30 Kasım 2010 Salı

Derin Sevginin Önündeki Önemli Bir Engel: Kofluk Tehlikesi

Sevgi, Allah'ın insanlara verdiği en büyük nimetlerden biridir. Müminlerin kalplerindeki sevginin asıl kaynağı ise Allah'a olan derin sevgileridir. Müslümanlar, tüm peygamberleri, Allah'a iman eden, çaba gösteren her salih insanı ve geçmişte yaşamış bütün Müslümanları çok severler.

"Gerçekten derin bir sevgiyle sevilecek özelliklerim var mı? Allah’ı, müminleri derin bir sevgiyle sevebilecek bir ruha sahip miyim?" Bu gibi sorulara verilecek yanıtlar, kişinin gerçekten samimi olarak sevebilen ve sevilebilen bir insan olup olmadığını belirler. Ancak göz önünde bulundurulması gereken ve derin sevginin yaşanmasındaki engellerden biri olan önemli bir tehlike vardır: "Kofluk tehlikesi"…

Yüce Allah tüm insanların fıtratını, sevmekten, sevilmekten hoşlanacak şekilde yaratmıştır. Müminlerin kalplerindeki sevginin asıl kaynağı Allah'a olan derin sevgileridir.

İnsanlar hayatlarının sonuna kadar sevgiyi en derin şekliyle yaşama arayışı içinde olurlar. Ancak çoğu zaman, gerçek anlamda sevmeyi ve sevilmeyi sağlayan değerleri elde etmek üzerinde gereği gibi durmazlar. Oysa ki aradıkları güzelliğe ulaşabilmeleri için Allah’tan korkarak hareket etmeleri ve Allah’ı çok sevmeleri gerekmektedir. Allah korkusu ve sevgisi üzerine kurulan sevgi gereği gibi yaşanır, belirli değerler ve belirli özellikler üzerinde gelişebilir. Bu özellikler ne kadar sağlam ve güçlüyse, karşı taraf üzerinde sevgi oluşturma etkisi de, Allah'ın izniyle o derece güçlü olur. Aynı şekilde bir kişide sevilmeye değer özelliklerin yoğunluğu ne kadar çok olursa, karşı tarafta oluşacak sevgi yoğunluğu da o derece artar. Ancak sevgi yoğunluğunu ve derin sevmeyi azaltan ve “kofluk” olarak adlandırılan önemli bir tehlike vardır.

Kofluk Neden Sevgi Üzerinde Önemli Bir Engeldir?

"Kof" kelimesi, "içi boş, değersiz, noksan, yoksun, hemen sönüverecek cinsten" anlamlarına gelir. Bir insanın kof bir kişiliğe sahip olması demek, bu insanın, detaya, derinleşmeye, tavır ve ahlak zenginliğine, akıl alametlerine önem vermemesi; sevgide derinliği hedeflememesi demektir. Böyle bir kişi, kendisindeki temel bazı iyi özellikleri, sevilmesi için yeterli görür. Kendisi detaylı güzellikler ve incelikler sunmak yerine, karşı tarafın çaba harcayarak kendisini sevmeye çalışmasını hedefler. Kof bir insan görünümünün karşı tarafta nasıl bir etki oluşturabileceğini ise hiç düşünmez bile. Kabaca özellikler sunarak talep ettiği sevginin de aynı şekilde derinlikten uzak, yüzeysel bir sevgi olabileceğini de gözardı eder. Kofluk tehlikesi üzerinde durmadığı için, neden istediği gibi sevilemediğini de gereği gibi kavrayamaz. Oysaki insan fıtratında, düz ve kof bir insandan derin etkilenme gücü yoktur.

Bir de ikinci bir insan modeli vardır ki, bu da; kofluktan şiddetle kaçınan, sürekli olarak detaylı incelik ve güzellik sunmaya ve bunları sürekli derinleştirip güzelleştirmeye çalışan kimselerin tavrıdır. Dolayısıyla insanın ruhunun dolu olmasıyla, kofluk çok farklıdır.

İşte insanın kendi kendine, bunlardan hangisine benzediğini samimi olarak sorması ve tavırlarını bu bakış açısıyla gözden geçirmesi gerekmektedir.

Kofluk Tehlikesinden Kurtularak Gerçek Sevgiye Nasıl Ulaşılır?

Öncelikle iman, Allah korkusu ve takva, bir insanı sevmek için kesin olarak gereklidir. Çünkü ancak Allah'ı seven, O'nun yarattıklarında hayır ve hikmet arayan, Allah'ın beğendiği ahlaka uyan bir kimse gerçek anlamda insan sevgisini bilebilecek bir ruha sahip olur. Dolayısıyla iman, temelden kesin bir sevgi sebebidir. Bu nedenle müminler, bir kişiyi Müslüman olduğu için zaten çok severler. Ancak müminin ruhunda, Allah'ın insanlara yaşatabileceği sevginin en üst noktasına ulaşabilme arzusu vardır. Bunun için gereken de derin ahlak güzelliğine ve derin ruh gücüne dair özelliklere sahip olmaktır. Yüce Allah samimi iman eden kullarına derin bir sevgi gücü vereceğini şöyle müjdeler:

"İman edenler ve salih amellerde bulunanlar ise, Rahman (olan Allah), onlar için bir sevgi kılacaktır." (Meryem Suresi, 96)

Detay, insan için çok önemli bir süs ve güzelliktir. İnsan temeldeki güzel özelliklerinin yanı sıra, detayda da binlerce güzel özellik gösterebilir. Bu detayların çokluğu, kişinin ruh gücünün ve ruh zenginliğinin bir yansımasıdır. Ve bu da karşı tarafta aynı şekilde, güçlü ve zengin bir etki oluşturur. Detayların fazlalaşması, karşı tarafın bu kişide sevilecek daha çok detay görmesine vesile olur. Böyle bir kişide, çok ciddi şekilde dikkat çeken bir tavır, mimik, konuşma ve estetik zenginliği vardır. Bu zenginlikler hayatının her anına yansır. Akıllı, imanlı, güvenilir; dost olunabilecek ve derin bir sevgiyle yaklaşılabilecek bir insan olduğu her halinden anlaşılır.

Böyle bir insan karşı tarafın derinlemesine sevebileceği bir kişidir. Bu özellikler olmadıktan sonra, kişi dünya şartlarında olabilecek diğer güzel özelliklerin tümüne birden sahip olsa, bunların hiçbiri, derinliğin ve ruh zenginliğinin Allah'ın izniyle karşı tarafta oluşturacağı etkiyi oluşturamaz. Koflukta hiçbir zaman için derin sevme gücü ve bu sevginin derin heyecanı oluşmaz.

Aynı şekilde bu kişinin karşı tarafı sevebilmesi için de yine bu özelliklere sahip olmaya ihtiyacı vardır. Çünkü ancak derinliği yaşayan bir insan karşı taraftaki derinliği fark edebilir. Ancak inceliği bilen, uygulayan, zenginlik sunabilen bir insan karşısındaki insanda da bu özellikleri fark edebilir.

Dikkatle düşünülmesi gereken bir nokta vardır. Bu Yüce Allah'ın, sadece kendisinden razı olduğu kullarının kalbine bir sevgi vermesidir. Bu sevgi, insanlara merhametli, şefkatli davranmaya, acizliklerini görerek onlara hoşgörü ile yaklaşmaya dönüşerek, derinlik ve anlam kazanır. Nitekim Rabbimiz gerçek sevgide, insanlar arasında büyük bir anlayış ve hoşgörünün hakim olacağını, tüm sorunların sevgi ve anlayışla çözüleceğini şöyle bildirir:

"Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar, affetsinler ve hoşgörsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir." (Nur Suresi, 22)

Müminlerin Yüce Allah'a Duydukları Derin Sevgi Kofluk Tehlikesini Ortadan Kaldırır

Dünya hayatındaki tek amaçları Yüce Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmak olan ve O'na gönülden teslim olan müminler, tüm hayatlarını Yüce Rabbimiz için yaşarlar. Kuran'da "De ki: "Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır."(Enam Suresi, 162) ayetiyle bildirildiği gibi, sahip oldukları herşeyi Yüce Allah'ın rızasını ve hoşnutluğunu kazanmaya adayan müminlerin sevgileri yine sadece Yüce Allah içindir. Rabbimiz'i tüm sıfatlarıyla tanıyan, O'nun gücüne ve büyüklüğüne her an şahit olan, O'nun rahmetini, sevgisini ve şefkatini tüm yaşamı boyunca her an hisseden bir müminin Allah sevgisi, hiçbir sevgiyle kıyaslanmayacak kadar derin ve güçlüdür. Bu nedenle müminler bir insanın, maddenin ya da canlının gerçekte kendine ait bir gücü ya da güzelliği olmadığını bilirler. Karşılaştıkları tüm güzellikleri, insanları, hayvanları, doğayı Yüce Allah'ın yarattığını bilerek sever, hataları, eksiklikleri ve kusurları da yine Yüce Allah kaderde yarattığı için hoşgörü ile karşılarlar. Müminlerin bu yaklaşımı onlara çok büyük bir derinlik kazandırır ve Allah'ın izniyle onları kofluktan tamamen uzaklaştırarak gerçek sevgiyi yaşamalarına vesile olur.

Peygamberimiz (Sav)’in Sevgiyi Tavsiye Eden Sözleri

Mikdam İbnu Mâdikerib (radıyallâhu anh) şöyle anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Biriniz kardeşinin ahlakını (Allah için) seviyorsa bunu kendisine söylesin."
(Kütüb-i Sitte, 10. cilt, s. 135; Ebû Dâvud, Edeb 122, (5124); Tirmizî, Zühd 54, (2393))

Atâ el-Horasânî anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Musâfaha edin ki (sevginizi gösterin ki), kalplerdeki kin gitsin, hediyeleşin ki birbirinize sevgi doğsun ve aradaki düşmanlık bitsin."
(Muvatta, Hüsnü'l-Hulk 16, (2, 908))

"Hediyeleşin, birbirinizi sevin, "Birbirinize yiyecek hediye edin. Bu, rızkınızda genişlik hasıl eder (meydana getirir)."(Kütüb-i Sitte, cilt 16, s.239)

"Allah Katında en sevimliniz dostluk kuran ve kendisiyle dostluk kurulanlarınızdır. Allah nezdinde en sevimsiziniz de kovuculukta gezenler, arkadaşlar arasını açanlardır."(İhya'u Ulum'id-Din Huccetü'l-İslam, İmam Gazali, cilt. 2, s.365)

"İki kardeş (iki arkadaş) iki el gibidir, biri ötekini yıkar."( İhya'u Ulum'id-Din Huccetü'l-İslam, İmam Gazali, cilt. 2, s.394)

"Birbirinize sırt çevirmeyiniz. Birbirinize kin tutmayınız. Birbirinizi kıskanmayınız.Birbirinizle dostluğunuzu kesmeyiniz. Ey Allah'ın kulları kardeş olunuz."(Müslim İhya'u Ulum'id-Din Huccetü'l-İslam, İmam Gazali, cilt. 2, s.407)

"Allah için mütevazi olanı Allah yüceltir. Böbürleneni Allah alçaltır. Allah'ı çok ananı Allah sever."( İbn Mace İhya'u Ulum'id-Din Huccetü'l-İslam, İmam Gazali, cilt. 4, s.655)

Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) sevgiyi tavsiye eden bir hadisinde "Size vermekte olduğu nimetlerinden ötürü Allah'ı sevin, beni de Allah beni sevdiği için sevin."(Tirmizi; İhya'u Ulum'id-Din Huccetü'l-İslam, İmam Gazali, cilt. 4, s.594) şeklinde buyurmuştur.

Bitkiler Yaz Sıcaklığında Nasıl Serinler?

  • Aynı yerde bulunan bir bitki ve bir taş parçası, eşit miktarda güneş enerjisi almalarına rağmen neden aynı derecede ısınmazlar?
  • Öğle vakti 3 dakika kadar güneş altında durduğunda bile ölecek kadar narin bir yapıya sahip bitkilerin sıcaktan minimum derecede etkilenmelerini sağlayan nedir?
  • Bitkilerin yapraklarındaki su kaybı nasıl önlenir?

