25 Aralık 2008 Perşembe

'Arı'nın mucize ürünlerini doğru kullanın!

Arı sütü, bal, polen ve propolis her deva deva geliyor. Arı sütü kanseri önlüyor. Propolis yüzyılın mükemmel doğal ilacı olarak ifade ediliyor. Ancak özellikle çocuklara verirken çok dikkat etmek gerekiyor! Peki bu doğal ürünleri doğru kullanmanın yolu nedir? Yrd. Doç. Dr. Aysun Çetin anlatıyor.

Arının; sütü, balı, poleni ve propolisi insan sağlığı üzerinde mucizevi etkiler gösteriyor. Ancak bu etkili ürünlerden faydalanırken dikkatli ve bilinçli tüketmek gerekiyor.

Arı sütü, bal, polen, propolis bir arada kullanılabilir mi?

Özellikle bağışıklık sistemini güçlendirmek için hepsinin bir arada kullanılması daha mı etkili? Piyasada satılan hazır karışım ürünlere güvenilebilir mi?

Kendimiz hazırlamak istersek bal, polen, propolis ve arı sütü hangi oranlarda karıştırılmalı?

Arı sütü, bal, polen, propolis her yaşta kullanılabilir mi?

Karıştırdıktan sonra ne kadar süre içinde kullanmalı ve nasıl saklanmalı?

Hangi ölçüde ve ne kadar zaman kullanmak etkili oluyor?

Hastalıklara göre belli bir kullanma ölçüsü verilebilir mi ?



İşte doğal arı ürünleri ile ilgili merak edilen tüm soruların cevapları...

Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya ve Klinik Biyokimya Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Aysun Çetin iyibilginin sorularını yanıtladı.

Arı sütü, bal, polen, propolis bir arada kullanılabilir mi?

Arı sütü, bal, polen, propolisin bir arada kullanılmasında hiçbir sakınca yoktur.

Özellikle bağışıklık sistemini güçlendirmek için hepsinin bir arada kullanılması daha mı etkili?

Arı sütü, bal, polen, propolis farklı yollarla bağışıklık sistemini güçlendirdikleri için hepsinin bir arada kullanılması tabi ki daha etkilidir. Özellikle arı sütünü dünyadaki tüm besinlerden, bitkilerden, ilaçlardan, gıdalardan, vitaminlerden, otlardan vs. ayıran en büyük özelliği; her yaş insanda tepeden tırnağa vücuttaki bütün hücreleri yeniler, besler, onarır, tamir eder, geliştirir, metabolizma dengesi kurar, tüm hastalıkları yok eder, doğal, işlenmemiş vitamin verir, yaşlanma hızını keser, bağışıklık sisteminin gücünü yüksek oranda arttırır.

Piyasada satılan hazır karışım ürünlere güvenilebilir mi?

Sonuçta bu hazır karışımlar da faydalıdır ama örneğin X ürününün etiketinde 200 gr. karışım içinde 10 gr. arı sütü bulunduğu yazılmış, siz bu karışımı en yüksek teknolojileri kullanarak analiz etmeye kalksanız da karışımın içinde gerçekte ne kadar arı sütü bulunduğunu tespit edemezsiniz, o karışımın içindeki arı sütü miktarı gerçekten 10 gr. mı bunu bilemezsiniz, üstelik siz 10 gr. arı sütü tüketmek isterken çok miktarda da bal tüketmeniz (200 gr.)gerekir, bu da aşırı miktarda kalori demektir. Özellikle diyetine dikkat edenler veya kilo problemi yaşayanlar için bu çok önemli bir sorundur.

Dolayısıyla kendi hazırladığınız karışımda en azından arı sütü , polen, propolis ,bal miktarlarının ne kadar olduğunu bildiğinizden sizin için daha kullanışlı olabilir.

Kendimiz hazırlamak istersek bal, polen, propolis ve arı sütü hangi oranlarda karıştırılmalı?

Kendiniz hazırladığınızda küçük miktarlarda ihtiyaçlarınıza göre hazırlamanız uygun olur. Karışım hazırlandığında arı sütü ile bal karıştırıldıktan sonra buzdolabında saklanmalıdır ama propolis 60-70 °C’da sıvı, 25-45 °C’da yumuşak ve yapışkan, 15°C’da altında ise katı kırılgandır, bu nedenle propolisi buzdolabı yerine ışık görmeyen bir yerde oda sıcaklığında saklamak daha doğrudur, bu yüzden de propolisi tek başına tüketmek daha uygun olabilir.

Arı sütünün ne kadar kullanılması gerektiği ise, saf olarak veya balla karışmış olarak, her iki halde de; bünyenin yaşına, sağlık derecesine, varsa hastalığın ağırlığına veya istenilen maksimum kuvvet seviyesine veya istenilen rahatsızlık derecesine göre değişir.

Örneğin 2007 yılında Japonya’da insanlar üzerinde yapılan bir araştırmada 4 hafta boyunca günlük 6 gr. arı sütü kullanımının total kolesterol ve kötü kolesterol diye nitelendirilen LDL kolesterol düzeyini düşürdüğü saptanmıştır.

