang'den önce ne vardı ve "yok" olan evreni bu büyük patlama ile "var" hale getiren güç neydi? Elbette ki bu soru bir Yaratıcı'nın varlığını göstermektedir. Ünlü ateist felsefeci Anthony Flew, bu konuda şunları söyler:

"İtiraflarda bulunmanın insan ruhuna iyi geldiğini söylerler. Ben de bir itirafta bulunacağım: Big Bang modeli, bir ateist açısından oldukça sıkıntı vericidir. Çünkü bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir: Evrenin bir başlangıcı olduğu iddiasını. Sadece evrenin bir sonunun ve başlangıcının olmadığını kabul ettiğimiz sürece, evrenin şu anki varlığının mutlak bir açıklama olduğunu savunabiliriz. Ben hala bu açıklamaya inanıyorum, ama bunu Big Bang karşısında savunmanın pek kolay ve rahat bir durum olmadığını itiraf etmeliyim."

Kendisini ateist olmak için körü körüne şartlandırmayan pek çok bilim adamı ise, evrenin yaratılışında sonsuz güç sahibi bir Yaratıcı'nın varlığını kabul etmiş durumdadır. Bu Yaratıcı, hem maddeyi hem de zamanı yaratmış olan, yani her ikisinden de bağımsız bir varlık olmalıdır. Ünlü Amerikalı astrofizikçi Hugh Ross bu gerçeği şöyle açıklar:

"Eğer zaman ve madde, patlamayla birlikte ortaya çıkmışsa, o zaman evreni meydana getiren nedenin, evrendeki zaman ve mekandan tamamen bağımsız olması gerekir. Bu bize Yaratıcı'nın evrendeki tüm boyutların üzerinde olduğunu gösterir. Aynı zamanda Yaratıcı'nın bazılarının savunduğu gibi evrenin kendisi olmadığını ve evreni kapladığını, sadece evrenin içindeki bir güç olmadığını kanıtlar."

Bu bilim adamının da söylediği gibi, madde ve zaman, tüm bu kavramlardan bağımsız olan sonsuz güç sahibi bir Yaratıcı tarafından var edilmiştir. O Yaratıcı, göklerin ve yerin Rabbi olan Allah'tır.

GÖKLERDEKİ DÜZEN



Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür. Ancak insanların çoğu bilmezler.
(Mümin Suresi, 57)



Kainatta kusursuz bir düzen bulunmaktadır. Bu kusursuz düzen içinde güneş sistemi çok küçük bir yer tutmaktadır. Ancak kainata göre bir nokta tanesi kadar küçük olan bu sistem, bize göre çok büyüktür. Güneş sisteminin büyüklüğünü biraz daha detaylı düşünelim.

Bu sistem, evrenin içindeki diğer yıldızlara göre orta-küçük bir yıldız olan Güneş'in etrafında dönmekte olan dokuz gezegenden ve onların elli dört uydusundan oluşur. Dünya, sistemde Güneş'e en yakın üçüncü gezegendir. Güneş'in çapı, Dünya'nın çapının 103 katı kadardır. Ancak bu kadar dev bir boyuta sahip olan Güneş Sistemi, içinde bulunduğu Samanyolu galaksisine oranla oldukça mütevazidir. Çünkü Samanyolu galaksisinin içinde, Güneş gibi ve çoğu ondan daha büyük olmak üzere yaklaşık 250 milyar yıldız vardır. Spiral şeklindeki bu galaksinin kollarının birisinde, bizim Güneşimiz yer almaktadır.


Ancak ilginç olan, Samanyolu galaksisinin de uzayın geneli düşünüldüğünde çok "küçük" bir yer oluşudur. Çünkü uzayda başka galaksiler de vardır, hem de tahminlere göre, yaklaşık 300 milyar kadar!... George Greenstein, bu akıl almaz büyüklükle ilgili, The Symbiotic Universe (Simbiyotik Evren) adlı kitabında şöyle yazar:

Eğer yıldızlar birbirlerine biraz daha yakın olsalar, astrofizik çok da farklı olmazdı. Yıldızlarda, nebulalarda ve diğer gök cisimlerinde süregiden temel fiziksel işlemlerde hiçbir değişim gerçekleşmezdi. Uzak bir noktadan bakıldığında, galaksimizin görünüşü de şimdikiyle aynı olurdu. Tek fark, gece çimler üzerine uzanıp da izlediğim gökyüzünde çok daha fazla sayıda yıldız bulunması olurdu. Ama pardon, evet; bir fark daha olurdu: Bu manzarayı seyredecek olan "ben" olmazdım... Uzaydaki bu devasa boşluk, bizim varlığımızın bir ön şartıdır.

Greenstein, bunun nedenini de açıklar; uzaydaki büyük boşluklar, bazı fiziksel değişkenlerin tam insan yaşamına uygun biçimde şekillenmesini sağlamaktadır. Ayrıca Dünya'nın, uzay boşluğunda gezinen dev gök cisimleriyle çarpışmasını engelleyen etken de, evrendeki gök cisimlerinin arasının bu denli büyük boşluklarla dolu oluşudur.

Kısacası evrendeki gök cisimlerinin dağılımı, kusursuz düzen ve denge insanın yaşamı için tam olması gereken yapıdadır. Dev boşluklar, amaçsız yere ortaya çıkmamışlardır; amaçlı bir yaratılışın sonucudurlar.



Güneş Sistemi

Evrendeki düzenliliği en açık olarak gözlemlediğimiz alanlardan biri de, Dünyamızın içinde bulunduğu Güneş Sistemi'dir. Güneş Sistemi'nde 9 ayrı gezegen ve bu gezegenlere bağlı 54 ayrı uydu yer alır. Bu gezegenler, Güneş'e olan yakınlıklarına göre; Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Neptün, Uranüs ve Pluton'dur. Bu gezegenlerin ve 54 uydularının içinde yaşama uygun bir yüzey ve atmosfere sahip olan yegane gök cismi ise Dünya'dır.

Güneş Sistemi'nin yapısını incelediğimizde, yine büyük bir denge ile karşılaşırız. Gezegenleri dondurucu soğukluktaki dış uzaya savrulmaktan koruyan etki, Güneş'in "çekim gücü" ile gezegenin "merkez-kaç kuvveti" arasındaki dengedir. Güneş sahip olduğu büyük çekim gücü nedeniyle tüm gezegenleri çeker, onlar da dönmelerinin verdiği merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimden kurtulurlar. Ama eğer gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş'e doğru çekilirler ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı.

Bunun tersi de mümkündür. Eğer gezegenler daha hızlı dönseler, bu sefer de Güneş'in gücü onları tutmaya yetmeyecek ve gezegenler dış uzaya savrulacaklardı. Oysa çok hassas olan bu denge kurulmuştur ve sistem bu dengeyi koruduğu için devam etmektedir.

Bu arada söz konusu dengenin her gezegen için ayrı ayrı kurulmuş olduğuna da dikkat etmek gerekir. Çünkü gezegenlerin Güneş'e olan uzaklıkları çok farklıdır. Dahası, kütleleri çok farklıdır. Bu nedenle, hepsi için ayrı dönüş hızlarının belirlenmesi lazımdır ki, Güneş'e yapışmaktan ya da Güneş'ten uzaklaşıp uzaya savrulmaktan kurtulsunlar.

Materyalist astronomi anlayışı, Güneş Sistemi'nin kökeninin doğal fiziksel süreçlerle açıklanabileceğini, yani bu sistemin kendiliğinden ve tesadüfen oluşabileceğini öne sürer. Ancak son 300 yıldır bu konuda ortaya atılan tüm farklı teoriler birer spekülasyondan ileri gidememiştir. Güneş Sistemi'nin kökeni, materyalist bir bakış açısıyla, açıklanamayan bir sır konumundadır.

Güneş Sistemi'ndeki olağanüstü hassas dengeyi keşfeden Kepler, Galilei gibi astronomlar ise, bu sistemin çok açık bir tasarımı gösterdiğini ve Allah'ın evrene olan hakimiyetinin ispatı olduğunu belirtmişlerdir. Güneş Sistemi'nin yapısı hakkında önemli keşiflerde bulunan -ve "yaşamış en büyük bilimadamı" sayılan- Isaac Newton ise şöyle yazmıştır:

Güneş'ten, gezegenlerden ve kuyruklu yıldızlardan oluşan bu çok hassas sistem, sadece akıl ve güç sahibi bir Varlık'ın amacından ve hakimiyetinden kaynaklanabilir... O, bunların hepsini yönetmektedir ve bu egemenliği dolayısıyladır ki O'na, "Üstün Kuvvet Sahibi Rab" denir.
O, gökleri ve yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan ve sonra arşa istiva edendir. Rahman (olan Allah)dır. Bunu (bundan) haberi olana sor.
(Furkan Suresi, 59)


Göklerde ve yerde olanlar Allah'ındır. Şüphesiz Allah, Gani (hiç kimseye ve hiç bir şeye muhtaç olmayan)dır, Hamid (hamd da yalnızca O'na ait)tir.
(Lokman Suresi, 26)





Dünya'nın Yeri

Güneş Sistemi'ndeki bu muhteşem dengenin yanısıra, üzerinde yaşadığımız Dünya gezegeninin bu sistem ve genel olarak uzay içindeki yeri de, yine kusursuz bir yaratılışın varlığını göstermektedir.