Güneş altında kalan her canlıda mutlaka olumsuz bir etki oluşur. Nitekim bitkilerin sahip oldukları serinleme mekanizmaları olmasaydı, güneş altındaki birkaç saat bile bitkiler için ölümcül olurdu. Ancak böyle bir durum gerçekleşmez; muazzam bir sıcaklıkta, bütün yaz boyunca yaprakları güneşin altında kavrulmasına rağmen, bitkiler bu durumdan etkilenmezler. Hatta aynı yerde bulunan bitki ve bir taş parçası, eşit miktarda güneş enerjisi almalarına rağmen aynı derecede ısınmazlar.

İşte bitkilerin güneş altında dahi serinlemelerini sağlayan mucizevi özellikleri:

Yapraklardaki Su Kontrol Mekanizması

Yapıları itibariyle sürekli güneş altında olan bitkiler, doğal olarak diğer canlılara oranla daha fazla miktarda suya ihtiyaç duyarlar.

Bitkiler aynı zamanda yapraklarında oluşan terleme vasıtasıyla da sürekli su kaybederler. Bu su kaybını önlemek için, yaprakların güneşe dönük olan üst yüzleri çoğunlukla “kütiküla” adı verilen bir tür su geçirmez, koruyucu cilayla örtülüdür. Bu sayede yaprakların üst yüzeylerindeki su kaybı önlenmiş olur.

Peki ya alt yüzleri? Bitki bu bölümden de su kaybettiği için, gaz alışverişini sağlamakla görevli özel deri hücreleri olan gözenekler genellikle yaprağın alt yüzünde bulunurlar. Gözeneklerin açılıp kapanması bitki tarafından karbondioksit alıp oksijen vermeye yetecek, ancak su kaybına yol açmayacak biçimde denetlenecektir.

Bitkiler Isı Dağıtımını Nasıl Yaparlar?

Bunların yanı sıra bitkiler ısıyı farklı şekillerde dağıtırlar. Bitkilerde iki önemli ısı dağıtım sistemi bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, yaprağın ısısı eğer çevrenin ısısından daha fazlaysa, hava dolaşımının yapraktan dış ortama doğru olmasıdır. Isı naklinden kaynaklanan hava değişimi, sıcak havanın soğuk havadan daha az yoğun olması nedeniyle, havanın yükselmesine dayanır. Bu yüzden yaprakların yüzeyinde ısınan hava yükselir ve yüzeyden ayrılır. Soğuk hava daha yoğun olduğu için yaprağın yüzeyine doğru iner. Böylece sıcaklık azaltılmış ve yaprak serinlemiş olur. Bu işlem yaprağın yüzey ısısı çevredeki ısıdan yüksek olduğu müddetçe devam eder. Çok kuru koşullarda, yani çöllerde dahi bu durum değişmez.

Bitkilerdeki ısı dağıtım sistemlerinden diğeri de yapraklardan su buharı verilerek terlemenin sağlanmasıdır. Bu terleme sayesinde su buharlaşırken bitkinin serinlemesi de sağlanmış olur.

Bu dağıtım sistemleri bitkilerin yaşadıkları ortamın şartlarına uygun olacak şekilde ayarlanmıştır. Her bitki, neye ihtiyacı varsa, o sisteme sahiptir. Son derece kompleks bir yapısı olan bu sistemin dağılımı tesadüfen gerçekleşmiş olabilir mi? Kuşkusuz hayır. Örneğin çöllerdeki bitkilerin yaprakları genelde çok kalındır. Suyu buharlaştırmaktan daha çok, muhafaza etmeye yönelik bir sistemle yaratılmışlardır. Bu bitkiler için ısı dağıtma işlemini buharlaşma ile gerçekleştirmek ölümcül bir sonuç getirecektir. Çünkü çöl ortamında kaybedilen suyun telafisi mümkün değildir. Görüldüğü gibi, bu bitkiler ısılarını her iki yolla da dağıtabilecekken, sadece bu yollardan birini, üstelik de yaşamaları için tek geçerli olan yolu kullanmaktadırlar. Çünkü çöl ortamına uygun bir yapıya sahiptirler ve bunun tesadüflerle açıklanması ise mümkün değildir.

Bitkilerin sahip oldukları bu serinleme mekanizmaları olmasaydı, güneş altındaki birkaç saat bile bitkiler için ölümcül olurdu. Öğle saatlerinde bir dakika kadar direkt olarak alınan güneş ışığı, bir santimetrekarelik yaprak yüzeyinin ısısını 37oC’ye kadar yükseltebilir. Bitki hücreleriyse, bünyelerindeki sıcaklık 50–60oC’ye çıktığında ölmeye başlarlar. Yani bitkinin ölmesi için öğle vakti 3 dakika kadar güneş ışığı alması yeterlidir. İşte bitkiler öldürücü sıcaklıklardan bu iki mekanizma sayesinde korunabilirler.

Bitkilerde Serinleme Mekanizması

Bitkilerin ısı dağıtımında kullandıkları buharlaşma olayı, aynı zamanda atmosferdeki su buharı dengesi açısından da büyük bir önem taşır. Çünkü bitkilerdeki bu buharlaşma, yüksek miktarlardaki suyun düzenli olarak atmosfere ulaştırılmasını sağlar. Bitkilerin bu faaliyetleri bir nevi su mühendisliği olarak da nitelendirilebilir. 1000 metrekarelik ormanlık bir alandaki ağaçlar 7,5 ton suyu rahatlıkla havaya verebilirler. Bu özellikleriyle bitkiler topraktaki suyu vücutlarından geçirerek atmosfere ulaştıran dev su pompaları gibidirler. Bu son derece önemli bir görevdir. Eğer bu özellikleri olmasaydı, suyun yer ile gök arasındaki çevrimi bugünkü gibi gerçekleşemeyecekti, ki bu da yeryüzündeki dengelerin bozulmasına neden olacaktı.

Dış yüzeyleri odunsu ve kuru bir maddeyle kaplı olmasına rağmen, bitkiler bünyelerinden tonlarca su geçirirler. Bu suyu topraktan alırlar ve ileri teknolojiyle çalıştırdıkları kendi fabrikalarında birtakım yerlerde kullandıktan sonra, aldıkları suyun büyük bir bölümünü arıtılmış su olarak doğaya verirler. Başka bir deyişle trilyonlarca tonluk suyu otomasyon düzenleriyle kontrollü olarak topraktan alıp, arıttıktan sonra kendilerine özgü sistemleriyle doğaya adeta pompalarlar. Bunu yaparken aynı zamanda aldıkları suyun bir kısmını da, besin üretiminde hidrojeni kullanmak amacıyla parçalarlar.

Bizim yapraklardaki terleme ya da ağaçların bulunduğu ortamdaki nemlilik olarak nitelendirdiğimiz olaylar, aslında yeryüzünde yaşamın devamlılığı açısından hayati önem taşıyan bu faaliyetlerin bir sonucu olarak gerçekleşir.

Bitkilerin bu işlemlerinde karşımıza çıkan, tek bir parçası çekilip alınsa anında bozulacak ve çalışamayacak mükemmellikte yaratılmış bir sistemin mucizevi yapısıdır. Hiç kuşkusuz ki bu düzeni yaratan ve eksiksiz biçimde bitkilere yerleştiren Rahman ve Rahim olan, her türlü yaratmayı bilen Allah’tır.

‘’O Allah ki, Yaratan’dır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O’nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakim’dir.’’ (Haşr Suresi, 24)

Çöl Sıcağına Uykuda Kalarak Dayanan Bitkiler

Çöl bitkilerinin aşırı sıcakla ve susuzlukla mücadele etmek için kullandığı birkaç yöntem bulunmaktadır. Bu yöntemlerden biri de “uykuda kalmak”tır. Özel yapıları ile kuraklığa ve susuzluğa dayanarak bu yöntemi kullanan bitkiler, “efemeral” bitkiler olarak adlandırılmaktadır. Genellikle bir sene yaşayan ve kuraklık durumlarında tohum halinde uykuda kalarak susuzluktan kurtulan bu bitkiler, yağmurdan sonra çok çabuk bir şekilde tohumlarını açıp yeşillenirler ve fideleri çok hızlı bir şekilde büyür. Çiçeklenme çok kısa bir sürede oluşur ve böylece bitki, tohumdan tohum üretme aşamasına sadece birkaç hafta içinde geçebilir.

Çölde yağmur dengesizdir. Bu yüzden efemerallerin eğer tüm tohumları tek bir yağmur ile yeşillense ve sonra birden gelen bir kuraklık ile ölseler, nesilleri tükenebilirdi. Ama bu bitkilerin çoğu, sadece büyük miktarda yağmur aldıktan sonra tohumlarının yeşillenmesini sağlayan mekanizmalara sahiptir. Bu bitkiler “tohum polimorfizmi” adı verilen ve tohumlarının yeşillenme zamanını farklılaştırabilen bir özelliğe sahiptirler. Ek olarak tohumlarda da yeşillenmeyi engelleyici bir madde vardır. Tohuma ilk defa su ulaştığında, onun yüzeye çıkma aşaması tamamlanır. Ancak tohumun yeşillenebilmesi için bu koruyucu maddenin etkisiz hale gelmesi gerekir. Bu işlem ise tohumun ikinci defa suyla buluşmasıyla meydana gelir. Eğer ikinci defa su gelmezse yani yağmur yağmazsa tohum filizlenmez. Bu nedenle tohumlar ıslanmak için iki evreye ihtiyaç duyar; ilki tohumların yüzeye çıkmasına neden olur, ikincisi de yenilenmeyi engelleyici maddeyi giderir ve ancak bu engelleyici maddenin gitmesinden sonra yeşillenme meydana gelir.

Uykuda Hareket Etmenin Önemi

"Sen onları uyanık sanırsın, oysa onlar (derin bir uykuda) uyuşmuşlardır. Biz onları sağ yana ve sol yana çeviriyorduk. Köpekleri de iki kolunu uzatmış yatıyordu. Onları görmüş olsaydın, geri dönüp onlardan kaçardın, onlardan içini korku kaplardı." (Kehf Suresi, 18)

Yukarıdaki ayette Allah’ın, yüzlerce yıl uykuda kaldıkları bildirilen Kehf Ehli’nin bedenlerini sağ ve sol yanlara çevirdiği haber verilmektedir. Bunun hikmeti ise çok yakın bir tarihte keşfedilmiştir.

Uzun süre aynı yatış pozisyonunda kalan insanlar ciddi sağlık problemleri ile karşılaşırlar: Kan dolaşımında komplikasyonlar meydana gelmesi, deride yaraların oluşması, yatılan yüzeye temas eden bölgelerde kanın pıhtılaşması gibi...

Uzun süre aynı pozisyonda yatıldığında meydana gelen yatak yaralarına "basınç yaraları" da denir. Çünkü çok uzun süre aynı pozisyonda yatıldığında, vücudun belli bir bölgesine uygulanan sürekli basınç, kan damarlarının sıkışıp kapanmasına neden olabilir. Bunun sonucu olarak kan yoluyla taşınan oksijen ve diğer besinler deriye ulaşamaz ve deri ölmeye başlar. Bu durum vücutta yaraların oluşmasına sebep olur. Eğer bu yaralar tedavi edilmezse derinin katmanları, yağ ve kas dokuları da ölebilir. Bu nedenle deri üzerindeki basıncı azaltmak için her 15 dakikada bir pozisyon değiştirmek en sağlıklısıdır. Kendi kendine hareket edemeyen felçli hastalar da bu nedenle özel bir bakıma tabi tutulurlar ve her 2 saatte bir başkasının yardımıyla hareket ettirilirler. Yukarıdaki ayette yüzyılımızda keşfedilen bu tıbbi bilgilere dikkat çekilmesi, Kuran'ın mucizelerinden yalnızca biridir.