Genelde arı sütü saf olarak tüketilecekse yetişkinlerde günde ortalama 500 mg., tedavi amacıyla günde 2 gr. alınmasını tavsiye edebilirim. Sabahları kahvaltıdan yarım saat önce dil altına alınarak tüketilmelidir. Arı sütü tedavisinin süresi; kişiye, durumuna, kullanılan doza ve istenilen amaçlara göre değişir. Fakat olumlu sonuç elde etmek için kesinlikle bir aydan daha az kullanmamalıdır.

Arı sütü, bal, polen, propolis her yaşta kullanılabilir mi?

Arı ürünleri alışkanlık oluşturmadığından günlük ve devamlı az miktarlarda alınabilir ve her yaşta kullanılabilir. Sadece 2 yaşın altında bal veya arı ürünleri kesinlikle kullanılmaması gerektiğinin önemini özellikle vurgulamak istiyorum. Çünkü bal süt çocuklarında solunum felcine neden olabilmektedir. Bu da hayati önem taşıyan bir durumdur. Bal içerisinde nadir de olsa Clostridium botulinum bakterisi sporları bulunabilmektedir. Erişkin için tehlikesiz olan sayıdaki bu bakteriler süt çocuklarının bağırsaklarında yuvalanarak aktif hale geçer ve sinir felcine neden olan toksinler üretebilmektedir. Emziren annenin bal yemesi bebek için tehlike oluşturmaz. Ancak çocuğun ağzını tatlandırarak emzirmesini uyarmak amacıyla yer yer uygulanan meme başının ballı su ile silinmesi ya da emziğin bala bandırılması gibi yöntemlerden kesinlikle kaçınılmalıdır.

Ayrıca 2 yaşın üstündeki çocuklarda ve yetişkinlerde arı ürünlerine alerjisi olanların mutlaka doktora danışarak bu ürünleri kullanmalarını tavsiye ederim.

Karıştırdıktan sonra ne kadar süre içinde kullanmalı ve nasıl saklanmalı?

Arı sütü donmuş halde 18 ay kadar saklanabilir. Buzdolabı raf ortamında ise 6-8 hafta kadardır. Bu arada arısütüne metal kaşık ile temas etmekten kaçınılmalıdır. Onun yerine tahta ya da plastik kaşıkları tercih etmelidir.

Arı sütünü güneş ışığına maruz kalmaktan da korumalıdır. Koyu renkli kavanozlarda muhafaza edilmelidir. Havayla temas etmemesi için de kavanozun kapağı sıkıca kapatılmalıdır.

Alternatif olarak arı sütü bal ile de karıştırılabilir; eğer kilo sorunu yoksa ya da fazla kaloriden endişe etmiyorsanız bu şekilde saklamak ideal yollardan biridir. Bu durumda uzun süreler bozulmadan buzdolabında saklanabilir.

Hangi ölçüde ve ne kadar zaman kullanmak etkili oluyor?

Saf taze arı sütünün muhafazası zor olduğu için bal ile beraber kullanılması uygundur. Kullanım amacına göre günlük 500 mg. ile 2000 mg. arası alınır. Arısütü; saf veya balla karışmış olarak, her iki şekilde de sabah ve akşam olmak üzere aç karnına alınmalıdır. Bunun yanı sıra arısütünün karıştırıldığı balın kalitesinin iyi olması, nektarı yüksek çiçeklerden elde edilmiş olması, hileli ve kalitesiz bal olmaması gerekir. Arısütü saf veya balla karışmış her iki halde de kesinlikle metalle temas edilmemeli, ışıkta kalmamalıdır.

Arı sütünün ne kadar kullanılması gerektiği ise, saf olarak veya balla karışmış olarak, her iki halde de; bünyenin yaşına, sağlık derecesine, varsa hastalığın ağırlığına, veya istenilen maksimum kuvvet seviyesine veya istenilen rahatsızlık derecesine göre değişir.

Arı ürünleri alışkanlık oluşturmadığından günlük ve devamlı alınabilir.

Arı sütü; normalde kullanıcının ağırlığına göre belirli düzeyde (miligram düzeyinde) alınması yeterlidir. Ancak duruma göre bu düzey artırılabilir.
Yetişkinlerde günlük 500 - 2000 mg. kadar alınması uygundur.
Ancak her gün sabah ve akşam aynı vakitte düzenli olarak alınması gereklidir.

Propolis; yetişkinlerde günlük 70-100 mg. kadar alınması uygundur.

Polen; dünya literatüründe farklı tavsiyeler bulunmakla beraber ideal düzey;

- 3 yaşından 5 yaşına kadar günde 1 tatlı kaşığı

- 6 yaşından 12 yaşına kadar günde 2 tatlı kaşığı

- Yetişkinlerde günde 20 gram (4 tatlı kaşığı)

Hastalıklara göre belli bir kullanma ölçüsü verilebilir mi ?

Her hastalık için ayrı ayrı ölçü vermek zordur. Genelde tedavi amacıyla arı sütünün çocuklarda günlük; 1gr., yetişkinlerde 2 gr., propolisin çocuklarda günlük; 70 mg., yetişkinlerde ise 150 mg. kadar kullanılması uygundur.

http://www.iyibilgi.com/haber.php?haber_id=102993

22 Aralık 2008 Pazartesi

BOZULAN YİYECEKLERİN GÖRÜNÜMLERİNİN, KOKULARININ VE TATLARININ DEĞİŞMESİ İNSANLAR İÇİN BÜYÜK BİR NİMETTİR

İnsan, etrafındaki herşeyi beş duyu organı ile algılar. Bir müziği dinler, gülü koklar, kadifeye dokunur, balı tadar. Ve beyninde yaratılan bu algının ona verdiği hisle, nelerden zevk alıp nelerden hoşlanmadığının farkına varır.