Son astronomik bulgular, sistemdeki diğer gezegenlerin varlığının, Dünya'nın güvenliği ve yörüngesi için büyük önem taşıdığını göstermiştir. Jüpiter'in konumu buna bir örnektir. Güneş Sistemi'nin en büyük gezegeni olan Jüpiter, varlığıyla aslında Dünya'nın dengesini sağlamaktadır. Astrofizik hesaplamalar, Jüpiter'in bulunduğu yörüngedeki varlığının, sistemdeki Dünya gibi diğer gezegenlerin yörüngelerinin istikrarlı olmasını sağladığını ortaya çıkarmıştır. Jüpiter'in Dünya'yı koruyucu ikinci bir işlevini ise, gezegen bilimci George Wetherill "Jüpiter Ne Kadar Özel" adlı bir makalede şöyle açıklar:

Jüpiter'in bulunduğu yerde eğer bu büyüklükte bir gezegen var olmasaydı, Dünya, gezegenler arası boşlukta gezinen meteorlara ve kuyrukluyıldızlara yaklaşık bin kat daha fazla hedef olurdu... Eğer Jüpiter olduğu yerde olmasaydı, şu anda biz de Güneş Sistemi'nin kökenini araştırmak için var olamazdık.3

Kısacası Güneş Sistemi'nin yapısı, her türlü ayrıntısıyla birlikte canlılar için özel bir tasarıma sahiptir. Bir başka deyişle, evrenin fiziksel yasaları gibi Dünya'nın uzaydaki konumu da, bu evrenin insan yaşamı için tasarlanmış olduğunu gösteren kanıtlar içermektedir. Yapılan tüm araştırmalar bu kusursuz düzenin ve tasarımın sonsuz bir güç ve akıl sahibi olan Allah tarafından yaratıldığını tasdik etmektedir.

Kimi insanların bunu kavrayamamalarının nedeni ise samimi ve ön yargısız bir biçimde düşünememeleridir. Oysa samimi olarak düşünen her akıl sahibi insan, evrende hiçbir şeyin amaçsız ve başıboş olmadığını, "Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve ikisi arasında bulunan şeyleri batıl olarak yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır..." ayetiyle bildirildiği gibi, Allah tarafından canlılar için yaratılmış ve düzenlenmiş olduğunu anlar. (Sad Suresi, 27)

Bu derin kavrayış, bir başka Kuran ayetinde şöyle tarif edilmektedir:

Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten deliller vardır. Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı anarlar ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) "Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru." (Al-i İmran Suresi, 190-191)
Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O'nun emriyle emre hazır kılınmıştır. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için ayetler vardır.
(Nahl Suresi, 12)

Büyük Kedilerin Mükemmel Tasarımları

Doğadaki en vahşi hayvanlar sınıfına giren büyük kedilerin vücutlarındaki ve yaşamlarındaki ilginç sistemler, bir yandan evrim teorisinin geçersizliğini bir kez daha ortaya koyarken, diğer taraftan önemli bir gerçeğin de delillerini oluşturmaktadır: Tüm evreni Yüce Allah en mükemmel şekilde yaratmıştır ve her bir canlı O'nun ilhamı ile hareket etmektedir. Bunun yanı sıra birazdan inceleyeceğimiz örneklerde de görüleceği gibi, Allah canlılara karşı son derece şefkatli olan ve yarattıklarını en iyi bilendir.

Büyük Kedilerin Postları

Kedilerin postlarının iki önemli işlevi vardır; birincisi hayvanı soğuk, sıcak gibi çevresel etkilerden korur, ikincisi kamuflaj görevi görerek diğer hayvanlardan gizlenmelerini sağlar. Yalnızca soğuk bölgelerde yaşayan değil, çölde yaşayan kedilerin de yerdeki ısıyı izole eden uzun postları vardır.

"Vibrissae" olarak da adlandırılan ve çoğunlukla yüzlerinde ve gözlerinin üzerinde bulunan bıyıkları ise çok hassastır. Bu hassas kıllar karanlıkta veya iyi göremediklerinde yollarını bulmayı sağlar. Bunlarla havadaki titreşimleri hissederler. Bunun için bazen ayaklarındaki kılları da kullanarak yerden gelen titreşimleri hissederler. Büyük kedilerin gırtlağı, çoğu yerinin kemik yerine kıkırdak olmasından dolayı daha esnektir. Bu sayede kükreyebilirler. Tüm kedilerin omurga kemikleri çok esnektir her yönde kıvrılabilirler. Bu, düştüklerinde iç organlarının daha az zarar görmesini sağlar.

Aslanlar Büyük Gruplar Halinde Yaşarlar

Sosyal gruplar halinde yaşayan aslanlar 'en sosyal büyük kedi' olarak tanımlanır. Onların bu sosyal gruplarına ise "pride" adı verilir. Bir pride içinde çoğunluğu dişi olan yaklaşık 30-40 kadar aslan bulunur. Diğer bir deyişle, aslanlar büyük aileler halinde yaşarlar. Diğer sosyal hayvanların aksine dişiler arasında hiyerarşi yoktur. Gündüzleri genellikle hep birlikte uyuyan aslanlar, havanın serinlediği saatlerde ise avlanma hazırlıklarına başlarlar. Her biri tek tek, ava farklı yönden yaklaşır. Avlanmayı genellikle yelesiz oluşlarıyla ayırt edilebilen dişiler yapar. Aslan, avına yaklaşık 20 metre mesafeye kadar sürünerek yaklaşır. Hiçbir aslan tok olunca avlanmaz ve aynı anda birden fazla hayvan avlamaz. Sadece gerektiği zaman ve yeterli miktarda avlanırlar. Aslanlar iletişim için işaret bırakma yöntemini kullanırlar. Topraklarının sınırlarını üre bırakarak belirlerler. Bu diğer aslanlara karşı bir uyarıdır: ‘burada başka bir pride yaşıyor, girmeyin!’

Jaguarların Dünyası

Güney Amerika’da yaşayan tek büyük kedi olan jaguarlar genelde leoparlarla karıştırılsalar da onları ayırt etmenin en iyi yolu postlarındaki yonca şeklinin merkezinde bir siyah noktacığın bulunması ve daha kısa olan kuyruklarıdır. Ormanda yaşayan jaguarların postu daha koyu renklidir. Bu onlara, ışığın süzülerek geldiği loş ormanda avlanırken daha iyi kamufle olma imkanı tanır. Diğer büyük kedilerin aksine jaguarın hiç düşmanı yoktur. Bu güçlü kediyi avlamaya çalışan başka bir hayvan bulunmaz. Çok iyi yüzücü oldukları gibi çok da iyi tırmanıcıdırlar. Usta bir balıkçı olan jaguarlar, karada avladıkları hayvanları ağaçlara çıkıp yerler. Diğer büyük kedilere kıyasla çok güçlü bir çeneye sahip olan jaguar avını tek bir ısırıkta avlar. Dişiler ve erkekler sadece çiftleşmek için biraraya gelirler.

Leoparların Farklı Desenleri

Afrika ve Güneydoğu Asya’da yaşayan leoparlar, postlarındaki özel desenden kolayca tanınırlar. Yalnız bu özel desen yeryüzündeki her leopar için farklıdır. Postlarının rengi yaşadıkları yere göre değişiklik gösterir. Düzlüklerde altın rengi ile sarı arasında, çölde sarı krem rengi arasında değişir, dağlık ve ormanlık bölgelerde ise koyu altın renginde olurlar. Siyah olanları ise kara panter olarak bilinir. Son derece güçlü boyun kaslarına sahip olan leopar kendi vücut ağırlığının 3 katı ağırlığında bir avı taşıyabilir. Avlarını da tıpkı jaguarlar gibi ağaçta yerler. Genellikle yalnızdırlar fakat bulundukları toprağı sahiplenirler.

En Güçlü Kedi: Puma

Puma, en saldırgan kedi türlerinden biri olarak bilinir. Oturdukları yerden 12 metre yükseğe kadar atlayabilen pumalar ağaca tırmanma uzmanıdırlar. Kendi ağırlığının 8-9 katı bir hayvanı yere serebilen pumalar dünyanın en kuvvetli kedisi olarak kabul edilirler. Doğduklarında mavi olan gözleri giderek sarı-yeşile döner. Diğer kedi türleri gibi kükreyemezler.

Yalnız Avlanan Kaplanlar

Asya’da yaşayan kaplanlar diğer büyük kedilerden postlarının üzerindeki yatay kesik çizgilerle kolayca ayırt edilirler. Bu desenler tıpkı insanlardaki parmak izleri gibi yeryüzündeki her bir kaplanda farklıdır ve vücutlarının her iki yanında bulunur. Yalnız avlanırlar ancak avı aileleri ile birlikte yerler. Kaplanın postundaki çizgiler özellikle çimenlik bölgelerde, çimenlerin yere düşen gölgesi gibi görünerek avına karşı bir kamuflaj görevi görür. Kuyrukları ise hızlı koştuklarında bir denge unsurudur.

Kedigillerin incelediğimiz bu birkaç özelliğinde karşımıza çıkan sonuç; doğadaki diğer bütün canlılarda olduğu gibi, bu hayvanlarda da açık bir tasarımın görüldüğüdür. Alemlerin Rabbi Yüce Allah, her canlı gibi kedigilleri de ihtiyaçlarına ve bulundukları ortama en uygun özelliklerle birlikte yaratmıştır.