İnsanın Gerçek Yol Göstericisi

Dünya üzerinde yaşamış olan ve halen yaşayan milyarlarca insanın birbirinden çok farklı hayatları vardır. Ancak bazı gerçekler hiç değişmez. Her insan, kendi iradesi dışında ve yine kendisinin seçmediği bir ortamda dünyaya gelir, büyür ve kaçınılmaz olarak da ölür. Ölüm, şimdiye kadar tüm insanlar tarafından istisnasız olarak yaşanmış kesin bir gerçektir. Şu anda gördüğünüz insanların hepsi -siz de dahil- en fazla bir asır içinde bu gerçeği doğrulayarak toprak altına gireceklerdir.

İnsan hayatının ölüm kadar kesin bir diğer kuralı ise, insanın hayata cehalet içinde başlamasıdır. İnsan dünyaya geldiğinde herşeyden habersiz, hiçbir şey bilmeyen ve hiçbir yargı yeteneğine sahip olmayan bir bebektir. Kendi yaşamını sürdürmeye yetecek kadar bile aklı ve iradesi yoktur.

Oysa hayvanların çoğu "akıllı" bir şekilde dünyaya gelirler; hayata gözlerini açtıklarında, kendi yaşamlarını sürdürecek bilgi ve "içgüdü"lere sahiptirler. Örneğin sinekler gözlerini açar açmaz uçmaya ve yem aramaya başlarlar. Sanki dünyaya gelmeden önce kendilerine gerekli olan bütün bilgiler onlara öğretilmiş gibidir. Yaşadıkları ortama her yönden hazır bir şekilde doğar, bir süre beslenip ürer, sonra da ölürler.

İnsan ise başta da belirttiğimiz gibi bomboş bir zihinle ve hiçbir yeteneği olmadan dünyaya gelir. Bunları edinmesi ise yıllar sürer. "Aklı başında" bir insan sayılması için uzun senelere ihtiyaç vardır. Bu dönem boyunca bedensel yetenekleri geliştiği gibi düşünme ve yargı yeteneği de gelişir. Aslında insanın zihinsel gelişimi hayatının sonuna kadar sürer.

Ancak burada önemli bir noktaya dikkat etmek gerekmektedir. İnsan dünyaya "bomboş" geldiğine göre, her türlü eğitime de açıktır. Bu nedenle yetiştiği ortam kişinin değer yargılarının oluşmasında çok etkilidir. Önce ailesi, sonra da toplumun diğer kesimleri insanın değer yargılarının belirlenmesinde büyük bir rol oynar. Kişi neyin doğru, neyin yanlış olduğunu içinde yaşadığı toplumdan öğrenir. Bu ise insanların bir kısmının aslında önemli bir sorunla karşı karşıya olduklarını göstermektedir.

Neden mi? Çünkü kendisini etkileyen toplumun değer yargılarının, inanç ve düşüncelerinin gerçekten doğru olduğunu gösterecek hiçbir ölçü yoktur. Kuşkusuz her toplumun geleneksel birtakım değerleri vardır, ancak önemli olan neye göre bu değerlerin doğru veya yanlış olduğunun belirlendiğidir.

Örneğin komünist bir toplumda büyüyen genç diyalektik materyalizmden etkilenerek yetişebilir. Ya bu ideolojiyi benimser, ya da ona "karşı" olur; bu "karşı olma" kavramı bile yine bu ideolojinin etkisini göstermektedir. Afrika'nın balta girmemiş ormanlarında yaşayan bir yerli çocuğu ise totemlere tapınmayı öğrenip, bu sapkınlığı doğal karşılayabilir. Nazi Almanyası gibi faşist bir rejimde büyüyen insan, büyük "Hitler"e ve onun fikirlerine sadakatle bağlanabilir. Dürüstlük, sadakat, vefa gibi ahlaki değerlerin önemli görülmediği bir toplumda yetişen bir kişi ise, sahtekarlık yapmakta, yalan söylemekte, menfaatperest davranmakta sakınca görmeyebilir.

Kısacası farklı toplumlar farklı değer yargılarına, farklı yol göstericilere sahiptirler ve bunların hangisinin gerçekten doğru olduğunu tespit edemezler. Zaten insanların büyük bir çoğunluğu böyle bir tespit yapmaya da uğraşmazlar. İçinde büyüdükleri geleneği aynen benimser, atalarından ve babalarından kendilerine miras kalan kültürü sorgulamadan sürdürürler. Bazıları kendilerince "müstakil şahsiyet" gösterir ve geleneksel kültürü tümüyle reddederek yeni bir ideolojiyi benimserler. Ya da tamamen kendi kişisel sezgi ve duygularını "yol gösterici" edinirler. Ancak bu ideolojilerin ya da kişisel "hayat felsefeleri"nin doğru olduğunu gösterebilecek hiçbir delil de yoktur. Çünkü birbirinden farklı binlerce ideoloji ya da "hayat felsefesi" vardır.

Bu gerçeği gören bazı düşünürler, çareyi "tek bir doğrunun olmadığını, doğrunun izafi bir kavram olduğunu" öne sürmekte bulmuşlardır. Onlara göre birbirinden tamamen farklı binlerce "doğru" tanımı olduğuna göre, "asıl doğru" diye de bir şey yoktu. Bugün pek çok kişinin ağzından duyabileceğimiz "herkesin doğrusu kendine" sözü de bu yanlış düşüncenin bir ifadesidir. (Harun Yahya, Kuran ' ı Dinlemeyenler)

Peki gerçekten böyle midir? İnsanoğlu hiçbir şey bilmez iken geldiği bu dünyada, binlerce farklı ve izafi doğru tanımı karşısında, hangisinin "asıl doğru" olduğunu bulamadan yaşamak, bunlar arasında çabalamak, hayatını tüketmek zorunda mıdır?

Elbette hayır...

Ne evren, ne dünya ne de insan başıboş, sahipsiz ve amaçsızdır. Hepsini alemlerin Rabbi olan Allah yaratmıştır. Evrende bulunan herşey Allah'ın iradesine boyun eğmiştir. Evren, bir zamanlar yok iken, O'nun "ol" emri ile var olmaya başlamış ve şekillenmiştir. Dünyayı insan için seçen, diğer tüm gezegenlerin aksine, suyla, havayla, bitkilerle, hayvanlarla, kısacası hayatla dolu bir gezegen yapan Allah ' tır. İnsanın bedenini kuru bir balçıktan yaratıp, sonra da ona Kendi ruhundan üfleyen ve böylece ona bilinç ve irade veren yine Rabbimiz'dir. Allah Kuran ' da şu şekilde buyurmaktadır:

"Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah'tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, Güneş'e, Ay'a ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca) O'nundur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir." (Araf Suresi, 54)

Allah tüm evrene hakim olduğu gibi insana da hakimdir. Ayetlerde şöyle buyrulur:

"Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. O, yarattığını bilmez mi? O, Latif'tir; Habir'dir." (Mülk Suresi, 13–14)

Allah, Kendisi'ne yönelen kullarına dünyada ve ahirette sonsuz cenneti müjdelemiştir. Allah cennet ile müjdelediği müminlere Kuran ' ın yol gösterici olduğunu bildirmiştir.

"Elif, Lam, Mim. Bu, kendisinde şüphe olmayan, muttakiler için yol gösterici olan bir Kitaptır." (Bakara Suresi, 1–2)

Rabbimiz'in bizlere bir rehber ve rahmet olarak gönderdiği Kuran, insanların kendilerine edindikleri tüm diğer yol göstericilerden (kültürlerden, geleneklerden, ideolojilerden, hayat felsefelerinden vs.) üstündür. Çünkü diğer tüm yol göstericiler insan ürünüdür. İnsanların sarılması gereken, hükmünde hiçbir eksik, hata ya da çarpıklık olmayan, alemlerin Rabbi Allah ' ın sözü Kuran ' dır. Allah Kuran ' da şu şekilde buyurmuştur:

"De ki: "Sizin şirk koştuklarınızdan hakka ulaştırabilecek var mı?" De ki: "Hakka ulaştıracak Allah'tır. Öyleyse, hakka ulaştıran mı uyulmaya daha hak sahibidir, yoksa doğru yola ulaştırılmadıkça kendisi hidayete ulaşmayan mı? Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz?" (Yunus Suresi, 35)

Kuran ahlakını yaşamayıp atalarından gelen cahiliye geleneklerinin, sapkın ideolojilerin ya da yanlış hayat felsefelerinin peşinden gidenler, büyük bir yanılgı içinde olduklarını er ya da geç anlayacaklardır. Ancak geç anlamak, ölümle birlikte anlamak anlamına gelir ki, bunun insana hiçbir faydası yoktur. Kuran'ın bir özelliği de "furkan" olması, yani hak ile batılı, doğru ile yanlışı birbirinden ayırmasıdır ve her şey, ancak Kuran ahlakına uygun ise doğruluk kazanabilir.

Allah bir ayette şu şekilde bildirmiştir.

"Biz Kitabı sana, herşeyin açıklayıcısı, Müslümanlara bir hidayet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik." (Nahl Suresi, 89)

Duyma Anında Neler Oluyor?

Yolda karşılaştığınız bir arkadaşınız size "merhaba" dediğinde, arkadaşınızdan gelen ses dalgaları kulak kepçesi tarafından toplanır. Ses, yolculuğu sırasında saniyenin ellide birinde 6 m. yol kat eder.

İki kulağın içinde titreşen hava, hızla orta kulağa kadar olan mesafeyi kat eder.7.6 mm çapında olan kulak zarı titremeye başlar. Bu titreme hareketi üç küçük kemiğe iletilir. Ses titreşimleri böylece mekanik titreşimlere dönüşür. Daha sonra ise bu kemiklerdeki titreşimler iç kulağa iletilir ve buradaki salyangoza benzeyen koklea isimli yapının içinde bulunan özel sıvıyı hareketlendirir.

Koklea'nın içerisinde farklı ses tonları birbirinden ayrıştırılır.Kokleanın içinde, tıpkı bir müzik aleti olan arpteki teller gibi, değişik kalınlıklarda ince teller uzanmaktadır. Arkadaşınızın sesi şimdi bu telleri adeta çalmaktadır. "Merhaba" sesi, başlangıçta düşük perdeden başlamış sona doğru yükselmiştir. Önce kalın teller titreşir sonra bunu inceleri takip eder. Sonunda iç kulaktaki on binlerce çubuk şekilli cisimcik, kendi titreşmelerini işitme sinirlerine aktarır.

Artık "merhaba" sesi sadece bir elektrik sinyalidir. Bu sinyal, işitme sinirleri içinde beyne doğru hızla ilerler. Sinirlerdeki bu yolculuk, sinyaller beyindeki duyma merkezine ulaşıncaya kadar devam eder. Bu yolculuğun sonunda beyindeki milyonlarca nöronun büyük bir kısmı, elde edilen işitme bilgilerini değerlendirmekle meşguldür. Böylece arkadaşınızın merhabasını duymuş olursunuz.

Burada son derece yüzeysel hatları ile anlatılan bu işlemler, gerçekte çok daha karmaşıktır ve saniyeden de kısa bir sürede gerçekleşir. Her gün yüzbinlerce kez görür ve işitiriz. Ancak çoğu zaman bunları nasıl yapabildiğimizi düşünmeyiz. Oysa gördüğümüz ve duyduğumuz herşeyi Rahman ve Rahim olan Allah'ın rahmetiyle görmekte ve işitmekteyiz. Bunun için de tüm bunlar müminlerin şükürlerine vesile olmalıdır.

29 Kasım 2010 Pazartesi

Örümceklerin Tavanda Yürüyebilmelerinin Sırrı

Biyomekanik uzmanlarının küçük bir sıçrayan örümceğin (Evarcha arcuata) ayağını taramalı elektron mikroskobunda incelemeleri, ayakların altında, diğer örümceklerde olduğu gibi uzun tüylerin (setae) dizili olduğunu ortaya koydu. Bu tüylerin her biri, daha da ince olan ve üçgen şeklinde tüycüklere ayrılıyordu (setules). Ne tür bir yapışma kuvvetinin devrede olduğunu görmek için, örümceğin ayağı ve küçücük bir tel arasındaki yapışma kuvvetini ölçtüler. Hesaplar, toplamda yaklaşık 600.000 tüycüğün temasıyla tavanda asılı duran bir örümceğin, kendi ağırlığının 173 mislini taşıyabilecek bir yapışma kuvvetiyle tutunduğunu gösterdi.