Duyuları olmadan yaşayan bir insan için, dünya sessiz, karanlık ve ürkütücü olur. Hiçbir görüntü, hiçbir ses, koku ya da tat var olmaz. İnsana zevk veren, estetik ya da hoş gelen herhangi bir hissin varlığı böyle bir dünyada söz konusu değildir.

Dünyada muazzam bir sistem vardır. İnsan için faydalı, nefse hoş gelen herşeyin güzel bir tadı, kokusu bulunur.

Bal,çilek,muz,portakal... Hepsinin kendine özgü hoş bir tadı ve uzaklardan bile alınabilecek kadar keskin bir kokusu vardır. Herbirinin kokusu oldukça cezbedicidir; insanın iştahını açar ve yeme hissi uyandırır. Görünümleri çok parlak, canlı ve dikkat çekicidir.

İnsan için zararlı olabilecek herşey ise; oldukça kötü kokar; ekşi ve bozuktur. Örneğin; bozulan bir yiyeceği küf kaplar, yumuşar, şekli değişir, rengi solar ve kararır. Kokusu ağırlaşır ve keskinleşir, tadı bozulur. Hem görünümü, hem de kokusu ve tadıyla insanda bir yeme isteği oluşturmaz; aksine itici gelir.

İnsanın aczini bilen Allah, hem insana dünyayı algılayabileceği duyular vermiş; hem de etrafındaki dünyayı bu duyularla "büyük bir uyum içinde" yaratmıştır.

Şüphesiz "Herşeye Güç Yetiren" Allah; bozulan ya da zararlı bir yiyeceği tapteze gösterebilir, cezbedici kokutabilir ve şeker gibi tattırabilirdi. Ya da insanı bozuk bir yiyeceğin kokusundan etkilenecek, tadından zevk alacak ve görünümüne imrenecek şekilde yaratabilirdi. Yedikten saatler sonra vücudumuzda ciddi ağrılar ve rahatsızlıklar hissetmemizle, yediklerimizin bozuk ve zararlı olduğunu ancak farkediyor olabilirdik.

Yediğimiz yiyeceklerde ve içeçeklerde bize tehlike sinyali veren böyle bir alarm sisteminin varlığı şüphesiz insanın aczini en iyi bilen Rabbimizin kullarına bir rahmetidir. Kötü görüntü ve kokunun beynimizdeki algı merkezlerinde çözümlenerek bozuk ve zararlı bir besine işaret ettiğini anlamamız ise; şüphesiz çok büyük bir şükür konusudur.

Gün içinde hiçbir dakikasını bu duyularını kullanmadan yaşaması mümkün olmayan insanın, bu gerçeği sık sık tefekkür etmesi ve şükrünü eksiksiz yapması gerekir.

Sonra onu 'düzeltip bir biçime soktu' ve ona ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz?
(Secde Suresi,9)

14 Aralık 2008 Pazar

BAKTERİLER VE DEMİR

Bazı malzemelerden yararlanabilmek için özel sistemler kurup, çeşitli önlemler almak gerekir. Örneğin patlayıcı maddeler bir ordu için son derece önemlidir. Bu maddelerin üretiminde, kullanım alanlarına naklinde ya da depolanmalarında hassas tedbirler alınmazsa fayda yerine büyük zararlar verebilir. Bu nedenle patlayıcı maddelerin üretim, nakil, depolama ve kullanım süreçlerinde alanında uzman kişilerin belirlediği yöntemler izlenir ve olası tehlikelere karşı her türlü tedbir alınır. İşte demir de canlılar dünyasında böylesine hassas uygulamaların yapılmasını gerektiren maddelerden biridir.

Demir, hayat için son derece önemli bir elementtir, bir hücrenin demiri kullanılabilmesi için yüksek güvenlikli sistemler gereklidir. Çünkü serbest halde bulunan demir, canlılar için oldukça tehlikelidir. Demirin hücre içine alınışında karşılaştığımız bu üstün taşıma ve güvenlik sistemi Allah’ın yaratma sanatının güzel örneklerinden biridir.

Demir Yaşam İçin Vazgeçilmez Bir Maddedir

Demir dünyada en çok bulunan 4. elementtir. Yaşam için vazgeçilmezdir. Canlılardaki solunum, fotosentez, azot bağlama, DNA’daki genlerin kontrolü, DNA sentezi gibi çok çeşitli biyolojik faaliyetlerde kullanılır.(1) Ancak demir bu önemli görevleri yerine getirirken bulunduğu yere son derece hassas bir şekilde yerleştirilmek zorundadır. Çünkü serbest demir iyonları (yüklü demir elementine demir iyonu denir) kimyasal reaksiyonlar yoluyla hücreye büyük zararlar verebilir.
Serbest halde bulunan demir iyonlarını pimi çekilmiş el bombasına benzetebiliriz. Çünkü demir iyonları hücrede saldırgan moleküller oluşmasına neden olurlar.(2) Bu saldırgan moleküller de hücredeki DNA, RNA, protein ve zar gibi yapılara saldırarak tahribata yol açar.(3) Bu tahribat hücre için ölüm demektir. Ancak hücrelerimizin her birinde sayısız bomba ile yaşamamıza rağmen bunları hiç fark etmeden rahatlıkla hayatımıza devam ederiz. Çünkü Allah bizi korumak için çok özel bir sistem yaratmıştır.