29 Ağustos 2010 Pazar

Buz Çölünde Yaşam

Karanın ve denizin buzullarla kaplı olduğu kutuplarda yaşam oldukça zordur. Dünyanın bu bölgesinde -50 dereceye varan soğuk ve dondurucu rüzgarlar hüküm sürer. Kutupta her saniye ortalama 30 katlı bir apartman yüksekliğinde yeni bir buzdağı oluşur. Burada buzullardan başka bir şey yok sanabilirsiniz.oysa bu zorlu şartlara rağmen kutupta, çok zengin bir canlı çeşitliliği vardır. Hayatın imkansız gibi göründüğü kutup koşullarında rahatça yaşam süren canlıları yakından incelediğimizde canlıların yaratılışındaki mükemmelliğe bir kez daha şahit oluruz.

Kutup Ayısı:
Kutup canlılarını düşündüğümüzde ilk akla gelen soru; nasıl olup da böylesine zorlu koşullarda hayatta kalabildikleridir. Bunun yanıtı kutup canlılarının vücutlarının soğukta yaşamak için tam donanımlı olmasıdır. Örneğin kutup ayılarını incelediğimizde, özellikle soğuk ortamda yaşamak üzere tasarlandıklarını görürüz. Yetişkin bir kutup ayısı, ortalama 2.5 metre boyunda ve 800 kg ağırlıktadır. Ayakları buzda yürümeye en elverişli yapıdadır. Parmaklarının arasındaki oyuklar, buz yüzeyini vakum etkisiyle kolayca kavramasını sağlar. Böylece buz üzerinde uzun mesafeleri kaymadan kolaylıkla yürüyebilir. Parmaklarının arasındaki ağımsı yapı ise suyun içinde kolayca yüzebilmesini sağlar. Böylece saatte 10 kilometre hızla yüzebilir ve 100 kilometre gibi bir mesafeyi dinlenmeden katedebilir. Buzlarla kaplı soğuk suya özel kıyafetler giymemiş bir insan girerse dakikalar içinde ölür, ama kutup ayısının üşüme gibi bir problemi yoktur. Bunu 5 cm kalınlıktaki kürkünün özel yapısına borçludur. Kutup ayısının tüyleri beyaz görünmesine rağmen aslında şeffaftır. Fiberoptik özellikteki bu tüyler ısı kaybını önlerken, güneş ışınlarının sıcağını alttaki siyah renkli kürke kadar iletir. Kürkünün hemen altında ise 10 cm kalınlığında bir yağ tabakası bulunur. Böylece kürkü ayıyı soğuk dış ortamdan tamamen yalıtmış olur. Bu kürk yüzmeye de elverişlidir. Suyun içindeyken tüyler bir araya gelerek birbirine yapışır ve kutup ayısı su geçirmez yumuşak bir dalış elbisesi giymiş gibi olur. Kutup ayısı kürkünün bu özellikleriyle 37 derece olan vücut sıcaklığını, suyun içinde ya da üstünde olsun, uzun süre koruyabilmektedir. Hatta üşümenin aksine, vücudunun aşırı ısındığı zamanlar bile olur. Bu nedenle, çoğu zaman kutup ayıları hararetlerini gidermek için vücutlarını buza sürterler.

Kutup ayısı bu uçsuz bucaksız buz çölünde avlanmak için uzun mesafeleri kat etmek zorundadır. Bu arada güvendiği bir duyusu vardır: Koklama. Kutup ayısının burnu oldukça hassastır. Öyle ki 30 km ötedeki bir fokun kokusunu bile rahatlıkla duyar.

Buzdan bir dünyada, hayatından oldukça memnun yaşayan kutup ayılarının sırrı, onların bu koşullara uygun olarak yaratılmış olmalarıdır. Yüce Allah her canlıyı olduğu gibi, kutup ayısını da ihtiyaçları doğrultusunda en mükemmel tasarımla yaratmıştır.

Kutup Kuşları:

Kutuplardaki zorlu ortamı kendine ev edinenler arasında kuşlar da bulunur. Bunlar “kartavuğu” olarak bilinen “Tarmagin” kuşlarıdır. Yıl boyunca kutuplarda yaşarlar. Mevsimine göre tüylerinin rengi değişen bu kuşların yazın kahverengi olan tüyleri, kışın bembeyazdır. Böylece çevreye göre kamufle olarak düşmanlarından kolayca saklanırlar. Balıkçıl kuşlar da denizin barındırdığı zengin çeşitlilikten faydalanırlar. Çünkü havada uçmaya elverişli vücutları suya dalmalarına da olanak tanır. Suyun altında kanatlarını tıpkı birer yüzgeç gibi kullanabilmektedirler. Balıkçıl kuşların ciğerlerinde tuttukları hava, 3 dakikalık bir derin dalış için yeterlidir. Kanatlarının altında tuttukları hava kabarcıkları sayesinde ise jet hızıyla su yüzeyine çıkarlar. Kutuplarda yaşayan bu kuşların sahip oldukları yetenekler, bize, onların bu ortama uygun olarak yaratılmış olduklarını gösterir. Yüce Allah kutup kuşlarını, yaşadıkları çevreye en uygun özelliklerle yaratmıştır.

Penguenler:

Bir kuş türü olan penguenler, kutuplarda buz üstünde yaşayan en kalabalık topluluktur. Diğer kuşlar gibi havada uçamazlar, ama derin suların en usta yüzücüleridirler. Suyun altında bu denli çevik ve hızlı olabilmelerini benzersiz vücut özelliklerine borçludurlar. Vücutlarını kaplayan kürkleri, derilerinden üretilen özel bir yağ sayesinde su geçirmezdir. Kaygan bir dalgıç kıyafetine sahip penguenler, böylece su altında saatte 25 km’ye varan bir hızla yüzebilirler.

Havada uçan kuşlar hafif olmak zorundadırlar, bu yüzden kemiklerinin içi boş olacak şekilde yaratılmıştır. Oysa penguenler derinlere dalabilmek için ağırlığa ihtiyaç duyarlar. İşte bu nedenle farklı bir yaratılışları vardır: kemiklerinin içi doludur. Böylece rahatlıkla balıkların peşinden derin sulara dalabilirler.
Penguenler bu çok özel tasarımları sayesinde, 600 metre derine dalabilen tek kuş türüdürler. Böyle bir dalış 10-15 dakika sürebilmektedir. Sürenin böylesine uzun olmasının başka bir sebebi daha vardır. Araştırmalara göre bu dondurucu soğuk sulardaki balıkları yedikçe, penguenlerin mideleri soğumakta, böylece metabolizmaları da yavaşlamaktadır. Yavaş çalışan metabolizma sayesinde kasların oksijen ihtiyacı azalır ve penguenin suyun altında kaldığı süre de uzamış olur.

Peki, -50 dereceye varan soğukta, dondurucu rüzgarlara ve tipiye rağmen bu penguenler nasıl donmadan ayakta durabilirler? Bu sorunun cevabı, kürklerindeki tasarımda gizlidir. Kürkleri 3 kattan oluşur. İlk katman birbiri üzerine yapışmış dış tüylerdir. Hemen altında bir duvar gibi izolasyon görevi gören bir hava katmanı yer alır. Üçüncü ve son katman ise kalın bir yağ tabakasıdır. Bu özel tasarlanmış kürk sayesinde penguenler günler, haftalar hatta aylar boyunca keskin soğuğa karşın donmadan yaşayabilmektedirler.

Penguenlerin yalnızca ayakları buzla temas halindedir. Peki aylarca ayakta duran penguenlerin ayakları da mı donmaz? Hayır. Çünkü penguenlerin ayakları da özel bir tasarıma sahipti
r. Donmayan ayakların sırrı, içlerindeki benzersiz damar ağıdır. “Karşıakım ısı değişimi” adı verilen bu dolaşım sisteminde, ayaklardaki kanı geri taşıyan toplardamarlar, atardamarların hemen etrafını bir ağ gibi örmüştür. Atardamar devamlı olarak toplardamarları ısıtır, toplardamarlar da atardamarı soğutur. Böylece damarlardaki ısı, kaybedilmeden hemen geri kazanılır. Bu özel damar ağı sayesinde penguenler vücut ısılarını asla kaybetmezler ve ayakları da üşümez.
Yüce Allah penguenleri böyle bir ortamda rahatlıkla yaşayabilecekleri sistemlere sahip olarak, üstün bir yaratılışla yaratmıştır.

Foklar:

Bütün yılı kutupta geçiren bir başka canlı türü ise foklardır. Yeni doğmuş bir fok yavrusu, yüzmeyi öğreninceye dek su üstünde kalmak zorundadır. Bu sırada postu, kamufle olup saklanabileceği şekilde beyaz renktedir. Büyüyüp geliştikçe kürkü de koyulaşır. Kalın kürkünün hemen altındaki 10 cm kalınlığındaki yağ tabakası ise onu soğuktan korumaya yeterlidir. Yavru fok, beyaz kürkünün rengi ile düşmanlarından, kalın yağ tabakası sayesinde de donmaktan korunmaktadır. Foklar da karadaki diğer canlılar gibi soluk almak zorundadırlar. Yine de uzun ve derin dalış konusunda ustadırlar. Bu özelliklerini, kanlarının biyokimyasal yapısına borçlular. Fizyolojik olarak, bir canlının ciğerlerinde tuttuğu havayı kullanarak derinlere dalması, vurgun yemesine neden olur. Fokun kanındaki alyuvarların yapısı ise bol miktarda oksijen depolamaya uygun bir tasarıma sahiptir. İşte bu nedenle fok, ciğerlerinde hava tutarak dalmaz, ihtiyacı olan oksijeni kanında çözünmüş olarak taşır. Ciğerlerinde hava tutmadığı için derinlere de rahatlıkla inebilmektedir. Araştırmalara göre fokun kanı, oksijen taşıma kapasitesi en yüksek kandır. Böylece foklar, tek bir dalışta, su altında yaklaşık 1 saat kalabilirler. Eğitimli dalgıçlar ise tüpsüz dalışlarda bu derinliklerde en fazla 4 dakika kalabilmektedirler.
Tüm bu bilgiler açık bir gerçeği göstermektedir: Fok, kanındaki bu özelliği kendi başına geliştirmiş olamaz. Su basıncının bedeni üzerindeki zararlı etkilerini değerlendirerek böyle bir çözüm oluşturamaz. Şüphesiz fokun kanındaki benzersiz özellik, her şeyin bilgisine sahip bir Yaratıcı'nın eseridir. Foku, derinlerde rahatlıkla avını arayabilecek bedensel özelliklerle birlikte Yüce Allah yaratmıştır.