Bu sonuçları yorumlayan bilim adamları, örümceğin yüzeye Van der Waals kuvvetiyle (birbirine milimetrenin binde biri kadar yakın olan moleküller arasında ortaya çıkan elektrostatik çekim kuvveti) yapıştığı sonucuna vardı. Van der Waals kuvveti sadece cisimler arasındaki mesafeyle ilgilidir ve çevresel faktörlerden etkilenmez. Bu sayede örümceğin duvara yapışma yöntemi, ıslakken yapışabilen not kağıtları ve havanın bulunmadığı uzayda yüzeylere yapışabilecek uzay üniformaları gibi sıradışı malzemelerin üretiminde taklit edilebilecek.

Bilim adamlarının örümcek ayağını inceleyip çalışmalarında ondan faydalanmaları, örümceğin ayağında akıllı bir tasarım bulunduğunun açık bir göstergesidir. Bu durumda örümceğin tavanda yürüme yeteneğinin özel bir yaratılışın ürünü olduğu ortaya çıkar. Hiç şüphesiz, örümceği yaratan ve ona böyle bir özellik bahşeden alemlerin Rabbi olan Yüce Allah’tır.

Müminlerin Kuvveti İhlastan Gelir

Allah'a ve ahirete inanmayan insanların birlikteliklerinin temelinde, hep dünyevi değerlere verilen önem ve yine dünyevi menfaatlere yönelik beklentiler yatar. Bu kimseler bir araya gelmekle bir anlamda karşılıklı bir menfaat anlaşması yapmış olurlar; taraflar karşılıklı olarak birbirlerine destek olur ve böylece müşterek menfaatler elde etmeye çalışırlar. Kurulan bu ittifak sadece bir güç birliğinden ve menfaat beklentisinden kaynaklanmıştır. Dolayısıyla da beklentiler yok olduğunda birliğin bozulması da son derece doğaldır.

Allah'ın " Kendi aralarındaki çarpışmaları ise pek şiddetlidir. Sen onları birlik sanırsın, oysa kalpleri paramparçadır. Bu, şüphesiz onların akıl etmeyen bir kavim olmaları dolayısıyla böyledir." (Haşr Suresi, 14) ayetiyle insanlara haber verdiği gibi, inkar edenler her ne kadar birlik ya da dayanışma içerisinde gibi görünseler de temelde kalpleri paramparçadır.

Bu nedenle inkar edenler arasındaki bu birliktelikler her zaman için dağılıp yıkılmaya mahkumdur. Dünya üzerinde insanlar arasında gerçek bir birliktelik, gerçek bir dostluk ve ittifak sağlayabilecek güç ise 'iman'dır. Hesap gününden korkan iman sahibi insanlar bir araya gelerek, dünyada başlayıp ahirette de sonsuza kadar devam edecek sağlam bir ittifakın temellerini atmış olurlar. Birbirlerini araya hiçbir çıkar beklentisi katmadan, halis niyetle ve sadece Allah'ın rızası için sever, birbirleriyle Allah'ın rızası için dost olur ve Allah'ın rızası için birlik olurlar. Temeli dünya üzerindeki en sağlam kaynağa, Allah sevgisine ve Allah korkusuna dayalı olan bu birliğin bozulması, yıkılması Allah'ın dilemesi dışında hiçbir şekilde mümkün olmaz. (www.dinsizliginkabusu.com)

İmanın Gücü

İman edenler, "Şüphesiz Allah, Kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever." (Saff Suresi, 4) ayetindeki örnekte olduğu gibi birbirlerine kenetlenip yıkılması mümkün olmayan bir bina gibi aşılması imkansız bir kuvvet oluştururlar. Başka bir ayette " (O zaman) Muhakkak Allah'a kavuşacaklarını umanlar (şöyle) dediler: "Nice küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah'ın izniyle galib gelmiştir; Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara Suresi, 249) hükmüyle ifade edildiği gibi kalplerindeki bu iman ve ihlas ile az sayıda bile olsalar, milyonlara galip gelecek bir şevk ve irade kazanmış olurlar. İhlası daima ayakta tutmalarından dolayı Allah'ın desteğini kazanmış olurlar ki, Allah'ın "mutlak galip olan" olması nedeniyle işlerinde her zaman üstün gelip, başarı kazanırlar. (Harun Yahya, Kuran'da İhlas)

Allah'ın " eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz."(Al-i İmran Suresi, 139) ayetinin sırrına vakıf oldukları için kimsenin delip geçemediği, nifak sokup dağıtamadığı, birbirine düşürmeyi başaramadığı, şüphe verip gücünü kıramadığı olağanüstü bir direnç ve kuvvet gösterirler. Bu birliği oluşturan kişilerin her biri Allah'a karşı içli bir korku duyup O'ndan sakınır. Kuran ayetlerine kayıtsız şartsız teslimiyet gösterirler. Allah'tan başka hiç kimsenin rızasını aramaz, Allah'tan başka hiç kimseden korkmazlar.

Tesanütlerinin Nedeni İhlaslarıdır

Müminler, kendi içlerinde büyük bir ihlasla Allah'ın rızasını aradıkları için hiçbir zaman bir kargaşa, anlaşmazlık ya da ihtilafla karşı karşıya gelmezler. Çünkü Kuran ayetleri son derece açıktır. Tüm inananların Kuran'a kayıtsız şartsız uyduğu ve her zaman Allah'ın rızasını kazanmaya yönelik hareket ettiği bir ortamda müthiş bir uyum ve düzen meydana gelir. Herkes ihlasla Allah'a ve Kuran'a itaat ettiği için tüm işleri akıcı bir düzen içinde kolaylıkla hallolur. Kendi menfaatleriyle çatıştıklarında her biri de dinin ve inananların menfaatlerinden yana tavır koydukları ve her zaman için kardeşlerinin nefislerini kendilerinkinden üstün tuttukları için müthiş bir tesanüt, birlik ve dayanışma ortamı oluşur. Bu birliğin oluşması için Müslümanların her zaman bir arada olmaları da gerekmez. Önemli olan birbirlerinden ne kadar uzak olurlarsa olsunlar, hangi dili konuşuyor ve hangi ülkede yaşıyor olurlarsa olsunlar iman edenlerin sarsılmayacak bir manevi birlik oluşturmalarıdır.

Bu kişiler, sonsuz ahiret arkadaşları olmaya niyet etmiş olmalarından dolayı derin bir sevgi, saygı ve sadakatle birbirlerine bağlanmışlardır. Bundan dolayı da asla rekabete, çekişmeye ya da ihtilafa imkan tanımazlar. Her ne zorluk ya da sıkıntıyla karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, Allah korkularından ve ihlaslarından dolayı asla yılgınlığa, gevşekliğe ya da iradesizliğe kapılmazlar. Birinde bir kusur olacak olsa, bir diğerinin imanı ve ihlası onu o durumdan çekip çıkarır. Sürekli birbirlerine iyiliği emredip, kötülükten menettikleri için giderek imanları güçlenir, ihlasları ve dolayısıyla da kuvvetleri artar.

Sürtünme Kuvvetinin Hayatımızdaki Önemi

Günlük hayatta, özellikle bir şeyleri iterken karşılaştığımız sürtünmeyi kimi zaman hep zorluk çıkaran bir kuvvet olarak düşünmüşüzdür. Oysa cisimler ve yüzeyler arasındaki sürtünme kuvveti yaratılmamış bir dünya nasıl olurdu? Kalem elinizden kayıp düşecek, kitaplar ve defterler masanın üzerinden kayıp yere düşecek, masa döşeme üzerinde kayıp köşeye çarpacaktı, kısacası tüm cisimler aynı düzeye gelene kadar her şey kayacak ve yuvarlanacaktı. Sürtünmesiz bir dünyada, düğümler çözülecek, çiviler ve vidalar yerlerinden çıkacak, arabaların freni tutmayacak, ses asla sönmeyip, bir duvardan ötekine yankılanıp duracaktı…

Evrende düzeni sağlayan tüm bu fizik yasaları, evrenin de içindeki canlılar gibi tasarlanmış olduğunun kanıtlarıdır. Gerçekte fizik yasaları, sadece Allah’ın yaratmış olduğu düzenin insanlar tarafından yapılan bir açıklamasıdır. Evrendeki düzeni sağlayan değişmez kurallar Allah tarafından yaratılmış ve hakkında düşünüp Allah’ın üstünlüğünü kavramaları ve verdiği nimetlere şükretmeleri için insanların hizmetine verilmiştir.

İskelet Nasıl Dengede Durur?

Omuriliği koruyan kemiklerin sahip olduğu bu özellik, yaratılış mucizesinin delillerini bir kez daha gözler önüne serer. Omurga, üst üste dizili olan omurlardan meydana gelmektedir. İnsan her adım atışında, omurgayı oluşturan bu omurlar hareket ederler. Ancak yapılan hareketler esnasında omurların aşınma tehlikesi de vardır. Bu nedenle insan vücudunun karşılaşacağı muhtemel tehlikelere karşı olağanüstü bir önlem alınmıştır.

Omurların aşınmaması için her bir omur arasında bir nevi amortisör görevi yapan dayanıklı diskler vardır.
Bu diskler, insanın her adım atışında yerden vücuda gelen tepki kuvvetini azaltarak kemiklerin yaylanmasını sağlar. Nitekim omurga kemiklerinin dizilimi de özel bir planlamanın ürünüdür. Üst üste dizilerek "S" harfi çizen omurga kemiklerinin bu şekli, son derece hikmetlidir. Çünkü, eğer "S" şeklinde değil de, dümdüz bir görünümde dizilmiş olsalardı ve aralardaki disklerin darbeleri emme özellikleri bulunmasaydı, 30 cm. yükseklikten atlayan bir insanda omurganın boyuna yapacağı baskı sonucu, omurga beyni parçalayarak kafatasından dışarı çıkacaktı. Ya da eğer omurgaların yapısı kafatası gibi yekpare tek bir kemikten oluşsaydı, insan en basit bir hareketi bile yapamayacaktı. Kemiklerin hiçbir elastikiyeti olmayacağından, insan sürekli olarak dimdik durmak zorunda kalacak, en hafif bir eğilmede dahi kemikler kırılacak ve omurilik son derece önemli hasarlar görecekti. Ancak Allah'ın rahmeti sayesinde bunlar olmaz ve insan rahatlıkla yaşamını sürdürür.

Atom Çekirdeğindeki Muazzam Güç

Atom çekirdeği proton ve nötronlardan oluşur. Peki bir atomun çekirdeğini oluşturan tüm bu parçacıkları bir arada tutan güç nedir? İşte çekirdeği bir arada tutan ve fizik kurallarının tanımlayabildiği en şiddetli kuvvet olan bu kuvvet, "güçlü nükleer kuvvet"tir. Bu kuvvet, atomun çekirdeğindeki protonların ve nötronların dağılmadan bir arada durmalarını sağlar. Atomun çekirdeği bu şekilde oluşur. Bu kuvvetin şiddeti o kadar fazladır ki, çekirdeğin içindeki protonların ve nötronların adeta birbirine yapışmasını sağlar. Bu yapışma kuvveti protonların ve nötronların birbirlerine istenilen mesafede bulunmalarını sağlamak için özel olarak tespit edilmiştir. Söz konusu kuvvet biraz daha yapıştırıcı olsa protonlar ve nötronlar birbirlerinin içine geçecek, biraz daha az olsa dağılıp gideceklerdi.