Demiri Bulmakla Görevli Özel Ajanlar

Demir doğada en bol bulunan elementlerden olmasına rağmen serbest haline pek rastlanmaz. Oldukça az miktarda bulunan serbest haldeki demir bile vücudumuzu zehirlemek için yeterlidir. Allah, bu yüzden vücudumuzda özel görevleri olan proteinler yaratmıştır. Bu proteinler kendilerine demir iyonlarını bağlayarak serbest demir iyonunun oranını azaltırlar.(4)
Bütün canlılar hayatlarını sürdürebilmek için hayati öneme sahip demir elementlerine sahip olmak zorundadır. Buna bakteriler de dâhildir. Peki, bakteriler bu zorlu şartlarda nasıl yaşayabilirler? Bu noktada bambaşka bir mucize karşımıza çıkar. Bakteriler demiri bünyelerine katabilmek için bilimsel adı siderefor olan ajan proteinleri kullanırlar. Bakteriler bu ajanları hücre dışına salarlar.

Sidereforlar bakteri dışında başka moleküllerin içinde kompleks halde bulunan demir elementlerini tanır ve oradan kapıp kaçırırlar. Burada dikkat edilmesi gereken konu; “tanımak, kapıp kaçırmak ” olarak bahsettiğimiz eylemleri yapanın sadece bir molekül olmasıdır. Görmek için gözleri, tanımak için hafızası ya da yakalamak için elleri olmayan bir molekül... Demiri, magnezyum, kalsiyum gibi elementlerden ayırt ederek onu tanıyabilmekte, hatta alıkoyarak giriş yapabileceği yere kadar refakat edebilmektedir. Kuşkusuz cansız ve şuursuz moleküllerin böylesine kompleks bir işlemi yapabilmesi sadece Allah’ın dilemesi ile mümkün olabilmektedir.
Sidereforların yakaladığı demir elementleri, bir dizi güvenlik ve kontrol işleminin ardından hücrenin içine alınır. Demir ile birleşik oluşturan moleküller bundan sonra yeni bir serüvene başlar. Hücre için tehlikeli olan bu madde, güvenli bir şekilde içeri alınmalı ve görev yerlerine başarı ile iletilmelidir. Peki, hücrenin dışında bulunan ajan moleküller hücre içine nasıl alınırlar?

Hücre Zarındaki Özel Güvenlik Kapıları

Allah, demir ile birleşik oluşturmuş sidereforların hücre zarından hücre içine alınabilmeleri için bakterilerde çok detaylı bir sistem yaratmıştır.

Hücrenin yaşamsal öneme sahip etkinliklerine devam edebilmesi için her madde hücre içine alınmaz. Hücreye zarar verebilecek birçok madde büyüklükleri dolayısıyla zardan geçemezler. Demire bağlı sidereforlar da oldukça büyük moleküllerdir. O zaman demir elementleriyle birleşik oluşturmuş sidereforlar nasıl olup da hücre içine girebilmektedirler? Bu, hücre zarında yer alan özel tanıma, taşıma ve güvenlik sistemleri sayesinde mümkün olmaktadır.

Güvenlik Kapısındaki Özel Sistemler

Bakterilerde demirin sadece hücre zarından geçmesi için düzenlenmiş pek çok farklı birim yer alır. Alıcılar, kapılar, taşıyıcı proteinler, enerji iletimi yapan proteinler, enerji santralleri gibi çok farklı birimler bu iş için büyük bir uyumla çalışırlar. Örneğin çift zarlı yapıda aşağıdaki gibi kompleks bir sistem vardır. Allah dış zarda demir elementini tanımak için, ajan molekülle (sidereforla) bağ kuran özel alıcılar yaratmıştır. Demir-ajan çiftinin dış zardan geçebilmesi için gerekli enerji ise iç zarda üretilir. İç zarda üretilen enerji bazı proteinlerce dış kapıya iletilir. Buradan geçen demir kompleksi başka bir protein yoluyla iç zara taşınır. İç zarda da yine onun için yaratılan kapıdan hücre içine alınır.