6 ay gecenin yaşandığı Kuzey Kutbunda sular da karanlıktır. Peki fok karanlık, derin sularda avını nasıl bulur?

Fok, avını gözlerini kullanmadan, suda bıraktığı izleri takip ederek bulur. Bu izler çıplak gözle görülemeyen, avın hareketiyle suda oluşan hidrodinamik dalgalardır. Fok, avına yalnızca bu izleri takip ederek ulaşır. Bu yetenek sayesinde fokların karanlık ya da bulanık sularda avlanmaları hiç de zor olmaz. Fok, memeli bir hayvandır. Hayatta kalabilmesi için soluk alması şarttır. Bu yüzden buzlarla kaplı suyun altında kendine bir çıkış deliği arar. Bulamadığında ise kendine bir çıkış oluşturmak zorundadır. İşte bu noktada uzun dişleri kendisine yardım eder. Uzun dişleri
yle buzu rahatça kemirir, kırar ve böylece havaya kavuşur.

Foklar buzlarla kaplı bir ortamda yaşamak üzere tasarlanmış ve yaratılmışlardır. Sahip oldukları özellikler sayesinde avlarına rahatlıkla ulaşır, tehlikelerden korunur ve yaşarlar.

İncelediğimiz tüm canlılar kutuplarda doğar, yaşar ve ölürler. Onlar yaşamlarından memnundurlar. Çünkü bu canlılar özel olarak soğuk koşullarda yaşamak üzere tasarlanmış olan varlıklardır. Bu canlıların her biri, bize onları yaratan Yüce Allah’ın sonsuz bilgisini, yeryüzündeki gücünü ve hakimiyetini göstermektedir.

Kutup Tilkisi:

Kutup koşullarına uygun olarak yaratılmış diğer bir hayvan ise kutup tilkisidir. Değişen iklim şartlarına ve çevreye göre bu tilkinin kürkü de değişerek en uygun hale gelir. Yazın eriyen buzla ortaya çıkan toprak, tilkinin saklanması ve avına usulca yaklaşması için bir problem oluşturmaz. Çünkü kürkü, artık üzerinde dolaştığı toprakla aynı renkte, kahverengidir. Kışın kar ve buz her yeri kapladığında ise tilki yine bir sorun yaşamaz. Kürkünün rengi değişir ve bembeyaz olur. Bu beyaz dünyada onu çevreden ayırt etmek yine imkansız gibidir. Kısacası her iki durumda da tilki ortama en uygun kamuflaj giysisi içinde, kendini diğer hayvanlara sezdirmeden dolaşmaya devam eder. Elbette tilki diğer canlıların onu nasıl gördüğünü bilemez. Bilse bile kendi kürkünün rengine asla karar veremez. Açıktır ki, onu her şeyi bilen Yüce Allah bu özelliklerle birlikte yaratmıştır. Allah tilkiyi de her koşulda yaşayabilecek, besinini kolayca elde edebilecek özelliklerle donatmıştır.

Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır.(Casiye Suresi, 4)

27 Ağustos 2010 Cuma

Örümceklerin İpeği Çelikten Daha Sağlam

Göklerde İlah ve yerde İlah O'dur. O, hüküm ve hikmet sahibidir, bilendir.
(Zuhruf Suresi, 84)

Doğada pek çok böcek ipek üretir ama örümceğin ürettiği ipek diğerleri ile kıyaslandığında büyük farklılıklar sergiler.

Bilim adamlarına göre örümcek ağı yeryüzündeki en sağlam malzemelerden biridir. Bununla birlikte örümcek ağının özelliklerinin hepsi sayılacak olursa çok uzun bir liste elde edilebilir. Fakat bu listedeki birkaç madde bile bilim adamlarının bu konuda ne kadar haklı olduklarını ortaya koymaktadır. Örümcek ipeğinin özelliklerinden birkaçını şöyle sıralayabiliriz:1

  • Örümceklerin ürettiği ve çapı bir milimetrenin binde birinden daha küçük olan ipek ipliği, aynı kalınlıktaki çelik telden beş kat daha sağlamdır.
  • Kendi uzunluğunun dört katı kadar esneyebilir.
  • İpek aynı zamanda son derece hafiftir. Bu hafifliği şöyle bir örnekle de tarif edebiliriz: Dünyanın çevresi boyunca uzatılacak bir ipek ipliğinin ağırlığı sadece 320 gram gelir.

Bu özellikler tek tek bazı malzemelerde bulunabilir. Ancak hepsinin birarada bulunması son derece özel bir durumdur. Çünkü hem sağlam hem esnek bir malzeme bulabilmek oldukça zordur. Örneğin çelik halat en sağlam malzemelerden biridir. Fakat kauçuk halatlar gibi esnek olmadıklarından zamanla deforme olurlar. Kauçuk halatlar da kolay kolay deforme olmamalarına rağmen yeterince dayanıklı olmadıkları için ağır yükleri kaldıramazlar.

Şöyle bir düşünelim… Küçücük bir canlının ürettiği ip, nasıl oluyor da insanoğlunun yüzyıllarca edindiği bilgi birikimiyle yaptığı kauçuk halatlardan daha üstün özellikler taşıyabiliyor?

Örümcek ipliğini bu kadar üstün yapan şey, ipeğin kimyasal yapısında ve üretim merkezinde gizlidir. Örümcek ipliklerinin hammaddesi, örgülü helezonik amino asit zincirlerinden oluşan "keratin" adlı proteindir. Keratin; saç, tırnak, tüy, deri gibi birbirinden çok farklı maddelerin yapı taşıdır ve oluşturduğu tüm maddelerde koruyucu özelliği ile ön plana çıkar. Ayrıca keratinin esnek hidrojen bağlarla bağlanmış amino asitlerden oluşması, bu maddelere çok esnek olma özelliğini kazandırır. Bu esneklik Amerika'nın ünlü bilim dergilerinden Science News'de şöyle bir benzetme ile tarif edilmiştir:

İnsan ölçülerine göre, balık ağı boyutlarındaki bir örümcek ağı, bir yolcu uçağını yakalayabilir.2

Örümceklerin kuyruklarında altı bölümden oluşan ve ipek kesesi denilen bir bölge vardır. Keselerin her birinde farklı salgılar üretilir. Bu keselerin salgıları değişik kombinasyonlarda birleşerek farklı türdeki ipek ipliklerini meydana getirirler. Keseler arasında ise büyük bir uyum vardır. İpek üretimi sırasında örümceğin vücudunda bulunan ve son derece gelişmiş özelliklere sahip olan pompalar, vanalar ve basınç sistemleri kullanılır. Üretilen ham ipek, musluk gibi çalışan bölümlerden lif şeklinde dışarı akıtılır.3

Örümcek bu muslukların püskürtme basıncını da dilediği şekilde değiştirebilir. Bu, son derece önemli bir özelliktir. Çünkü bu işlem sayesinde sıvı keratini oluşturan moleküllerin yapısı da değişmiş olur. Valfler üzerindeki kontrol mekanizması sayesinde iplik üretilirken ipliğin çapı, direnci ve elastikiyeti de değiştirilebilir. Böylece ipeğin kimyasal yapısı değiştirilmeden ipliğe istenilen fiziksel özellikler kazandırılır. Eğer iplik üzerinde daha köklü bir değişim isteniyorsa bir başka bezin kullanımına geçilmesi gerekmektedir. Salgılanan farklı özelliklere sahip iplikçikler arka ayakların mükemmel kullanımı sayesinde istenilen doğrultuya yönlendirilir.

Örümcekteki bu kimyasal mucizeyi tam olarak taklit etmek mümkün olduğunda, gerektiği kadar esneyebilen emniyet kemerleri, son derece sağlam dikişler, iz bırakmayan ameliyat iplikleri, çok hafif kablolar, kurşun geçirmez kumaşlar gibi çok sayıda faydalı malzemenin üretimi yapılabilecektir. Üstelik bu malzemelerin üretiminde zararlı ve zehirli madde de kullanılmamış olacaktır.

Örümceklerin ürettikleri ipekler olağanüstü özelliklere sahip yapı malzemeleridir. Gerilme esneklikleri çok fazla olduğundan örümcek ipeğini koparmak için gereken enerji benzer diğer biyolojik materyalleri koparmak için gereken enerjiden on kat daha fazladır.4

Örümceğin ürettiği ipi parçalamak, aynı kalınlıktaki naylon bir ipi parçalamaktan çok daha fazla güç sarf etmeyi gerektirir. Örümceğin böylesine sağlam bir iplik üretebilmesinin başlıca sebeplerinden biri, temel protein bileşenlerinin kristalleşmesini ve katlanmasını kontrol ederek düzenli bir yapıda yardımcı bileşikler eklemeyi başarmasıdır. Örgü maddesi sıvı kristal olduğundan, örümcekler bu esnada minimum kuvvet harcarlar.