Nükleer enerji denilen muazzam güç ise, çekirdekteki bu yapıştırıcı kuvvetin serbest bırakılmasıyla ortaya çıkar. Çekirdek büyüdükçe nötron-proton sayıları ile bunları birarada tutan kuvvetin büyüklüğü de artar. Büyük bir çekirdekte, protonların ve nötronların birlikteliğini sağlayan bu kuvveti serbest bırakmak son derece zordur. Parçacıklar, birbirlerinden ayrıldıkça, tıpkı bir yay gibi, daha büyük bir kuvvetle bir araya gelmeye çalışırlar. Bu öyle bir kuvvettir ki yerçekimi kuvvetinin değerinden yaklaşık 1038 yani "yüz milyar kere milyar kere milyar kere milyar" kadar daha büyüktür. (Encyclopedia Britannica, Electromagnetism) Üzerinde bir oynama yapılmadığı zaman kimseye bir zararı yoktur, ama insan müdahalesiyle milyonları öldüren bir güç haline gelebilmektedir. Bu eşsiz düzen ve hassas dengede karşımıza çıkan tek gerçek Yüce Allah'ın kusursuz yaratışıdır.

PROBOSCIS MAYMUNU


Proboscis maymunu aynı zamanda uzun burunlu maymun olarak da bilinir. Bu maymun türünün en belirgin özelliklerinden biri erkeklerinin burunlarının oldukça uzun (7inch) olmasıdır. Bu burunlar hem çiftleşmede hem de uyarı çağrılarını genişletmek amacıyla oluşturulan bir çınlama çemberi olarak kullanılmaktadırlar. Herhangi bir nedenle huzursuz olursa maymunun burnu kanla dolar ve çıkardığı sesler daha gür ve belirgin bir hale gelir.

Erkek maymunlar dişilere nazaran çok daha büyüktürler ve boyutları 72 cm’i bulabilir, kuyruğu ile bu uzunluk 75 cm’e kadar çıkar, kiloları ise yaklaşık 25 kg’dır. Dişi maymunlar ise 60 cm uzunlukta ve 12 kg ağırlıktadırlar. Proboscis maymunları boyut olarak dişi ve erkek arasındaki farkın en belirgin olduğu maymun türüdür.
Proboscis maymununun aynı zamanda çok büyük bir midesi vardır. Sindirim sistemi kompartmanlara ayrılmıştır; bu kompartmanlarda bulunan bakteriler selülözü sindirir ve yapraklarda bulunan toksinleri etkisiz hale getirirler. Bu sayede maymun yaprak yiyebilir. Proboscis maymununun midesi tüm vücudunun dörtte birini oluşturur. Bu benzersiz sindirim sisteminin yan etkisi ise olgunlaşmış meyveleri sindiremiyor olmasıdır; bu nedenle proboscis maymununun diyetini tohum, yaprak ve olgunlaşmamış meyveler oluşturur.

DÜNYANIN YUVARLAKLIĞI

Gökleri ve yeri hak olarak yarattı. Geceyi gündüzün üstüne sarıp-örtüyor, gündüzü de gecenin üstüne sarıp örtüyor... (Zümer Suresi, 5)

Kuran'ın evreni tanıtan ayetlerinde kullanılan ifadeler oldukça dikkat çekicidir. Üstteki ayette "sarıp örter" olarak tercüme edilen Arapça kelime "yukevviru"dir. Bu kelimenin Türkçe karşılığı, "yuvarlak bir şeyin üzerine bir cisim sarmak"tır. (Örneğin Arapça sözlüklerde "başa sarık sarma" gibi yuvarlak cisimleri içeren fiiller için bu kelime kullanılır.) Ayette, gecenin ve gündüzün birbirlerinin üzerlerini sarıp-örtmeleri (tekvir etmeleri) konusunda verilen bilgi, aynı zamanda Dünya'nın biçimi konusunda kesin bir bilgi içermektedir. Ancak ve ancak Dünya'nın yuvarlak olması durumunda bu ayette ifade edilen fiil gerçekleşebilir. Yani 7. yüzyılda indirilen Kuran'da Dünya'nın yuvarlak olduğuna işaret edilmiştir.
Unutmamak gerekir ki, o dönemdeki astronomi anlayışında Dünya daha farklı algılanıyordu. O dönemde Dünya'nın düz bir satıh olduğu düşünülüyordu ve tüm bilimsel hesap ve açıklamalar da buna göre yapılıyordu. Ancak Kuran Allah'ın sözü olduğu için, evreni tarif ederken olabilecek en tanımlayıcı kelimeler kullanılmıştır. Kuran ayetlerinde ise bize henüz yakın yüzyılda öğrendiğimiz bu bilgileri 1400 sene öncesinden haber verilmektedir.

28 Kasım 2010 Pazar

MİKROSKOBİK HAYATIN VARLIĞI

Yerin bitirdiklerinden, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden bütün çiftleri yaratan (Allah çok) yücedir. (Yasin Suresi, 36)

... daha sizlerin bilmediğiniz neleri yaratmaktadır? (Nahl Suresi, 8)

Yukarıdaki ayetlerde, Kuran'ın indirildiği dönemde insanların bilmediği hayat formlarının olduğuna işaret edilmektedir. Nitekim mikroskobun keşfi ie birlikte insan gözünün göremediği küçüklükte yeni canlılar keşfedilmiştir. Böylece Kuran'da dikkat çekilen, bu canlıların varlığı hakkında insanlar bilgi sahibi olmaya başlamışlardır. Çıplak gözle görülemeyen ve genellikle tek bir hücreden ibaret olan mikro canlıların varlığına işaret eden diğer ayetler ise şöyledir:

... Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey O'ndan uzak (saklı) kalmaz. Bundan daha küçük olanı da, daha büyük olanı da, istisnasız, mutlaka apaçık bir kitapta (yazılı)dır. (Sebe Suresi, 3)

... Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın. (Yunus Suresi, 61)

Yeryüzünün her yanına yayılmış olan bu gizli dünyanın üyeleri yani mikroorganizmalar, yeryüzündeki hayvanların 20 katı kadardırlar. Gözle görülmeyecek kadar küçük bu mikroorganizmalar topluluğu, bakteriler, virüsler, mantarlar, su yosunları ve akarlardan oluşur. Bu mikrocanlılar, yeryüzündeki yaşam dengesinin önemli bir unsurudur. Örneğin Dünya üzerinde yaşamın oluşumunu sağlayan temel öğelerden bir tanesi olan azot döngüsü, bakteriler tarafından sağlanır. Bitkilerin topraktaki mineralleri alabilmelerini sağlayan en önemli unsur ise kök mantarlarıdır. Salata veya et gibi nitrat içeren besinlerden zehirlenmemizi ise dilimizde bulunan bakteriler önler. Aynı zamanda bazı bakteriler ve algler, dünyada canlılığın var olmasının temel unsuru olan fotosentez yapabilme yeteneğine sahiptirler ve bu görevi bitkilerle paylaşırlar. Bazı akar türleri organik maddeleri parçalayarak besinleri bitkilerin kullanabileceği hale dönüştürebilirler. Görüldüğü gibi ancak teknolojik aletlerle hakkında bilgi edinebildiğimiz bu küçük canlılar, insan yaşamı için vazgeçilmez öneme sahiptirler.

Kuran'da asırlar öncesinden gözle gördüğümüz alemlerin dışında da canlılar olacağına dikkat çekilmesi, kuşkusuz Kuran'ın bir başka mucizesidir.

GENLERDEKİ PROGRAMLANMA


(Allah) Onu hangi şeyden yarattı? Bir damla sudan yarattı da onu 'bir ölçüyle biçime soktu.' Sonra ona yolu kolaylaştırdı. (Abese Suresi, 18-20)

Yukarıdaki ayette "ölçüyle biçime soktu" olarak çevrilen "kaddere" kelimesi, Arapçada "kadere" fiil kökünden gelmektedir ve "ayarlamak, ölçüp biçmek, planlamak, programlamak, geleceğini görmek, Allah'ın birşeyi (kaderde) yazması" anlamlarına gelmektedir.

Bilindiği gibi babanın sperm hücresi, annenin yumurta hücresini döllediğinde, doğacak bebeğin bütün kalıtsal özelliklerini belirlemek üzere babanın ve annenin genleri birleşir. Bu binlerce genden her birinin özel bir işlevi vardır. Saç ve göz rengini, boyunun uzunluğunu, yüzünün biçimini, iskelet çatısını; iç organlardaki, beyin, sinirler ve kaslardaki sayısız ayrıntıyı belirleyen genlerdir. Tüm fiziksel özelliklerin yanı sıra, hücrelerde ve vücutta meydana gelen binlerce farklı olay ve sistemin kontrolü de genlerde kayıtlıdır. Örneğin, insanın kan basıncının alçak, yüksek veya normal olması bile genlerdeki bilgilere bağlıdır.

Sperm ile yumurta birleştiklerinde oluşan ilk hücre ile beraber, insanın hayatının sonuna kadar her hücresinde şifresini taşıyacağı DNA molekülünün de ilk kopyası oluşmuş olur. DNA, hücre çekirdeğinde titizlikle korunan oldukça büyük bir moleküldür ve bu molekül yukarıda bahsettiğimiz genleri içeren, insan vücudunun bir nevi bilgi bankasıdır. Döllenmiş yumurta dediğimiz ilk hücre, bundan sonra DNA'da kayıtlı program doğrultusunda çoğalır ve bir insana dönüşmek üzere vücuttaki dokuları, organları oluşturmaya başlar. İşte bu kompleks yapılanmanın koordinasyonu, DNA molekülü -karbon, fosfor, azot, hidrojen ve oksijen gibi atomlardan oluşan bir molekül- tarafından sağlanır.

DNA'da kayıtlı bulunan bilginin kapasitesi ise bilim adamlarını hayrete düşüren boyutlardadır. İnsanın tek bir DNA molekülünde tam bir milyon ansiklopedi sayfasını veya yaklaşık 1000 kitabı dolduracak miktarda bilgi bulunur. Bir başka deyişle her bir hücrenin çekirdeğinde, insan vücudunun işlevlerini kontrol etmeye yarayan bir milyon sayfalık bir ansiklopedinin içerebileceği miktarda bilgi kodlanmıştır. Bir benzetme yapacak olursak, dünyanın en büyük ansiklopedilerinden birisi olan 23 ciltlik Encyclopedia Britannica'nın bile toplam 25 bin sayfası vardır. Mikroskobik hücrenin içindeki, ondan çok daha küçük bir çekirdekte bulunan bir molekülde, milyonlarca bilgi içeren dünyanın en büyük ansiklopedisinin 40 katı büyüklüğünde bir bilgi deposu saklı durmaktadır. Bu da yaklaşık 1000 ciltlik, dünyada başka eşi, benzeri olmayan dev bir ansiklopedi demektir.

DNA'nın yapısının 1953'te Francis Crick tarafından keşfedildiği göz önünde bulundurulacak olursa, embriyologların 19. yüzyılın sonuna kadar tartışamadıkları "genetik planlama" kavramına, Kuran'da 1400 sene öncesinden işaret edilmesi, kuşkusuz Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunun delillerindendir

27 Kasım 2010 Cumartesi

Arıların Peteklerindeki Depreme Dayanıklı Tasarım

Mimari tasarımlar yapılırken doğadaki örneklerden yararlanmak günümüzde son derece yaygın olan bir yöntemdir. Çünkü doğadaki tasarımlar her yönden kusursuzdur. Enerji tasarrufu, estetik, kusursuz işlevsellik, sağlamlık gibi mimari bir tasarımda olması gereken bütün özellikler doğadaki örneklerinde eksiksiz olarak mevcuttur. Her ne kadar insanların karşısında örnek almaları için çok üstün sistemler bulunsa da bunların taklitleri hiçbir zaman asılları kadar iyi ve pratik olamamaktadır.

Doğada var olan tasarımın taklit edilebilmesi ve mimari yapılarda uygulanabilir hale gelmesi için yüksek derecede mühendislik bilgisi gerekmektedir. Oysa doğadaki canlılar ne yapı statiği, ne de mimari tasarım bilgisine sahiptir. Böyle bir eğitim alma imkanları da yoktur.