Bakteri zarı iki katlı bir yapıya sahiptir. Üstteki zarda FepA adlı alıcılar bulunmaktadır. Bu alıcı demir elementleriyle kompleks oluşturmuş molekülleri tanır ve dış zar ile iç zar arasındaki bölgeye alır. Alıcının açılması için gerekli enerji iç zardan sağlanır ve TonB-ExbB-ExbD proteinleri yoluyla bu enerji alıcılara iletilir.(5) Bu proteinler özellikle demir molekülü ihtiyacı fazla olduğunda hücre zarında bol miktarda bulunurlar. Bilimsel adı FepB olan başka bir aracı protein ise alıcıdan geçen demir kompleksini taşıyarak iç zara getirir. İç zarda FepG ve FepD proteinlerinden meydana gelen bir güvenlik kapısı bulunur. Bu kapı demir kompleksini tanır ve hücre içine başka bazı proteinlerin yardımıyla içeri alır. (6)

Demirin hücre zarından içeri alınmasında görevli yapıların bir tanesinin bile eksik olması ya da kusurlu bir yapıya sahip olması bütün sistemin çökmesine sebep olur. Bu da hayatın kademe kademe geliştiğini iddia eden evrim teorisinin büyük bir yanılgı olduğunu gösterir. Gerek hücre gerekse hücre zarı Allah’ın kusursuz yaratmasının açık bir örneğidir.

Kaynaklar:
(1) Andrews, S. C., A. K. Robinson, and F. Rodriguez-Quinones. 2003. Bacterial iron homeostasis. FEMS Microbiol. Rev. 27:215-237.
(2) Rodriguez, G. M., and Smith, I. (2003). Mechanisms of iron regulation in mycobacteria: role in physiology and virulence. Molecular Microbiology 2003 Mar;47(6):1485-94
(3) Masse E, Salvail H, Desnoyers G, Arguin M. Small RNAs controlling iron metabolism. Curr. Opin. Microbiol. (2007) 10:140-145
(4) K. N. Raymond, E. A. Dertz, and S. S. Kim, Bioinorganic Chemistry Special Feature: Enterobactin: An archetype for microbial iron transport, PNAS, April 1, 2003; 100(7): 3584 - 3588.
(5) Andrews, S. C., A. K. Robinson, and F. Rodriguez-Quinones. 2003. Bacterial iron homeostasis. FEMS Microbiol. Rev. 27:215-237.
(6) K. N. Raymond, E. A. Dertz, and S. S. Kim, Bioinorganic Chemistry Special Feature: Enterobactin: An archetype for microbial iron transport, PNAS, April 1, 2003; 100(7): 3584 - 3588.

HÜCREDEKİ MUCİZE: PEROKSİZOM


İnsanların modern ve büyük şehirlerde konforlu bir hayat sürebilmeleri için özel tesisler kuruludur. Bu tesislerden bazıları enerji üretimi, atık arıtma ya da geri dönüşüm sistemleridir. Planlamacılar ve mühendisler şehirlerin ihtiyacına yönelik bu gibi tesisleri belirleyip inşa etmek için sürekli çalışırlar. Son derece gelişmiş ve karmaşık sistemlere sahip tesislerin yokluğunda ya da bir arıza olması durumunda tüm şehir kısa sürede yaşanmaz hale gelebilir.

Vücudumuzun yapıtaşı olan hücre de modern bir şehir gibidir. İçinde mitokondri, ribozom, lizozom gibi yaşamsal öneme sahip birçok tesis mevcuttur. Bunlardan biri de Peroksizom denilen, tek zarlı yapıdan oluşan küresel veya oval yapılı küçücük bir organeldir. İnsan hücrelerinin birçoğunda 500 kadar peroksizom vardır. Her peroksizomda, ayrı ayrı işlevleri olan ve enzim olarak isimlendirilen 50 çeşit biyokimyasal madde bulunur.

Hücrelerimizin temel enerji kaynağı şeker molekülüdür. Normal şartlarda, bu şeker molekülü karbonhidratlardan elde edilir. Ancak bazı özel durumlarda, örneğin ihtiyaç halinde, yağlardan da şeker üretmek mümkündür. İşte peroksizomların içlerinde bulunan özel işçi molekülleri enzimler, yağdan şeker molekülü elde etmeye yarayan kimyasal işlemleri başlatırlar. Bu sayede, - örneğin filizlenmekte olan tohumda - peroksizom, yağı kullanarak enerjinin elde edilmesini sağlar. Perksizomlar yağ asitlerini oksitleyerek metabolik enerjinin en büyük kaynağını oluştururlar ve bu özellikleriyle hücre için hayati bir rol oynarlar. Bu nedenle peroksizomun hücre içindeki değeri, bir şehri besleyen elektrik santraline benzetilebilir.

Özellikle bitkilerde peroksizomun enerji üretme özelliği çok daha önemlidir çünkü insan ve hayvan hücrelerinde yağ asitlerinin enerjiye çevrilmesi, perosizomlarda olduğu gibi ribozomlarda da yapılabilir. Oysa bitki hücrelerinde bu, sadece peroksizomlarda gerçekleştirilir. Peroksizomların özellikle bitkilerde iki önemli işlevi vardır. İlk olarak, tohumda bulunan peroksizomlar, depolanmış yağ asitlerinin karbonhidratlara çevirerek filizlenen bir bitkinin büyümesi için gerekli enerjiyi sağlarlar. Peroksizomun yaşamsal öneme sahip diğer bir görevi de, fotosentez sırasında ortaya çıkan bir yan ürünün metabolizmaya katılması ile ilgilidir. “Glioksalat döngüsü” olarak bilinen bu olay oldukça karmaşık bir süreçte gerçekleşir.