Örümceklerin yaptıkları ipek, bilinen doğal ya da sentetik liflerden çok daha güçlüdür. Ayrıca örümceğin ürettiği ipeği, ipek böceklerindeki gibi direkt olarak alıp kullanmak mümkün değildir. Bu nedenle kullanım için mevcut alternatif "yapay üretim"dir. Araştırmacılar da, öncelikle örümceğin ipeğini sonra da bu ipeğin nasıl üretildiğini çok kapsamlı olarak araştırmaktadırlar. Araneus diadematus adı verilen bahçe örümceği üzerinde çalışan Dr. Fritz Vollrath, bu yöntemin önemli bir bölümünü keşfetmeyi başarmıştır. Vollrath araştırmalarının sonuçlarını şöyle anlatır:

Örümcekler ipeklerini, asitleyerek sertleştiriyorlardı. İpek, oluştuğu kanala girmeden önce, sıvı proteinlerden oluşuyordu. Kanalın içinde özel hücreler, ipek proteinlerindeki suyu kendilerine çekiyorlardı. Hidrojen atomları ise diğer bir kanalda pompalanan suyu alıyor ve bir asit havuzu oluşturuyordu. İpek proteinleri asit ile biraraya geldiğinde de, birinden diğerine bir köprü oluşturuyordu. Böylece son derece kuvvetli bir ipek oluşuyordu. Örümceğin ipeği, kurşun geçirmez yeleklerde, bisiklet kasklarında kullanılan ve bir tür plastik olan "kevlar" ile karşılaştırıldığında on kat daha sağlamdır.5

Bilim adamlarının ileri teknolojinin imkanlarını kullanarak elde ettikleri Kevlar, insan yapımı en güçlü sentetiktir. Fakat örümceğin ipeği Kevlardan çok daha üstün özelliklere sahiptir. Örneğin sağlamlığının yanı sıra örümcek ipeğinin yeniden işlenip tekrar tekrar kullanılması da mümkündür.

Doğayı ve tüm canlıları yaratan Allah'ın ilminin ne kadar büyük olduğunu anlamak için sadece şu örnek bile yeterlidir: Örümcekler çelikten 5 kat daha sağlam ipek ipliği üretirler. Bizim en yüksek teknoloji ürünümüz olan Kevlar ise, yüksek sıcaklıklarda, petrol türevi malzeme ve sülfürik asit kullanılarak yapılır. Bu üretim sırasında enerji girdisi aşırı derecede yüksektir ve oluşan yan ürünler de çok zehirlidir. Üstelik sağlamlık açısından Kevlar, örümcek ipliğine göre zayıftır.6

Eğer bilim adamları örümceğin iç işlemlerini başarılı bir şekilde kopyalamayı başarabilir, protein katlanmasının kusursuz olmasını sağlayabilir ve örgü maddesinin gen dizilim bilgisini ekleyebilirlerse çok özel özellikleri olan ipek temelli ipleri endüstriyel olarak üretmeleri mümkün olabilecektir. Bu nedenle örümcek ipliğindeki örme işleminin ne şekilde olduğu anlaşılabilirse, insan yapımı materyallerdeki başarının da artacağı düşünülmektedir.

Bilim adamlarının seferber olup araştırdıkları örümcek ipliği, 380 milyon yıldan beri örümcek tarafından kusursuzca örülmektedir.7 Bu durum, kuşkusuz Allah'ın kusursuz yaratışının delillerinden biridir. Şüphesiz bu olağanüstü olayların hepsi de Allah'ın kontrolündedir ve O'nun izniyle gerçekleşmektedir. Bu gerçek, bir ayette şöyle belirtilir:

... O'nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur… (Hud Suresi, 56)

Örümceğin İplikçik Üretme Mekanizması Tekstil Makinalarından Daha Üstün

Her örümcek, farklı işlevler için farklı niteliklere sahip iplikler üretir. Diatematus isimli örümcek, karnındaki salgı bezlerini kullanarak yedi farklı tipte ipek üretebilir. Bu üretim metodunun benzerleri günümüzde birçok tekstil makinesinde kullanılmaktadır. Ancak bu örümcekteki birkaç milimetreküplük üretim yeri, tekstil makinelerinin devasa boyutları ile kıyas bile kabul etmez. Örümceğin bir başka üstünlüğü ise ürettiği ipliğin tamamen geri dönüşümlü olmasıdır. Örümcek bozulan ağını yiyerek yeniden iplikçik üretebilir

Ayın Yörüngesi


Ay'ın yörüngesi, diğer gezegenlerin uyduları gibi düzgün bir yörüngede ilerlemez. Ay, kendi yörüngesinde seyrederken Dünya'nın, bazen önüne bazen arkasına geçer. Aynı zamanda Dünya'yla birlikte Güneş'in etrafında da döndüğünden, uzayda sürekli "S" harfi benzeri bir yörünge çizer. Ay'ın uzaydaki bu yörüngesinin şekli, Kuran'da "... eski bir hurma dalı gibi döndü (döner)" (Yasin Suresi, 39) ifadesiyle tarif edildiği gibi, kurumuş hurma ağacı dalının eğriliğine oldukça benzemektedir. Nitekim ilgili ayette geçen "urcun" kelimesinin anlamı, ‘kuruyup incelmiş, bükülmüş hurma dalı’dır ve hurma ağacının meyveleri toplandıktan sonra, salkımdan geriye kalan kısmı ifade etmek için kullanılır. Ayrıca bu salkım dalının "eski" ifadesiyle tasvir edilmesi de son derece hikmetlidir, çünkü hurma dalının eskisi daha ince ve daha eğridir.




Kuşkusuz ki 1400 sene evvel Ay'ın yörüngesi hakkında bilgi sahibi olmak mümkün değildi. Günümüz teknolojisi ve bilgi birikimi ile tespit edilebilen bu şeklin, Kuran'da böylesine kusursuz bir benzetme ile bildirilmesi, mübarek Kuran'ın bilimsel mucizelerinden sadece biridir.

Bezuar Keçilerinin Kimya Bilgileri



Bazı canlılar zehirlendiklerinde hemen vücutlarındaki zehri etkisiz kılacak besinleri yerler. Bu canlıların, zehrin ve zehirlenmeyi önleyen besinin kimyasını biliyormuşcasına aldıkları bu olağanüstü önlemin tek açıklaması vardır: Allah onlara bu tedbiri ilham etmektedir.

Bezuar keçisi, doğadaki bu usta kimyagerlerden biridir. İsmini de bu özelliği nedeni ile almıştır. Bezuar ismi, Farsça' da 'ilaç' anlamına gelen bir kelimeden türemiştir. Bu canlı, kendi kendini tedavi etme konusunda uzmandır. Bezuar keçisi ne zaman bir yılan tarafından ısırılsa, hemen yaşadığı çevrede yetişen sütleğen bitkisi türlerinden birini yemeye başlar. Bu son derece hayret verici bir davranıştır. Çünkü gerçekten de sütleğen bitkisinin içindeki sıvıda bulunan "Öforbon" maddesi kana karışan yılan zehrini etkisiz hale getirmektedir. Burada tekrar şaşırtıcı bir gerçekle karşı karşıya kalırız: Günlük otlamaları sırasında sütleğenlerden kesinlikle yemeyen Bezuar keçilerinin bu bitkileri tedavi maksatlı kullanmalarını sağlayan nedir? Bezuar keçileri sütleğen otlarının içinde hangi kimyasal maddelerin olduğunu nereden bilmektedirler? Peki ya bu kimyasalların, yılan zehrini tedavi edici etkilerinin olduğunu nasıl öğrenmişlerdir?

Keçilerin, kendilerini yılan ısırdığında buldukları tüm otları yiyerek, yani deneme-yanılma metodunu kullanarak bir panzehir bulmaları mümkün değildir. Uygun otu bulmaya çalışırken deneme yapan keçi doğru otu bulana kadar muhtemelen ölecektir. Kaldı ki o anlık başarılı olsa bile, tek bir sefer yetmeyecek, keçinin her yılan ısırdığında aynı isabetli seçimi yapması gerekecektir. Bütün imkansızlığına rağmen keçinin bunu başardığını varsayalım. Ancak bu da yeterli olmayacaktır.

Çünkü Bezuar türünün neslini devam ettirebilmesi için, türün diğer üyelerinin de bu davranış özelliğine sahip olmaları şarttır. Elbette ki bu imkansızdır. Bunun için keçilerin kendilerinden sonra gelen nesilleri deneyimlerinden haberdar etmeleri gerekmektedir. Ancak bir canlının sonradan öğrendiği bilgileri kendinden sonra gelen nesillere genetik olarak aktarması imkansızdır. Örneğin: Birkaç nesil boyunca piyano çalan bir ailenin yeni doğan çocuklarının da ailenin diğer üyeleri gibi piyanoyu çalabilmek için öğrenmesi gerekecektir. Aile üyeleri ne kadar ünlü ve başarılı piyanistler olurlarsa olsunlar, bu özelliklerini bir sonraki nesle aktaramazlar. Çünkü bu, genetik bir özellik değil, sonradan edindikleri bir özelliktir. Dolayısıyla, öğrenilen bilgiler ya da davranışlar, o türe değil sadece o canlıya aittir. Bu gibi bilgiler üzerinde derinlemesine düşünmek canlıların davranışlarının tesadüfen ortaya çıkamayacağını anlamak için yeterlidir. Bütün canlılar yaşamaları için gerekli olan bilgilere sahip olarak doğarlar. Allah hepsini bir anda yaratır. Allah bir Kuran ayetinde şöyle buyurmaktadır:

"Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın. Onun karar (yerleşik) yerini de ve geçici bulunduğu yeri de bilir. (Bunların) Tümü apaçık bir kitapta (yazılı)dır." (Hud Suresi, 6)

26 Ağustos 2010 Perşembe

Bir Gece Avcısının Üstün Sistemleri: Baykuşdaki Yaratılış Mucizesi

Baykuşlar genellikle geceleri aktiftirler. Birçok canlı için saklanma ve uyuma zamanı olan bu vakit onlar için avlanma zamanıdır. Karanlık, gece avlanan canlılar için bir dezavantaj gibi görünse de sahip oldukları özel donanımlarla bu canlılar karanlıkta da rahatlıkla hareket edebilmektedirler.