Arı peteklerinin inşasında son derece önemli detaylar vardır. Bu detaylardan biri de peteklerin dayanıklılığıdır. Arılar birbirlerine yön tarif ederken kovanda, bu boyutlarda bir yapı için deprem kabul edilebilecek titreşimler oluşur. Peteğin duvarları bu ufak depremleri emer. Nature dergisi, bu üstün yapının mimarlara, depreme dayanıklı binalar inşa etmede fayda sağlayacağını belirtmiştir. Haberde Almanya'nın Wurzburg Üniversitesi'nde görevli olan Jurgen Tautz bu konuyla ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştır:

Kovanlardaki titreşimler arılar tarafından oluşturulan minyatür depremler gibidir, dolayısıyla yapının buna nasıl bir tepki verdiğini görmek oldukça ilginç. Titreşimlerin emilmesini anlamak, mimarlara, binaların depremlere karşı hangi taraflarının daha dayanıksız olacağını söylemede yardımcı olacak. Bundan sonra bu kısımları kuvvetlendirebilirler ya da binaların kritik olmayan kısımlarına zararlı titreşimleri emecek zayıf noktalar yerleştirebilirler.1

Bütün bunlardan da anlaşıldığı gibi, arıların büyük bir ustalıkla inşa ettikleri petek, kusursuz bir tasarım harikasıdır. Dolayısıyla petekteki bu yapı mimarlara ve bilim adamlarına ışık tutmakta, yeni fikirler vermektedir. Arıların peteklerini böylesine kusursuz yapmalarını sağlayan şey, evrimcilerin iddia ettikleri gibi tesadüfler değildir. Arılara bu özellikleri, bu şaşırtıcı yetenekleri veren sonsuz ilim ve kudret sahibi olan Allah'tır.

1 http://www. nature. com/nsu/011206/011206-4. html Erica Klarreich, Good Vibrations, Nature Science Update, 3 Nisan 2001

Yarış Yapan, Dans Eden Hücreler

Vücudumuzun her noktası küçük, ama küçük olduğu kadar da kompleks bir yaşam süren hücrelerden oluşur. Hücreler, insan hayatının devamlılığını sağlayan temel yapıtaşlarıdır.

Her bir hücre, bu hayati fonksiyonları yerine getirirken birbiri ile tam bir uyum içinde çalışır. Peki, bu çalışma sırasında hücrelerin raylarda hız yaptıklarını, dans ettiklerini, akrobasi hareketleri ve hatta bayrak yarışı yaptıklarını biliyor muydunuz?


Bilim dünyasının ortak kanaatiyle, insanoğlunun bugüne kadar karşılaştığı en kompleks yapı ünvanını koruyan hücre, hala keşfedilmemiş pek çok sırrı içinde barındırmakta ve Yüce Allah’ın yaratış sanatının, üstün aklının delillerinden birini oluşturmaktadır. Nitekim evrim teorisini savunanlar da hücrenin gerçekleştirdiği bu kompleks işlemleri ve birbirini denetleyen mükemmel kontrol mekanizmalarını incelediklerinde, Rus evrimci A. I. Oparin’in "Maalesef hücrenin meydana gelişi evrim teorisinin bütününü içine alan en karanlık noktayı teşkil etmektedir." sözlerine katılmaktadırlar. Hücrelerin en küçük parçalarında dahi gerçekleşen bu mükemmel organizasyon, yaratılış gerçeğini bir kez daha ortaya koymaktadır.

Tren Raylarında Hız Yapanlar

Proteinler, amino asit dediğimiz ve karbon, hidrojen, oksijen ve azot atomlarından meydana gelen moleküllerin yan yana dizilmeleri ile oluşmuşlardır. Üç boyutlu yapılarındaki girinti çıkıntılar aracılığı ile ya başka proteinlere ya da alıcı moleküllere bağlanarak hücre içi faaliyetleri gerçekleştirirler. Örneğin motor proteinler, hücrelerde bulunan kas kasılması, hücre bölünmesi, kromozomların hareketi, molekül taşımacılığı gibi yüzlerce farklı işlevi yerine getiren hayranlık uyandırıcı moleküler makinelerdir. Hayati öneme sahip olan bu parçacıkların çalışmasında bir aksama olması durumunda dev bir makineyi andıran insan vücudu görevini yerine getiremez; örneğin kalbimiz çalışmaz ve yaşamımız sona erer.

Raylardaki Hız Nasıl Gerçekleşir?

Kimyasal enerjiyi mekanik harekete çevirebilen ‘miyosin’ adı verilen minik protein motorları, molekülleri bir yerden bir yere taşıma işlevi yapan yük trenlerine benzetilebilir. Bu trenin bir ana vagonu vardır. Bunun arkasında ise yavru vagon yer alır. Bunlar ‘aktin’ denilen sarmal şekildeki proteinin üzerinde tıpkı bir ray üzerindeki tren gibi ilerlerler. Ancak bu ilerleme sırasında ana vagon ilerleyip rayların sonuna geldiğinde durur. Arkadaki yavru vagon da taşıdığı yükün ağırlığına bağlı olarak, ağırsa daha yavaş, hafifse daha hızlı hareket ederek, ana vagonun arkasından gider ve rayların sonuna geldiğinde o da durarak ana vagona bağlanır. Böylece kuyruğun sonunda ana ve yavru vagon birleşir. Bu birleşme ile taşınması gereken maddeler tam da gerektiği kadar uzağa taşınmış olur. Burada dikkat çeken 3 ayrı akılcı aşama vardır:

  1. Gözleri olmayan ve nereye ilerleyeceğini bilmeyen ana ve yavru vagonların adımlarını eşit aralıklarla ve çok hassas bir ölçüyle atmaları,

  2. Sarmal şeklinde olan rayın etrafında dönerek ilerlemek yerine, tıpkı ray üzerinde ilerleyen vagonlar gibi düz bir hat boyunca yollarına devam etmeleri,

  3. Yolun sonuna geldiklerinde ise birbirlerine çarpmadan durup beklemeleri.

Aklı ve şuuru olmayan bu küçük atomların yükünü istenen yere ulaştırma görevi, elbette Yüce Allah’ın ilhamıyla ve O'nun belirlediği bir düzen içinde gerçekleşir. Nitekim Yüce Allah yerden göğe herşeyi bir düzen içinde yarattığını Kuran’da şöyle bildirir:

"Göklerin ve yerin mülkü O'nundur; çocuk edinmemiştir. O'na mülkünde ortak yoktur, herşeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir." (Furkan Suresi, 2)

Dansçı Hücreler

Bir organizmanın büyümesi ve gelişmesi, ölen hücrelerin yerine yenilerinin gelmesi ve üreme hücrelerinin oluşumu (sperm ve yumurta hücreleri) bu organizmayı oluşturan hücrelerin bölünmeleri sonucu çoğalmaları ile mümkün olur. Hücrenin çoğalması, hücrenin büyümesine bağlı olarak ortaya çıkar. Hücre belli bir büyüklüğe erişince, çekirdekte bulunan genetik yapı kendisini kopyalar ve böylece yeni yavru hücreye gereken DNA üretilmiş olur. Çekirdekteki kromozomların kendilerini kopyalarken geçirdikleri bir safha vardır ki, dörtlü bir dans grubunun sahnede estetik bir gösteri yapmasına benzetilebilir.

DNA'nın kopyalanması işlemi, insanı hayrete düşürecek kadar kusursuz bir organizasyon ve düzen içinde gerçekleşir.

Hücrelerde Dans Nasıl Başlar?

Bilindiği gibi kromozom X şeklinde bir görünüme sahiptir, X’in her uzantısı ise bir kol gibidir. X’in ortası, kolların birbirine tutunduğu merkezdir. Kromozomların dans ettikleri ortam, hücrenin bir ucundan diğerine gerilmiş ipliklerden oluşan bir yerdir. X, uçlarından (telomer) ya da tam ortasından (sentromer) bu iplere tutunan bir cambaz gibidir. Kromozomlar bu ipliklere hücrenin ortasındayken yapışırlar. Ancak aralarında gen değişimi yaptıktan sonra oluşacak iki yeni hücrede eşit miktarda kromozom olması için kromozomların hücrenin iki ayrı ucuna gitmeleri gerekir. İşte, kutuplaşma veya “polarizasyon” adı verilen bu işlem sırasında ipliklere tutunan kromozomlar, kutuplara doğru çekilirken bu iplikleri bir çeşit kement gibi kullanan akrobat dansçılar gibidirler.

“Peki, sadece eğlence olsun diye hücrede bu kadar büyük bir organizasyon olabilir mi?”

Elbette hayır. Çünkü bu şuursuz varlıkların dans sırasında yaptıkları kusursuz iş bölümü, disiplinli ve akılcı çalışmalar sonucunda, DNA, yani bizi biz yapan tüm bilgilerin toplandığı arşiv, hatasız ve eksiksiz olarak kopyalanmış olur. Burada elbette karşımıza çıkan bazı sorular vardır:

  • Dans eşleri kendi yerlerini ve geri dönüş yollarını nasıl bulurlar?

  • Hücre bölünürken fiziksel olarak çözülen ve açılan kromozomlar nasıl olur da yavru hücrede hemen eski haline dönme eğilimi gösterirler?

  • Hücre, yaşamının büyük bir kısmında bu kararlı tavrını neden bozmaz?

Elbette bu sorulara verilecek tek cevap vardır. Her bir hücrede gerçekleşen bütün bu olaylar, Yüce Allah’ın an an yaratmasıyla meydana gelmektedir.
"… Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk’ (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?" (Mülk Suresi, 3)

Bayrak Yarışı

Hücrenin en temel yapıtaşı olan proteinler bazen çeşitli sebeplerle zarar görebilir ve hasarlı hale gelebilirler. Proteinin zarar görmesi ise canlı yaşamının riske girmesi demektir. Ancak ‘ubiquitin’ adlı küçük bir protein bu riski önler. Hasarlı proteinlerin ucuna ubiquitin eklendiğinde, bu proteinler kolayca tanınır ve yok edilirler. Ubiquitin adlı bu küçük proteini bayrak, onu hasarlı proteinlere bağlamak için taşıyan enzimleri ise yarışçılar gibi düşünebiliriz. E1, E2, E3 adı verilen bu üç enzim, ubiquitini yarıştaki bayrak gibi birinden diğerine ileterek hiç düşürmeden ya da takılmadan taşır. Bayrak, grupların birinden diğerine geçince, oyuncu bazen bayrağı tam kavrayabilmek için büyük şekil değişikliklerine uğrar ve enzim, bu kıvrılmalar ve bükülmeler sayesinde şekil değiştirebilen bir anahtar gibi hareket eder. Böylelikle zincirdeki bir sonraki reaksiyonu başlatarak, bayrağı kendisinden sonraki bölgeye teslim etmiş olur.

Hücrenin 4 Evresi

Canlının en küçük parçası olan hücrenin, yaşamı boyunca 4 evresi (fazı) vardır. Bunlar G1, S, G2, M olarak adlandırılırlar.
G1: Yeni oluşmuş bir hücrenin DNA’sını kopyalayabilecek kadar büyümesi için geçen evre,

S: Hücrenin DNA’sını kopyaladığı süre,

G2: DNA’nın sentezlenmiş olduğu ve hücrenin bu aşamada artık bölünmeden önce son hazırlıklarını yaptığı evre,

M: Mitoz evresi; burada hücre bölünür ve iki yeni hücre oluşur.

Evreler arasındaki geçişler hücre için çok önemlidir. Çünkü, hücre bir evreden diğerine geçtikten sonra artık geri dönemez. Örneğin, eksik malzemeyle DNA üretemez, mutlaka ihtiyacı olan herşeyin depolanmış olması gerekir. Mitoz bölünme başladıktan sonra geri dönüş yoktur. Eğer bir hücre mitoza (yani bölünmeye) hazır olmadan girerse ve bunun sonucunda hasarlı bir bölünme yaşanacağını fark ederse, bölünmeyi yapmaktansa kendini öldürmeyi (apoptoz) tercih edebilir.