Peroksizomlar rafinerilere benzerler; rafineriler ham petrolün işlenip farklı ürünlere dönüştürüldüğü yerlerdir. Peroksizomlar da, yağ asitlerinin şekere dönüşümünü başlatan enzimleri içerirler.

Peroksizomlar sadece bir üretim merkezi değildir; aynı zamanda bir arıtma tesisi gibi de çalışırlar: Vücudumuzda her an çeşitli nedenlerle, pek çok zehirli madde oluşur. Bunların derhal etkisiz hale getirilmesi şarttır. Aksi halde kısa bir süre içinde zehirlenerek hayatımızı kaybederiz. İşte peroksizomlar vücudumuzda ortaya çıkan son derece tehlikeli zehirlerden kurtulmamızı sağlayan tesislerden biridir. Peroksizomlarda bulunan enzimler, zehirli maddeleri etkisiz hale getirirler. Özellikle karaciğer ve böbrek hücrelerinde kan yoluyla gelen birçok zehirli madde bu yolla temizlenir.

Hem enerji elde edilirken, hem de zehirli maddelerin etkisini gidermek için yapılan işlerde başka bir yan ürün ortaya çıkar. Bu yan ürün, bilimsel adı hidrojen peroksit olarak bilinen zehirli maddedir. Eğer peroksimoz, sadece yukarıda bahsedilen işleri yapıyor olsaydı, açığa çıkan hidrojen peroksit, hücrelerimize büyük zararlar verirdi. Ancak tıpkı planlanmış bir şehir gibi en ince ayrıntısına kadar mükemmel işleyen hücrelerimizde böyle bir durum asla yaşanmaz.

Hidrojen peroksit ve tehlikeli diğer peroksit bileşikleri, katalaz ve peroksidaz gibi enzimleri içeren “peroksizom” organelinde parçalanır ve böylece verecekleri zararlı etki ortadan kaldırılır. Perksizom tesisinde bir işçi gibi çalışan katalaz enzimleri, hidrojen peroksiti su molekülüne dönüştürerek, hidrojen peroksitin neden olabileceği tehlikeden hücreyi korumuş olur.

Su arıtma tesislerinde, suyun içinde bulunan ve bizim için zararlı olacak maddeler temizlenir. Aynı bunun gibi katalaz enzimi de zehirli bir madde olan hidrojen peroksiti hücre içine sokmaz.

Her bir hücre, bütün çalışma sistemleri, haberleşmesi, ulaşımı ve yönetimiyle adeta büyük bir şehiri andırır: Hücrenin sarf ettiği enerjiyi üreten santraller; yaşam için zorunlu olan enzim ve hormonları üreten fabrikalar; üretilecek bütün ürünlerle ilgili bilgilerin kayıtlı bulunduğu bir bilgi bankası; bir bölgeden diğerine hammaddeleri ve ürünleri nakleden kompleks taşıma sistemleri, boru hatları; dışarıdan gelen hammaddeleri işe yarayacak parçalara ayrıştıran gelişmiş laboratuar ve rafineriler; hücrenin içine alınacak veya dışına gönderilecek malzemelerin giriş-çıkış kontrollerini yapan uzman hücre zarı proteinleri bu karmaşık yapının yalnızca bir bölümünü oluştururlar. İşte peroksizomda bu bölümlerden yalnızca bir tanesidir ve o da kendi içinde ait olduğu şehir gibi son derece kompleks bir yapıya sahiptir.

Peroksizom hücredeki diğer organellerle uyum içinde çalışırken kendi içindeki dengesini de büyük bir düzen ve hassasiyetle sürdürür. Bu düzeni devam ettirmek ve iç dengesini korumak için ihtiyacı olan birçok maddeyi gerektiği miktarda temin eder. Kendi karşılayamadığı ihtiyaçları ise, dış ortamdan büyük bir titizlikle seçip alır. Bu maddeleri belli bir dizi işlemden geçirir. He işlem büyük bir titizlikle gerçekleştirilir. Çünkü yapılacak bir hata ya da atlanan bir işlem şehirde yaşayanların tamamının hayatına mal olacaktır.

Peroksizom isimli tesisin içinde bir işçi gibi çalışan enzimler görevlerini çok iyi bilirler. Hiç biri bir diğerinin işine karışmaz ya da görevini bir saniyelik dahi olsa ihmal etmez. Bu işçiler işlerini yaparken bir saatin dişlileri gibi büyük bir koordinasyon içinde hareket ederler.

Tesise girecek ve çıkacak maddeler en baştan bellidir. Şehirde dolaşan herhangi bir madde tesadüfen tesisin kapılarından içeri giremez. Tesisin içinde amaçsız tek bir molekül bile bulunmaz. Tesis dışına çıkışlar da aynı şekilde hassas kontroller, sıkı denetimler sonucunda gerçekleşir. Hammaddeleri alır, işler ve yeni ürünler olarak hücre dışında belli adreslere gönderir. Bu adreslerdeki başka tesislerde yeni işlemlere tabi tutulan ürünler yeniden peroksizoma geri döner. Peroksizom bu ürünlere son şeklini vererek en son gitmesi gereken yere teslim eder. Görüldüğü gibi koordinasyon sadece peroksizomun kendi içinde değil şehirdeki diğer tesisler arasında da titizlikle sürdürülmektedir.