Örneğin baykuşların işitme sistemi pek çok canlınınkinden kat be kat üstündür. Kulakları gözlerinin arkasında kafanın yanlarında bulunur. Bir baykuşun duyum eşiği insanlarınkinden farklı değildir
ancak baykuşlarınki belli frekanslarda daha keskindir. Bu sayede yaprakların veya çalıların altındaki avlarının en ufak hareketlerini bile duyarlar.

Peçeli baykuş veya Tengmalm's (Boreal) baykuşu gibi gece gezen
bazı baykuşlarda asimetrik kulak delikleri vardır: Kulaklarından biri diğerinden daha yukarıdadır. Bu türlerin özelliği, sesleri kulak deliklerine yönlendiren bir nevi radar çanağı görevi gören yüz yuvarlaklarının olmasıdır. Bu yuvarlağın şekli özel yüz kasları kullanılarak isteğe göre değiştirilebilir. Ayrıca baykuşun gagası ses dalgalarının üzerine toplandığı alanın artması için aşağı doğrudur.

Bir baykuş, bu benzersiz ve hassas kulakları; yaprak, yeşillik hatta kar altındaki avının hareketlerini dinleyip yerini tespit etmede kullanır. Baykuş ses duyduğu zaman, avının yerini sesin sol ve sağ kulak tarafından algılanmasının arasındaki zaman farkından anlar. Örneğin eğer ses sol tarafından geliyorsa, o zaman sol kulak bunu sağ kulaktan önce duyacaktır. O zaman baykuş kafasını çevirecektir ve iki kulağı da sesi aynı anda duyacaktır. Böylece de avının tam önünde olduğunu bilir. Baykuşlar sol/sağ zaman farkını 0.00003 saniyede teşhis edebilirler.i

Bir baykuş asimetrik ve aynı olmayan kulak deliklerini kullanarak sesin aşağıdan mı yoksa yukarıdan mı geldiğini de anlayabilir. Peçeli baykuşun sol kulak deliği sağdakinden daha yukarıdadır- böylece baykuşun görüntü çizgisinin aşağısından gelen bir ses sağ kulağa önce ulaşacaktır.

Sola, sağa, yukarı, aşağı işaretlerin çevirisi, baykuşun beyninde anında birleştirilir ve s
es kaynağının bulunduğu yerin zihinsel görüntüsü oluşur. Baykuşun beyni ile ilgili yapılan çalışmalarda, işitmeyle ilgili olan bölümün diğer kuşlarınkinden çok daha karmaşık olduğu ortaya çıkmıştır. Bir Peçeli baykuşun bu bölgede en az 95,000 nöronu olduğu saptanmıştır. Bu, karganın aynı iş için kullandığı sinir sayısının tam üç katıdır.ii

Baykuş avının yerini belirledikten sonra, ona doğru uçup kafasını avın çıkardığı en son sesle aynı yön çizgisinde tutacaktır. Eğer av bir kere daha hareket ederse, baykuş yönündeki gerekli düzenlemeleri havadayken yapar. Avına yaklaşık 60 cm. kala ayaklarını öne getirerek, pençelerini oval bir şekilde açar ve saldırmadan önce ayaklarını yüzünün önüne getirir, hatta avını öldürmeden önce genellikle gözlerini kapatır.

Baykuş avının yerine saptamak için, 2 tip işitsel sinyal kullanıyor: biri geçici bir bilgi sağlıyor, diğeri sesin şiddetindeki değişimi algılanmasına yarıyor. Sağ yanında hareket eden bir farenin ayak sesi ilk etapta sağ kulak tarafından algılanıyor, sonra sol kulak tarafından. Sağ ve sol kulağın algılama süresi arasındaki zaman farkı saniyeden çok daha küçük bir birimle ancak ifade edilebilir. Bu iki sinyal baykuşun beynindeki özel nöronlara aktarılıyor. Aynı anda, kulakları sağ ve sol arasındaki bu mikro zamanı tespit ediyor ve aynı nöronlara yollanıyor. ABD'li 2
araştırmacıya göre beyinde 2 boyutlu ses haritası oluşmasını sağlayan en önemli etken bu 2 tip sinyalin birleşimidir.iii

Baykuş Gözlerindeki Mükemmel Yaratılış ve Görme Fizyolojiler

Baykuşların en çarpıcı özelliklerinden biri de gözlerindeki özel yapıdır. www.owlpage
s.com adlı internet sitesinde mükemmel bir avcı olarak yaratılmış olan bu kuşun gözleri ile ilgili ayrıntılı bilgilere yer verilmiştir:

Başın ön tarafına yerleştirilmiş olan baykuşun gözleri oldukça
büyüktür. Bazı türlerde vücut ağırlığının yüzde beşini gözler oluşturur. Bu büyük bir orandır. Eğer bizim için de böyle bir oran geçerli olsaydı gözlerimizin büyüklüğünün iri bir greyfurt kadar olması gerekirdi.

Gözlerinin öne doğru olması baykuşlara geniş menzilli dürbün görüşü (bir nesneyi aynı anda iki gözle görebilme) sağlar. Hayvan dürbün görüşü sayesinde nesneleri üç boyutlu olarak görüp hatasız bir uzaklık tespiti yapabilir.

"Bir baykuşun görüş alanı, 70 derecesi dürbün görüşü olmak üzere yaklaşık 110 derecedir. Kıyaslayacak olursak, insanların 140 derecesi dürbün görüşü olmak üzere180 derecelik görüş alanı var. Bir çulluğun gözleri kafasının yanındadır ve 360 derecelik inanılmaz bir görüş alanı vardır ama bunun sadece 10 derecesi dürbün görüşüdür."iv

Baykuşun gözleri özellikle az ışıklı durumlarda verimliliğini artırmak için büyük olarak yaratılmıştır. Aslında gözler sanki birer küre değil de uzatılmış tüpler gibidir. Bunlar kafatasındaki Sclerotic halkalar adı verilen kemiksi yapılar tarafından yerlerinde tutulurlar. Bu nedenle gözlerini oynatamazlar yani sadece doğrudan önlerine bakabilirler!

Ancak bu kesinlikle bir eksiklik değildir. Baykuştaki kusursuz yaratılış boyunlarının büyük dönüş kapasitesi ile tamamlanmıştır. Kuşun uzun ve esnek boynu tüyler arasına saklandığından hiç yokmuş gibi görünür. Bir baykuşun boynundaki 14 tane omur vardır ki bu insandaki omur sayısının tam iki katı kadardır. İşte bu mükemmel yaratılış baykuşun kafasını tam 270 derece döndürebilmesini sağlar.

Birçok baykuş gecenin zifiri karanlığında avlanır. Bu nedenle gözlerinin ışık toplama ve işleme veriminin yüksek olması şarttır. Bu da büyük bir kornea ve gözbebeği ile mümkün kılınmıştır. Göz bebeğinin boyutu iris (cornea ile lens arasında asılı bulunan ince zar) tarafından kontrol edilir. Göz bebeği büyüdüğünde daha fazla ışık göz merceğinden geçip büyük retinaya düşer. Retina görüntünün üzerinde oluştuğu hassas dokudur.

Baykuşun retinasında çubuk hücresi olarak adlandırılan ve ışığa karşı oldukça duyarlı olan çok sayıda hücre bulunur. Bu hücreler ışığa ve harekete çok duyarlı olmalarına rağmen, renge o kadar hassas değillerdir. Renge tepki verdikleri için bu hücrelere koni hücreleri denir. Baykuşlarda bu hücrelerden çok az bulunur. Bu yüzden de baykuşlar ya siyah beyaz ya da çok az renk görürler. Ancak keskin işitme ve görme duyularına sahip olmaları nedeniyle bu durum bir dezavantaj oluşturmaz.

Pek çok kimse baykuşların olağanüstü gece görüşüne sahip olmaları nedeniyle, güçlü ışıkta göremediklerini zanneder. Bu doğru değildir, çünkü göz bebeklerinde doğru miktardaki ışığın retinanın üzerine düşmesini sağlayan geniş bir ayarlama özelliği vardır. Hatta bazı baykuş türleri parlak ışıkta insanlardan bile daha iyi görürler.

Avlarına sık sık ani saldırılar düzenleyen bir avcının böyle üstün özelliklerdeki gözlerinin özel bir korunma mekanizmasına ihtiyacı vardır. Baykuşların gözlerini koruyan 3 adet göz kapakları vardır. Bunlar normal, alt ve üst göz kapaklarıdır. Baykuş göz kırptığında üstteki göz kapağı kapanır, uyuduğunda ise alttaki. Üçüncüsüne ise göz kırpma zarı adı verilir. Bu gözün üzerinde bulunan ve içten dışa doğru diyagonal biçimde kapanan ince bir dokudur, gözün yüzeyinin temizlenmesini ve korunmasını sağlar.