Bu evrelerin sinyalleri hücre için hayati önem taşır. İşte burada siklin-bağımlı kinaz denen küçük moleküller, hücre içindeki hazırlıkların yapılması için gerekli işaretleri veren haberciler gibidirler. Bunlar sakin duran proteinlere gidip fosfor molekülünü bağlarlar. Fosforun bağlandığı proteinlerde ampul varmış gibi de düşünebiliriz. Bu haberci gelip de ilgili proteine fosfor bağlandığında bu ampul yanar. Bir ampulün yanması sonucunda da diğer proteinler sinyal alırlar ve hücre faz değişeceğini anlar.

Sonuç

Hücre içindeki tüm parçacıklar; DNA'lar, ribozomlar, mitokondriler, enzimler ya da hormonlar, son derece aktif varlıklardır ve hayret verici işleri başarıyla yürütmektedirler. Ancak bunlar ardı ardına dizilmiş amino asitlerden oluşan kimyasal zincirlerden başka bir şey değildirler. Görme, duyma, hissetme, düşünme, karar verme yeteneğinden yoksun olan bu kimyasal bileşikler, oldukça ihtişamlı bir "akıl gösterisi" sergilemektedirler. İşte bu aklın kaynağı Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah’tır.

"Göklerde ve yerde bulunanlar O'nundur; hepsi O'na ‘gönülden boyun eğmiş' bulunuyorlar." (Rum Suresi, 26)

Hücrenin kendisini kopyalaması sırasında (mayoz bölünme), DNA'nın paketlenmiş hali olan kromozomların aralarında gen değiştirdikleri bir aşama olur. İşte dörtlü dans tam bu sırada meydana gelir. Dans olarak adlandırılan bu aşamada hiçbir hareket rastgele olmaz. Ubiquitin adlı küçük protein, hücre içinde hasar görmüş proteinlere ya da yapılara bağlanarak hücreye bunu haber verir.

Karıncanın Gözlerindeki Pusula

Yön bulabilmek için pusulaya, bir de haritaya ihtiyaç vardır. Harita insana nerede olduğunu, pusulaysa nereye gideceğini gösterir. Tunus'un Akdeniz kıyısındaki Mahore's yakınlarında yaşayan siyah çöl karıncası ise, bunların hiçbirini kullanmamasına karşın yönünü hatasız olarak belirleyebilmektedir.


Karınca, sabah güneşinin yükselmesiyle birlikte 70 o'ye kadar yükselen çöl kumunun sıcağında, besin aramak için yuvasından çıkar.

Çöl karıncası yuvasından, 200 metre uzağa kadar varabilen bir alanda sık sık durarak ve olduğu yerde dönerek dolambaçlı bir yol izler. Ama bu zikzakların bütün karmaşıklığına rağmen, yiyeceğini bulduğunda, hemen yuvasına doğru düz bir çizgi şeklinde bir rota izleyerek yola koyulur. Karıncanın bu yolculuğu, boyu ile kıyaslandığında, bir insanın çölde 35-40 km. dolaştıktan sonra, pusula vs. kullanmadan başladığı noktaya doğrudan dönmesine denk bir yolculuktur.

Çöl gibi bir arazide yön belirlemeye yarayan işaretlerin azlığı düşünüldüğünde, -ki karıncanın yolda gördüğü işaretleri hafızasında tutup, yolunu onlara bakarak bulması da başka bir mucize olurdu- karıncanın başardığı işin önemi daha iyi anlaşılacaktır.

Karıncanın ne bir pusulası ne de haritası vardır. Ancak gözlerine Allah'ın yerleştirdiği yön tayin sistemi bütün bu aletlerden üstündür. Karıncanın gözleri insanların sahip olmadığı bir özelliğe sahiptir: Çöl karıncası da önceki sayfalarda örnek verdiğimiz yer örümcekleri gibi ışığı polarize edebilir. Bu işlem sırasında bizim göremediğimiz bazı ışınları görür ve bunları kullanarak çevresine baktığı her an kuzey-güney şeklinde kesin bir yön tayini yapabilir. Böylece her an yuvasının hangi tarafta olduğunu tahmin eder ve geri dönerken hiçbir zorluk çekmez. Bir karıncanın insanların bile yeni haberdar olduğu ışığın polarizasyon özelliğini bilmesi nasıl açıklanabilir? Üstelik karınca bundan bir pusula gibi faydalanmaktadır. Bütün bunları karıncanın kendisinin biliyor olması elbette ki mümkün değildir.

Şüphesiz karıncanın sahip olduğu bu kompleks göz yapısını rastgele oluşan tesadüflerle açıklamak imkansızdır. Tüm çöl karıncaları dünyadaki ilk günlerinden beri bu özellikte gözlere sahiptir. Bu gözler onların, diğer tüm canlıların ve bizim Yaratıcımızın eseridir. O Yaratıcı, üstün ilim sahibi olan Allah'tır. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:

Göklerin, yerin ve her ikisi arasındakilerin Rabbidir; şu halde O'na ibadet et ve O'na ibadette kararlı ol. Hiç O'nun adaşı olan birini biliyor musun? (Meryem Suresi, 65)

FOTOSENTEZİN SABAH VAKTİ BAŞLAMASI

Kararmaya ilk başladığı zaman, geceye andolsun, ve nefes almaya başladığı zaman, sabaha; (Tekvir Suresi, 17-18)

Bilindiği gibi bitkiler fotosentez yaparken, havadaki karbondioksidi yani insanın kullanmadığı zararlı gazı alır ve onun yerine atmosfere oksijen bırakırlar. Nefes aldığımızda içimize çektiğimiz ve asıl hayat kaynağımız olan oksijen, fotosentezin ana ürünüdür. Atmosferdeki oksijenin yaklaşık %30'u karadaki bitkiler tarafından üretilirken, geri kalan %70'lik bölüm denizlerde ve okyanuslarda bulunan ve fotosentez yapabilen bitkiler ve tek hücreli canlılar tarafından üretilir.

Fotosentez, bilim adamlarının bugün bile tam olarak açıklayamadıkları eşsiz bir süreçtir. Bu işlemi çıplak gözle göremeyiz, çünkü bu mekanizma çalışmak için atomları ve molekülleri kullanır. Ancak, fotosentezin sonuçlarını nefes almamızı sağlayan oksijen ve hayatta kalmamızı sağlayan besinlerde görebiliriz. Fotosentez anlaşılması zor kimyasal formüller, günlük hayatta hiç karşılaşmadığımız küçüklükte sayı ve ağırlık birimleri içeren, çok hassas dengeler üzerine kurulmuş bir sistemdir. Etrafımızdaki bütün yeşil bitkilerde, bu işlemin gerçekleştiği kimya laboratuvarlarından trilyonlarcası kuruludur. Üstelik bitkiler milyonlarca yıldır hiç durmadan ihtiyacımız olan oksijeni, besinleri ve enerjiyi üretmektedirler.

Fotosentezin en verimli olduğu zaman, oksijenin en fazla üretildiği zamandır. Bu da güneş ışığının en yoğun olduğu sabah saatlerinde gerçekleşir. Güneş'in doğmasıyla birlikte, yaprakta terleme ve buna bağlı olarak fotosentez artmaya başlar. Öğleden sonra ise bu olay tersine döner; yani fotosentez yavaşlar, solunum artar, çünkü sıcaklığın artmasıyla birlikte terleme de hızlanmaktadır. Geceleyin ise sıcaklığın azalmasıyla birlikte terleme yavaşlar ve bitki rahatlar

Bilindiği gibi fotosentez, bitkilerin, kimi zaman da bazı bakteri ve tek hücreli canlıların, karbondioksit ve sudan, şeker (karbonhidrat) üretmek için güneş ışınıyla gelen enerjiyi kullanmalarıdır. Bu reaksiyon sonucunda güneş ışınındaki enerji, üretilen şeker molekülünün içine depolanmış olur. Kullanılamayan güneş enerjisinin kullanılabilir kimyasal enerjiye dönüşme işlemi sırasında gerçekleşen reaksiyon aşağıdaki formülde özetlenir:
6H2O + 6CO2 ---FOTOSENTEZ---> C6H12O6+ 6O2
(6 su molekülü + 6 karbondioksit molekülü - FOTOSENTEZ sonucunda - 1 şeker molekülü + 6 oksijen molekülüne dönüşür.)

Tekvir Suresi'nde sabah vakti ile ilgili olarak dikkat çekilen "iza teneffese" yani "nefes almaya başladığı zaman" ifadesi, mecaz yoluyla teneffüs etmek, solumak, derin derin nefes almak anlamlarına gelir. Ayette vurgulanan bu ifade, sabah vakti oksijen üretiminin başlaması, solunumun ana şartı olan oksijenin en yoğun olarak bu vakitte elde edilmesi açısından oldukça dikkat çekicidir. Ayette sabah vakti ile ilgili olarak, bu durum üzerine yemin edilmesi de konunun önemini ayrıca vurgulamaktadır. 20. yüzyılın önemli keşifleri arasında yer alan fotosentez faaliyeti, Allah'ın yukarıdaki ayetle işaret ettiği Kuran'ın bilimsel mucizelerinden biridir.
Aşağıdaki grafikte fotosentez ve ışık miktarı arasındaki bağlantı görülmektedir.

KANDAKİ OKSİTLENME

Asla, hayır; onların kazandıkları, kalpleri üzerinde pas tutmuştur. (Mutaffifin Suresi, 14)
Mutaffifin Suresi'nin 14. ayetinde kalpler için kullanılan "pas tutma" ifadesi, kalpte gerçekleşen biokimyasal bir reaksiyona işaret ediyor olabilir. (Doğrusunu Allah bilir.) Pas bilindiği gibi, demirin oksijenle reaksiyona girmesi -okside olması- sonucu oluşur. Havadan aldığımız oksijen de, kandaki hemoglobinde bulunan demir sayesinde vücutta taşınır. Bu esnada oksijen, kandaki demir ile reaksiyona girer. Böylece insan vücudundaki kanda -dolayısıyla dolaşım sisteminin merkezi olan kalpte- sürekli olarak paslanmaya benzer bir reaksiyon oluşur.

Hatta vücuttaki demir fazlalığı, aynen paslanma benzeri oksitlenme yaparak, tüm vücut hücrelerinin erken yaşlanmasına neden olur.1 Vücutta aşırı demir birikmesi sonucu oluşan "hemokromatoz" hastalığında da, demir zehirli bir etki meydana getirerek, kalp, karaciğer gibi organların iflasına sebep olur. Bu olay, demirin oksitlenmesi sonucu oluştuğu için, organlarda "pas birikmesi" ya da organların "paslanması" olarak tarif edilir.2 Science News dergisinde Dr. Sharon McDonnell, demirin organları oluşturan hücreleri okside etmesini "Bu paslanmadır." ifadesiyle tanımlamaktadır.3

Bir başka kaynakta ise, bu hastalıkla ilgili şöyle aktarılmaktadır:

… hemokromatozu olanlar demirin emilimini, organlarında depolayarak gerçekleştirirler. Zaman içerisinde bu, toksik miktarlarda birikerek, organların iflasına sebep olur; çünkü kelimenin gerçek anlamıyla paslanırlar.4

Vücuttaki demirin oksijenle reaksiyonunu -kandaki oksitlenmeyi- tespit edebilmek, ancak ileri düzeyde teknolojik donanıma sahip laboratuvarlarda mümkün olmaktadır. Kuran'da, bilimsel verilerle uyumlu böyle bir benzetmenin yer alması, Kuran'ın indirildiği dönem düşünüldüğünde açık bir mucizedir. Ayrıca Kuran'da bunun gibi, modern bilimle uyum içinde sayısız bilginin yer alması, Kuran'ın herşeyin bilgisine sahip, herşeyi yaratan Rabbimiz'in vahyi olduğunun göstergelerinden biridir

24 Kasım 2010 Çarşamba

HAMİLELİK VE DOĞUM

Kahrolası insan, ne kadar nankördür. (Allah) Onu hangi şeyden yarattı? Bir damla sudan yarattı da onu 'bir ölçüyle biçime soktu.' Sonra ona yolu kolaylaştırdı. (Abese Suresi, 17-20)

Anne karnındaki çocuğun "fetus" hali tam olarak altıncı ayın sonunda oluşur. Daha sonra rahim kuluçka dönemine girer. Bebeğin tüm vücut organları ve sistemleri, bu süre içinde gelişmiştir ve rahim fetusun büyümesi için besin sağlayarak bu gelişimi hızlandırır. Bu süreç, fetusun annenin rahminden çıktığı doğuma kadar sürer.