Tüm bunları yapan tesis; içerdiği bunca yapı ve sisteme, içinde sürüp giden sayısız faaliyete rağmen, kilometrekarelerce büyüklüğündeki bir şehirde değil, yalnızca milimetrenin yüzde biri kadar küçük bir hücrenin içinde yer alır.

Şehirleri ve onların içlerindeki tesisleri hazırlayan planlamacılar ve mühendisler, bizim "akıl" diye tarif ettiğimiz şeye, yani; düşünme, analiz etme, karar verme gibi yeteneklere sahiptirler. Peroksizoma ve onunla birlikte hücrenin içindeki diğer tesislerde ortaya konan "akıl gösterisi", insanlar tarafından kolay kolay erişilemeyecek düzeydedir.

Ancak, peroksizomda ya da hücrenin genelinde ortaya çıkan aklın, hücreye "ait" olduğunu kabul etmemiz mantıksal olarak mümkün değildir. Çünkü "akıl gösterisi" yaptıklarını söylediğimiz hücre parçacıkları, birer molekül yığınından başka bir şey değildir Yaptıkları işler dikkate alındığında her birinin sofistike bir biçimde "düşünebilmeleri" gerekir, ama bir beyinleri yoktur. Aslında hiçbir şeyleri yoktur; ne gözleri, ne kulakları, ne dokunma duyuları, ne de sinir sistemleri vardır. Bunlar ardı ardına dizilmiş aminoasitlerden oluşan kimyasal zincirlerden başka bir şey değildirler.

Ama görme, duyma, hissetme, düşünme, karar verme yeteneğinden yoksun olan bu kimyasal bileşikler, oldukça ihtişamlı bir "akıl gösterisi" sergilemektedirler.

O zaman şu soruyu sormamız gerekir: Bu aklın kaynağı nedir?

Doğa, ‘akıl gösterisi yapan akılsız varlık’larla doludur. Peroksizomda, ya da doğada bulunan canlılara ait tüm detaylarda, ortaya çıkan akıl, "kendi kendine" oluşan bir akıl değildir. Tüm varlıklar, Allah’ın kendilerine emrettiği görevleri yapmaktadırlar ve bu işlerde ortaya çıkan akıl, Allah'ın aklıdır.


Gözle görülemeyecek kadar küçük bir organelden dev bir yıldıza kadar herşey, Allah'ın "vahyettiği" akıl ile hareket ederler. Allah, hepsine belirli bir görev ve onu yapacak kadar "bilinç" vahyetmiştir ve onlar da Allah'a boyun eğmiş olarak görevlerini kusursuz bir şekilde yerine getirirler. Bir ayette şöyle buyrulur:

“Göklerde ve yerde bulunanlar O'nundur; hepsi O'na ‘gönülden boyun eğmiş' bulunuyorlar.”

(Rum Suresi, 26)

12 Aralık 2008 Cuma

BUKALEMUNLAR SÜPER GÖZLÜKLERE İLHAM VERİYOR



Bukalemunlar gözlerini geniş açılarda ve ayrı ayrı hareket ettirebildiklerinden bizim gördüğümüz alandan daha çoğunu görebiliyorlar. Bukalemunlar model alınarak tasarlanan gözlük gözlerimizi bağımsız hareket ettirmemize olanak vermese de kullanan kişinin görüş açısını %25 genişletiyor.

Gözlüğün ön bölümünde normal cam kullanılırken yanlarda Fresnel mercekleriyle görüntü genişletiliyor. Fresnel mercekleri, kalın merceklerin ışığı kırma özelliğini daha ince bir yapıda sunuyor. Görüntünün biçimi bozuluyor ancak insan gözü, görüş alanının kenarlarında yanlızca hareketi algılayabildiği için genişletilmiş alanda da hareketi algılayabiliyor.

Bu gözlüğü kullanan bir bisiklet sürücüsü, trafikte normalde göremeyeceği araçların da farkına varabilecek ve tehlikeden kaçınabilecek. Bu gözlüğün eğer seri olarak üretilirse, görüş açısının önemli olduğu dallarda yarışan sporcular tarafından da kullanılabileceği düşünülüyor.

Kaynak:

GECE İLE GÜNDÜZÜN ARD ARDA GELİŞİNDEKİ HİKMET

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler vardır.”(Al-i İmran Suresi, 190)