Baykuşlarla ilgili olarak kısaca değindiğimiz bu özellikler çok açık bir yaratılışın varlığını ortaya koymaktadır. Bu da bize baykuşları sonsuz kudret sahibi olan Rabbimiz'in var ettiğini gösterir. Baykuşları üstün özellikleriyle Allah yaratmıştır. Doğadaki her canlı Rabbimiz'in üstün sanatını ve benzersiz ilmini bize tanıtır.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Strateji Uzmanı Yer Sincabı

Science dergisinin 15 Ağustos 2006 tarihli yayınında yer alan bir habere göre, California Üniversitesi'nden Aaron Rundus'un ortaya çıkardığı bir gerçek evrendeki benzersiz yaratılış örneklerinden birini daha gözler önüne serdi.

Hayvan davranışlarını inceleyen bilim adamı, yer sincaplarının çıngıraklı yılanların göz çukurlarının altındaki enfraruj ısı sensörlerini yanıltmak için ilginç bir strateji uyguladıklarını fark etti. Laboratuvar deneylerinde anne sincaplarla çıngıraklı yılanlar karşı karşıya getirildiklerinde, sincaplar yılanlara doğru kuyruklarını sallıyorlardı ve bunu yaparken de kuyrukları ısınıyordu. Enfraruj sensörlere sahip olmayan keseli yılanlarla karşı karşıya geldiklerinde ise kuyrukları ısınmıyordu (ScienceNOW Daily News, Betsy Mason, A Tail of Self Defense, 15 Ağustos 2006).

Aaron Rundus sincapların, kuyruklarındaki bu ısınmayı kan damarlarını genişleterek elde ettiklerini düşündü. Isınan kuyruğun yılanı etkisiz hale getirdiğinden emin olabilmek için ise bir robot-sincap üretti. Bunun için gerçek sincap kürkü ve uzaktan kumanda edilip ısınabilen bir kuyruk kullandı. Çıngıraklı yılanlar gerçeği çok andıran robot-kuyruğu inandırıcı bulmuşlardı. Rundus bazı denemelerde kuyruğu oda sıcaklığında tuttu. Bazılarında ise ısıyı sincabın kuyruğunun ısındığı an ulaştığı derece olan 28 dereceye kadar çıkardı. Sonuç başarılıydı. Yılanlar ısı yükseldiğinde robot-sincabın uzağında kalmaya büyük bir dikkat gösteriyorlardı (ScienceNOW Daily News, Betsy Mason, A Tail of Self Defense, 15 Ağustos 2006).

Bu keşfin ardından Chicago Üniversitesi'nde sincap davranışları üzerine çalışan davranış ekolojisi uzmanı Jill Mateo, “Bu çalışma, doğa hakkında ne kadar az şey bildiğimizi gösterdi." (ScienceNOW Daily News, Betsy Mason, A Tail of Self Defense, 15 Ağustos 2006) demiştir.

Hiç kuşku yok Aaron Rundus'un bu keşfi yer sincaplarının kendilerini ve yavrularını çıngıraklı yılanlara karşı savunmak için son derece zekice düşünülmüş bir yöntem kullandıklarını gözler önüne sererken pek çok soruyu da beraberinde getirmiştir. Bunların başında kuşkusuz şu soru gelmektedir: Yer sincabı kuyruğunu ısıtıp sensörleri yanıltacak bir sistemi nasıl geliştirmiştir? Hayvan, bunun etkili bir savunma yöntemi olduğunu nereden bilmektedir? Öte yandan, bu sistemi hangi hayvana karşı kullanacağını nasıl tespit edebilmekte, enfraruj sensörü olan hayvanı olmayandan nasıl ayırt edebilmektedir?

Cevap ise çok açıktır: Hiç şüphesiz bir yer sincabı düşmanını nasıl etkisiz hale getireceğini kendiliğinden bilemez. Düşmanına karşı kendi kendine savunma taktikleri geliştiremez. Ve bunların yanında, bu savunma metodunu kullanmak için uygun olan yapıyı da kendiliğinden bedeninde var edemez. Evrendeki her şeyi mükemmel bir kusursuzluk içinde yaratan Rabbimiz Allah'ın yaratışındaki sanatın detaylarından biri olan mucizevi özellik yer sincabıyla birlikte var olmuş, yani onunla beraber yaratılmıştır. Bir Kuran ayetinde bildirildiği gibi,"Göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin tümünün mülkü Allah'ındır; dilediğini yaratır. Allah her şeye güç yetirendir."(Maide Suresi, 17)

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Gerçek İyilik ve Karşılığı

Her toplumda yaygın olan ancak içerisinde eksiklikler, yanlışlıklar bulunan bir iyilik anlayışı vardır. Gerçek iyiliğin ne olduğunu ise ancak Kuran'dan öğrenebiliriz. Allah'ın indirdiği Kuran, sırlarla dolu mucizevi bir kitaptır.

Allah'ın Kuran'da bildirdiği sırlardan biri, iyilikte bulunanların dünyada ve ahirette mutlaka iyilikle karşılık görecekleridir. Bu konuyla ilgili ayetlerden biri şöyledir:



"De ki: "Ey iman eden kullarım, Rabbinizden sakının. Bu dünyada iyilik edenler için bir iyilik vardır. Allah'ın Arz'ı geniştir. Ancak sabredenlere ecirleri hesapsızca ödenir." (Zümer Suresi, 10)

Ancak, bunun için gerçek iyiliğin ne olduğunun bilinmesi gerekir. Her toplumda yaygın olan bir iyilik anlayışı vardır; güleryüzlü olmak, dilencilere para vermek veya herşeyi anlayışla karşılamak gibi. Oysa gerçek iyilik Kuran'da bildirildiği gibidir. Allah, bir ayette gerçek iyiliğin ne olduğunu şöyle açıklar:

"Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttaki olanlar da bunlardır." (Bakara Suresi, 177)

Allah, imanlarından, Allah korkularından ve Kendisine duydukları sevgiden dolayı sürekli iyilik işleyenleri seveceğini ve onlara iyilikle karşılık vereceğini şöyle bildirmektedir:

"... Bu dünyada güzel davranışlarda bulunanlara güzellik vardır; ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir." (Nahl Suresi, 30)

Bu, iyilikte bulunarak fedakarlık yapanlara, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için ciddi bir çaba gösterenlere Allah'ın Kuran'da bildirdiği bir müjdedir. Allah, hem dünyada hem de ahirette böyle insanları güzel bir hayatla yaşatacağını müjdelemektedir. (Harun Yahya, Kuran'ın Bazı Sırları)

Unutmamak gerekir ki, Allah'ın dünyada ve ahirette güzel ve ihtişamlı bir yaşam vaadi, yalnızca geçmişte yaşamış müminlere verilmiş bir müjde değildir. Allah, her dönemde iman eden kullarını güzel bir hayatla yaşatacağını vaat eder. Kuran ' da bu müjde şöyle haber verilir:

"Erkek olsun, kadın olsun, bir mümin olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz." (Nahl Suresi, 97)

Allah, müminlerin samimi, katıksız olarak ahiret yurdunu düşünen kanaatkarlıklarına karşılık olarak onları daima rızıklandırır, güzel ve temiz nimetler içinde yaşatır. Bu nimetler ve zenginlikler ise iman edenlerin Allah'a şükredip O'nu anmalarına vesile olur. Allah'ın vaadinin bir sonucu olarak, bu ahlaklarına karşılık her mümin dünyada güzel bir hayatla yaşar.

Allah iyilikte bulunan kullarına verdiği karşılığı kat kat artıracağını da vaat etmiştir. Bu konu ile ilgili ayetlerden biri şöyledir:

"Kim bir iyilikle gelirse, kendisine bunun on katı vardır..." (Enam Suresi, 160)

Bu dünyada salih olan, iyilik yapan insanlar, kısacık bir ömürde yaptıkları iyiliklere karşı ahirette sonsuz bir güzellikle karşılık göreceklerdir. Allah bu vaadini bir ayetinde şöyle bildirmiştir:

"Güzellik yapanlara daha güzeli ve fazlası vardır." (Yunus Suresi, 26)

Gerçek Hayatın Yaşanacağı Sonsuz Ahiret

Gerçek Hayatın Yaşanacağı Sonsuz Ahiretİnsan yaşadığı her an Allah'ın kendisi için yaratmış olduğu yüzlerce nimet ve güzellikle karşılaşır; soluduğu temiz hava, her biri birbirinden farklı ve etkileyici güzellikteki doğa manzaraları, hayvanlardaki eşsiz güzellikler ve birbirinden ihtişamlı bitkiler, çiçekler ve insan güzelliği ruhta derin etkiler bırakır. Ama dünya hayatındaki tüm bu güzelliklere dair bilinmesi gereken çok önemli bir gerçek vardır; Rabbimiz'in bildirdiği gibi, "... Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir." (Al-i İmran Suresi, 185)

Dünya hayatının aldatıcılığı, onun geçiciliğinden, bir gün mutlaka yok olacak olmasından kaynaklanmaktadır. Kuran'ın
"O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı..." (Mülk Suresi, 2) ayetiyle hatırlatıldığı gibi, Allah yeryüzünü ve dünya nimetlerini insanlardan hangilerinin salih davranışlarda bulunacaklarının denenmesi için yaratmıştır. İnsan burada çok kısa bir süre kalacak ve dünya nimetlerinden ancak sınırlı bir süre için faydalanabilecektir. İnsanın gerçek hayatını yaşayacağı yer ise ahirettir. Allah Kuran'da ahiretin insanların "asıl hayatı" olduğunu şöyle bildirmiştir:

Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalanmadır'. Gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi. (Ankebut Suresi, 64)

Dolayısıyla insanın çok kısa olan dünya hayatını kendisine amaç edinip geçici dünya nimetlerinin hırsıyla hareket etmesi büyük bir aldanıştır. Allah dünya hayatında elde edilen yararların geçici ve değersiz olduğunu hatırlatarak insanları uyarmıştır:

... (Bunlar) Şu değersiz olan (dünya)ın geçici-yararını alıyor ve: "Yakında bağışlanacağız" diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi söylemeyeceklerine ilişkin kitap sözü alınmamış mıydı? Oysa içinde olanı okudular. (Allah'tan) Korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hala akıl erdirmeyecek misiniz? (Araf Suresi, 169)

Peygamber Efendimiz (sav) de bir hadis-i şerifinde cennet ile dünya arasındaki farkı şöyle bir örnek ile açıklamıştır:

Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Cennette, yay kadar bir yer, güneşin üzerine doğduğu veya battığı şeyden (dünyadan) daha hayırlıdır." (Buhari, Bed'ü'l-Halk 8, Tefsir, Vakı'a 1; Müslim, Cennet 6, (2826); Tirmizi, Cennet 1, (2525).)