Normal olarak doğum kanalı çok dardır ve fetusun buradan geçmesi çok zordur. Ancak doğum esnasında, annenin vücudunda çeşitli fizyolojik değişiklikler meydana gelir. Bu değişiklikler fetusun doğum kanalında kolaylıkla hareket etmesini sağlar. Bu değişikliklerin bir kısmı şöyledir: Leğen kemiklerindeki eklemlerin doğum kanalını genişletmek üzere esnemesi, kanalın daha da genişlemesi için kasların gevşemesi, fetusun çevresinde bulunan amniotik sıvının kanalı yağlaması.95 Bilimsel bir kaynakta doğumdan evvelki bu değişim şöyle tarif edilir:

Yeni bir dünyaya adım atacak cenin için bütün hazırlıklar tamamlandığında, amniyon sıvısı da doğum için yeni faaliyetlere başlar. Rahim ağzını genişletecek su kesecikleri oluşturan amniyon sıvısı, bu sayede rahmi bebeğin geçeceği büyüklüğe ulaştırır. Bu keseler aynı zamanda ceninin doğum sırasında rahimde sıkışmasını da engelleyecektir. Ayrıca doğum başlangıcında keseler delinip de içindeki sıvılar aktığında ise, ceninin gideceği yol kayganlaşır ve sterilize olur. Bu şekilde doğum hem daha rahat hem de mikroplardan doğal olarak arınmış bir şekilde gerçekleşir.96

Görüldüğü gibi Kuran'da bu sürece, "Sonra ona yolu kolaylaştırdı" (Abese Suresi, 20) ayetiyle açıkça işaret edilmektedir. 1400 sene evvel Allah'ın bildirdiği bu fizyolojik değişimlerin tespiti ise, günümüzde ancak pek çok teknolojik alet sayesinde mümkün olmuştur.

IŞIK VE KARANLIKLAR


Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı (nuru) kılan Allah'adır... (Enam Suresi, 1)

Bilindiği gibi etrafta ışık kaynağı olmadığında, bir insanın çevresindekileri çıplak gözle görmesi mümkün değildir. Ancak bizim görebildiğimiz ışık, ışık yayan enerjinin çok küçük bir bölümüdür. İnsanın göremediği, fakat ışık yayan başka enerji çeşitleri de mevcuttur: Kızıl ötesi, ultraviyole, X ışınları ve radyo dalgaları gibi. Ve insan ışığın bu dalga boyları karşısında kör konumundadır.

Kuran'da "karanlık" kelimesinin her defasında "karanlıklar" olarak ifade edilmesi de bu bakımdan dikkat çekicidir. Arapçada "zulumat" olarak ifade edilen "karanlıklar" kelimesi, Kuran'da 23 ayette çoğul biçimde kullanılmıştır. Tekil olarak ise hiç kullanılmamıştır. Kuran'da karanlık kelimesinin bu kullanımı bizim görebildiğimiz ışık aralığının dışında da, farklı ışık çeşitleri olabileceğine dikkat çekmektedir.

Buradaki çoğul ifadenin sebebini bilim adamları yakın tarihlerde keşfetmişlerdir. Dalga boyları, elektromanyetik ışınım olarak bilinen enerjinin farklı şekilleridir. Elektromanyetik ışınımın tüm farklı şekilleri, uzayda enerji dalgaları şeklinde hareket ederler. Bu, bir gölün üzerine atılan taşların oluşturduğu dalgalara benzetilebilir. Ve nasıl, bir göldeki dalgaların farklı boyları olabiliyorsa, elektromanyetik ışınımın da farklı dalga boyları olur.

Evrendeki yıldızların ve diğer ışık kaynaklarının hepsi aynı türde ışın yaymazlar. Bu farklı ışınlar, dalga boyuna göre sınıflandırılır. Farklı dalga boylarının oluşturduğu yelpaze ise çok geniştir. En küçük dalga boyuna sahip olan gama ışınları ile, en büyük dalga boyuna sahip olan radyo dalgaları arasında 1025'lik (milyar kere milyar kere milyarlık) bir fark vardır. Güneş'in yaydığı ışınların tamamına yakını, bu 1025'lik yelpazenin tek bir birimine sıkıştırılmıştır.

Bu sayının büyüklüğünü daha iyi kavramak için şöyle bir karşılaştırma yapmak yerinde olur. Eğer 1025 sayısını saymak istersek, gece gündüz hiç durmadan saymamız ve bu işi Dünya'nın yaşından 100 milyon kez daha uzun bir zaman boyunca sürdürmemiz gerekirdi. Evrendeki farklı dalga boyları, işte bu kadar geniş bir yelpaze içine dağılmıştır. Güneş'ten yayılan farklı dalga boyları ise, %70'i 0.3 mikronla 1.50 mikron arasındaki daracık bir sınırın içindedir. Bu aralıkta üç tür ışık vardır: Görülebilir ışık, yakın kızılötesi ışınlar ve yakın morötesi ışınlar. "Görülebilir ışık" olarak adlandırılan bu ışınlar, elektromanyetik yelpazenin 1025'te 1'inden bile daha az bir aralıkta olmalarına rağmen, güneş ışınlarının toplam %41'ini oluşturur.

Görüldüğü gibi gözlerimizin görebildiği elektromanyetik dalgalar, ışık tayfının çok küçük bir bölümünü meydana getirir. Diğer kısımlar ise insan için geniş karanlıkları ifade eder ve bu sınırın dışındaki dalga boyları insanın kör olduğu alanlarıdır.55

UYKUDA HAREKET ETMENİN ÖNEMİ


Sen onları uyanık sanırsın, oysa onlar (derin bir uykuda) uyuşmuşlardır. Biz onları sağ yana ve sol yana çeviriyorduk. Köpekleri de iki kolunu uzatmış yatıyordu. Onları görmüş olsaydın, geri dönüp onlardan kaçardın, onlardan içini korku kaplardı. (Kehf Suresi, 18)

Yukarıdaki ayette yüzlerce yıl uykuda kaldıkları bildirilen Kehf Ehlinden bahsedilmektedir. Ayrıca Allah bu ayette bu kişilerin bedenlerini sağ ve sol yanlara çevirdiğini bildirmektedir. Bunun hikmeti ise çok yakın bir tarihte keşfedilmiştir.

Uzun süre aynı yatış pozisyonunda kalan insanlar ciddi sağlık problemleri ile karşılaşırlar: Kan dolaşımında komplikasyonlar meydana gelmesi, deride yaraların oluşması, yatılan yüzeye temas edenbölgelerde kanın pıhtılaşması gibi... 1

Uzun süre aynı pozisyonda yatıldığında meydana gelen yatak yaralarına "basınç yaraları" da denir. Çünkü çok uzun süre aynı pozisyonda yatıldığında, vücudun belli bir bölgesine uygulanan sürekli basınç, kan damarlarının sıkışıp kapanmasına neden olabilir. Bunun sonucu olarak kan yoluyla taşınan oksijen ve diğer besinler deriye ulaşamaz ve deri ölmeye başlar. Bu durum vücutta yaraların oluşmasına sebep olur. Eğer bu yaralar tedavi edilmezse derinin katmanları, yağ ve kas dokuları da ölebilir.2

Derinin ya da dokunun altında oluşan bu yaralar, tedavi edilmezlerse ya da enfeksiyon kaparlarsa ciddi boyutlara ulaşabilir, hatta hayati tehlikeye sebep olabilirler. Bu nedenle deri üzerindeki basıncı azaltmak için her 15 dakikada bir pozisyon değiştirmek en sağlıklısıdır. Kendi kendine hareket edemeyen felçli hastalar da bu nedenle özel bir bakıma tabi tutulurlar ve her 2 saatte bir başkasının yardımıyla hareket ettirilirler.3 Yukarıdaki ayette yüzyılımızda keşfedilen bu tıbbi bilgilere dikkat çekilmesi, kuşkusuz Kuran'ın ayrı bir mucizesidir.

1. Dr. Mazhar U. Kazi, 130 Evident Miracles in the Qur'an, Crescent Publishing House, New York, ABD, 1998, s. 108.
2. http://www.geocities.com/abusedelders/page9.html

3. http://www.biomedcentral.com/1364-8535/5/81/abstract

KAN DOLAŞIMI VE SÜTÜN OLUŞUMU

Sizin için hayvanlarda da elbette ibretler vardır, size onların karınlarındaki fers (yarı sindirilmiş gıdalar) ile kan arasından, içenlerin boğazından kolaylıkla kayan dupduru bir süt içirmekteyiz. (Nahl Suresi, 66)

Vücudun beslenmesini sağlayan temel maddeler, sindirim sistemindeki kimyasal dönüşümler sonucunda oluşur. Sindirilen bu besin maddeleri daha sonra bağırsak duvarından kan dolaşım sistemine geçerler. Kan dolaşımı sayesinde ilgili organlara sevk edilmiş olurlar.


SÜTÜN FİZYOLOJİK OLUŞUMU

Yukarıdaki tabloda mide kanalından gelen yarı sindirilmiş besinlerle damarlardan gelen kanın birleşerek vücuda dağılımı görülmektedir. Bu karışımın bir kısmı kaslara ve diğer vücut dokularına dağılırken, bir kısmı da süt bezlerine süt olarak salgılanmak üzere ulaşmaktadır.


Süt bezleri de diğer vücut dokuları gibi kan yoluyla kendilerine getirilen sindirilmiş gıdalarla beslenirler. Bu nedenle kan, besinlerden gelen gıdaların toplanıp iletilmesinde çok önemli bir rol oynar. Süt de tüm bu aşamalardan sonra süt bezleri tarafından salgılanır ve sindirilmiş besinin kan dolaşımıyla taşınması sonucunda oluştuğu için besin değeri oldukça yüksektir.

İnsanlar ne hayvanın karnındaki yarı sindirilmiş besini ne de hayvanın kanını doğrudan tüketemezler. Dahası bunların herhangi birini ya da karışımlarını doğrudan tüketmeleri ciddi zehirlenmelere hatta ölüme bile yol açabilir. Ne var ki Allah, yarattığı son derece kompleks biyolojik sistemler sayesinde, bu sıvıların içinden temiz ve sağlıklı bir gıdayı insanların faydasına sunmaktadır.

Böylece insanların doğrudan tüketemeyeceği kan ve yarı sindirilmiş besinden içilir nitelikte, besleyici süt üretilmiş olur.

Arap alimi İbn-i Nefis, 1242 yılında insan vücudundaki kan dolaşımını ilk kez doğru olarak tarif eden kişi olmuştur. İngiliz doktor William Harvey'in 1616 yılında ilan ettiği kan dolaşımı modeli ise, konu hakkındaki bilgilerin yaygınlaşmasında etkili olmuştur. Dolayısıyla Kuran'da sütün bileşenlerinin asıl kaynağı, yüzyıllar öncesinden en doğru şekilde tarif edilmiştir. Memelilerin sindirim sistemine, kan dolaşımına yönelik uzmanlık gerektiren böyle bir bilginin, Kuran'ın indirildiği dönemde insanlar tarafından bilinmesinin mümkün olmayacağı son derece açıktır.

Görüldüğü gibi Nahl Suresi'nin 66. ayetinde, sütün biyolojik oluşumu ile ilgili tarif edilenler, fizyoloji, anatomi gibi bilimlerin günümüzde ortaya koyduğu bilgilerle büyük bir uyum içindedir.