"Sizden birinizin yayı kadar veya kamçısı kadar cennetteki bir yer, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır..." (Hz. Enes'ten bu şekilde aktarılmıştır.)

Peygamberimiz (sav)'in bildirdiği gibi bu dünyadaki nimetler cennet nimetlerinin ancak çok küçük bir örneği olabilir. Dünya hayatının nimetleri ne kadar güzel, etkileyici ve kalıcı görünse de, insan bunların ardında gizlenen bu önemli gerçeği hiçbir zaman unutmamalıdır. Yalnızca bir aldanıştan ibaret olan bu dünyanın sahte süslerine kapılmanın, kendisini hem dünyada hem de ahirette hüsrana sürükleyeceğini bilmeli, her anında bu bilinçle hareket etmelidir.

Allah, gerçek hayatın yaşanacağı sonsuz ahiret için çaba harcayanlara hem dünyada hem de ahirette
"güzel bir hayat" vereceğini vaat etmiştir. (Nahl Suresi, 97) Aksinde ise, insanlar için dünya hayatında "sıkıntılı bir geçim" vardır:

"Kim de Benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve Biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz." (Taha Suresi, 124)

Müminler Kuran'da bildirilen bu gerçeklerin farkındadırlar. Yaşadıkları her anın, dünya hayatında karşılarına çıkan herşeyin imtihanlarının bir parçası olduğunu bilirler. Bu nedenle çekici kılınan dünya nimetlerine karşı tutkulu bir sevgi duymaz, bütün hayatlarını kendilerine vaat edilen ahireti kazanabilecekleri şekilde geçirirler. Kendilerine Allah'ın rızasını kazanmayı amaç edinir, dünya hayatına ise ancak gereği kadar değer verirler. Bu yüzden hem yaşamları güzel geçer hem de kalpleri rahat ve huzurludur. Bu gerçeklerden gaflet içinde olan, ya da bilen fakat bunları görmezden gelmeyi seçen insanlar ise, dünya hırsı nedeniyle çoğu zaman bir sıkıntı ve memnuniyetsizlik içindedirler.

(http://www.olumkiyametcehennem.net/)

22 Ağustos 2010 Pazar

ALLAH'IN GÜZELLİKLERİNDEN BİR DEMET


Bütün Puf balıkları (Arothorn meleagris) bir tehlike karşısında vücutlarını tam bir yuvarlak olacak şekilde şişirebilirler. Böylece yakalanmaları da, bulundukları yerden çekilmeleri de zorlaşmış olur. Bu balıkların larvaları önce su seviyesindeki sığ kayalıklarda büyür ve daha sonra okyanusa dağılırlar.

Bilim ve Teknik Dergisi, Temmuz 1987, Sayı.236, s.22

Papağan balığı beslenme ve sindirim için bazı özel teçhizatlara ihtiyaç duyar. Papağanınkine benzer sert gagası mercan kayalıklarından algleri kazımasına, daha fazlasını aradığında da kayalardan büyük parçaları koparmasına yardımcı olur. Gırtlağındaki özel dişler kaya parçacıklarını öğütmesini; algleri ve birer mercan hayvanı olan küçük polipleri parçalamasını sağlar. Mercan yıkıntılarının yığınları üzerinde görülen diş izleri balığın o bölgede beslendiğinin kanıtıdır. Kayayı ısırdıktan ve parçaladıktan sonra yemeği sindirir ve kum olarak geri çıkarır. Büyük bir papağan balığı bir yılda mercan yapılardan bir yada iki ton kum üretir.
The Ocean World of Jacques Cousteau, Quest for Food, s.46


Kışın bitimiyle birlikte hayat ilkbaharda yeniden canlanır. Aslında bunun hazırlıkları çok daha önceden başlamaktadır. Kış boyunca bakteriler, suyun dibine çöken organik atıkları (hayvan ölüleri ve bitki artıkları) ayrıştırarak minerallere çevirirler. Bu olay gölün temiz kalmasını sağlar. Aynı zamanda dipte çeşitli mineraller ve özellikle fosfor, azot ve silisyum gibi iyonlar birikir. Soğuyan yüzey sularının derinlere inmesiyle oluşan akıntılar minerallerin suya dağılmasını sağlar. Böylece baharda canlılar uyanınca, gölde beslenecekleri mineralleri hazır bulmuş olurlar.
Bilim ve Teknik Dergisi, Mayıs 1987, Sayı:234, s.17




Tuna balıklarının saatteki hızları ortalama 8 kilometredir. Fakat bazı durumlarda birkaç saatte 72 kilometre hıza kadar çıkabilirler. Tuna balıkları sürekli yüzerler, hiç dinlenmezler. Başka hiçbir kemikli balık açık denizde bu kadar geniş çapta yer değiştirmez. Bunun nedeni köpekbalıklarında da olduğu gibi Tuna balıklarında da onları su üstünde tutan gaz kesesinin bulunmamasıdır. Bu nedenle batmamak için sürekli yüzmek zorundadırlar. Yapılan araştırmalar bu balığın ortalama 50 günde Florida'dan Norveç sahillerine kadar, yani 8.000 kilometrenin üzerinde bir mesafe katettiğini göstermiştir. Su havadan 800 kez daha yoğundur. Bu yüzden suda hareket de son derece zordur. Hiç durmadan yüzen Tuna balıkları da bu sebeple çok fazla besine ihtiyaç duyarlar. Günlük olarak vücut ağırlıklarının onda biri kadar besin tüketirler.
The Ocean World Of Jacques Cousteau, Quest for Food, s.40

Denizaltılarda bulunan dalış tankları suyla dolunca gemi sudan daha ağır hale gelir ve dibe dalar. Eğer tanktaki su, basınçlı hava ile boşaltılırsa, denizaltı tekrar su yüzüne çıkar. Nautilus adı verilen bir deniz hayvanı da aynı yöntemi kullanır. Nautilus'ün vücudunda 19 cm. çapında salyangoz kabuğu biçiminde spiral bir organ vardır. Bu organda birbiriyle bağlantılı 28 tane "dalış hücresi" bulunur. Peki ama, Nautilus suyu boşaltmak için gerekli basınçlı havayı nereden bulur? Nautilus, bunun için biyokimyasal yolla özel bir gaz üretir ve bu gazı kan dolaşımı ile hücrelere aktararak hücrelerden suyun çıkmasını sağlar. Bu şekilde Nautilus avlanırken ya da düşmanlarından kaçarken yükselmek ya da dibe batmak için gerekli miktarda suyu dışarı pompalayabilmektedir. Bir denizaltı sadece 400 m. dibe batabilirken, Nautilus için 4000 m. derinliğe dalmak son derece kolaydır.
National Geographic, January 1976, s.38-41


Dişleri olmayan denizyıldızı yiyeceklerini sindirmek için kendine özgü bir metod kullanır. Avının yerini bulmasında koku ve dokunmaya bağlı olarak, avın kapladığı alanın büyüklüğü de etkilidir. Kollarının altında yüzlerce ince, her zaman hareket eden, emici diskler bulunmaktadır. Deniz yıldızlarında hareket, bir kayaya veya başka bir cisme ayakları ile yapışması ve sonra geri çekmesi ile sağlanır ve denizyıldızı bu biçimde yavaşça sürünür. Günlük yiyecekleri kabuklu deniz hayvanları, karides, kum ve taş gibi birikintilerdir. İstiridyeyi bulduğunda denizyıldızı onu içine çeker ve birçok emici ayağını istiridyenin kabuğuna yapıştırır. İstiridye aşırı güçlü supaplara sahip olmasına rağmen denizyıldızı sonunda istiridyenin kabuğunun yavaş yavaş açılmasını sağlar.
The Ocean World of Jacques Cousteau, Quest for Food, s.47



Vatozlar, okyanus dibini temizleyen balıklardandır. Yüzgeçleri olmayan bu balıkların derilerinin üstü ince bir zımpara, altı ise ıslak bir kadife gibidir. Vatozların savunma mekanizmaları kuyruklarının ucunda bulunan dikenlerdir. Rahatsız edildiğinde vatoz düşmanını sokar. Bu sırada dikenlerindeki zehir serbest kalır. Son derece etkili olan bu zehir canlılar için öldürücü olabilir.
Ranger Rick, Aralık 1990