Kuran’ın pek çok ayetinde Allah, gece ile gündüzün ard arda gelişini vurgulamış ve temiz akıl sahiplerini bunun hikmeti üzerine düşünmeye davet etmiştir.
Allah sadece gündüzü yaratmamış, beraberinde geceyi de yaratmıştır. Bu ise; evrenin sonsuz olmadığının apaçık bir delilidir.
19.yy’da yaşayan bir Alman bilim adamı ve matematikçi olan Dr. Wilhem Olbers, evren sonsuz olsaydı nasıl bir görünümü olacağına dair bir hesaplama gerçekleştirmişti.
Bu hesaplamaya göre; sonsuz bir evrende sonsuz sayıda yıldız olması gerekirdi. Sonsuz sayıda yıldız olması ise; gökyüzüne her baktığımızda gördüğümüz en ufak noktada dahi arka arkaya dizilmiş “sonsuz çoklukta” yıldız olması yani gecenin olmaması demek olurdu.
Gelin, bu hesaplamayı bir örnekle açıklayalım…Bir odanın tavanına boyu 1cm geçmeyen ufacık ampüller astığımızı düşünelim. Bu ampüllerin her birinin arkasına yine birer cm lik daha ufak ampüller koyarak sayıyı arttırdığımızı hayal edelim.Nasıl ki, böyle bir ışıklandırma sistemi ile donatılmış bir odanın karanlık olması beklenemez ise; sonsuz sayıda yıldız ile döşenmiş bir evrende de dünyamızın “gece” diye bir kavramın varlığından haberdar olması imkansız olur.
Gece’nin varolması; evrenin sonsuz olmadığının, bir başlangıcı ve sonu olduğunun bir ispatıdır.
Sonsuz gücün sahibi yalnız Allah’tır. Canlılar, galaksiler, evren… Hepsi bir gün yok olacak, ve nasıl ki Allah’ın dilemesiyle yoktan var edildilerse; yine O’nun dilemesiyle ilk hallerine geri dönecek, yok olacaklardır.

(Yer) Üzerindeki herşey yok olucudur; Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü baki kalacaktır.(Rahman Suresi, 26-27)

7 Aralık 2008 Pazar

DENDRİTİK HÜCRELER VE BAĞIŞIKLIK SİSTEMİ MUCİZESİ

Bağışıklık sistemimiz, bizi hastalıklara karşı koruyan özel bir sistemdir. Peki bunu nasıl yapar? Alman biyolog Suzanne van Helden, dendritik hücrelerin lenf düğümüne doğru hareket etmeden önce, yapışkan ayaklarını kaybettiklerini keşfetmiştir. Bu sayede hücreler, daha hızlı hareket edebilmektedir.

Büyümemiş dendritik hücreler bezlerde antijen aramaya başlarlar. Antijenlere maruz kaldıktan sonra, oldukça ihtimamlı bir büyüme sürecine tabi tutulurlar. Büyüme sürecinde, dendritik hücreler T hücrelerini aktive etmek üzere lenf düğümlerine adeta göç ederler.

Gelişmemiş dendritik hücreler, kan akışında devriye gezerler ve bezlerde yabancı madde ararlar. Ayakları, yani podozomlar, hücrenin yavaş adımlarla ilerlemesine olanak sağlar.

Gelişmemiş dendritik hücreler herhangi bir problem tespit ettiklerinde, süratle T hücrelerine durumu rapor eder ve onları yaklaşan tehlike hakkında haberdar ederler. Ancak; yapışkan ayakları, bu aşamada, dendritik hücreler için bir engel teşkil etmektedir. Bu yüzden, hücre negatif bakteri ile temasa geçerek podozomlarından ayrılır ve ayaklarını bırakarak yoluna devam eder. Böylece gelişmiş dendritik hücreler T hücrelerine süratle ulaşabilirler.

T hücreleri, durumdan haberdar olur olmaz, müdahil olur ve hastalıklı bezlerdeki sorunları gidermeye başlarlar.

Görüldüğü üzere, savunma sistemimiz adeta dev bir askeri güç gibi çalışmaktadır. İstihbarat teşkilatı, emir-komuta sistemi, raporlama, risk analizi, risk yönetimi ve strateji geliştirme gibi son derece kompleks süreçler vücudumuzun içindeki birkaç santimlik alanda süratle ve sessizce gerçekleşmektedir.

Her bir hücre, kendi görevini istisnasız yerine getirmekte ve büyük bir fedakarlıkla bizim için çalışmaktadır.

Şüphesiz, kıyas yapabilecek, karar verebilecek bir şuuru olmayan hücrelerin tehlikenin ne olduğunu bilmeleri ve tespit etmeleri; durumdan başka bir hücreyi değil de sadece T hücrelerini haberdar etmeleri, onlara süratle ulaşmak için büyük bir fedakarlıkta bulunup kimi organlarını feda etmeye karar vermeleri, gram-pozitif ile gram-negatif bakterilerin varlığından haberdar olup onları uzuvlarından gram-negatifin ayrabileceğini tespit ederek onlarla birleşmeye karar vermeleri gibi bir durum söz konusu olamaz.

Her bir hücreye görevini Allah ilham etmiş ve her bir hücre de itaat etmiştir.

Kaynak:
http://www.sciencedaily.com/releases/2008/11/081125113329.htm

6 Aralık 2008 Cumartesi

EVRİMİN AÇIKLAYAMAYACAĞI BİR SÜREÇ: ENDOSİTOZ

Bitkilerdeki büyüme hormonu, köklerin büyüme yönü, gövdenin büyümesi ve filizlerin çıkmasında oldukça önemlidir.

Aynı zamanda, meyvelerin olgunlaşması, sarmaşıkların dolaşması gibi daha pek çok aşamada da büyüme hormonu aktif bir rol oynar.

Bitki hücrelerinin diplerinde, hücre zarının üzerinde PIN proteinleri denilen proteinler bulunur. Bu proteinler, büyüme hormonunun alt hücrelere akışını sağlar. Peki, bu proteinler neden başka bir yerde değil de, hücrenin diplerinde bulunmaktadır?

PIN proteinleri hücrenin protein fabrikalarında üretilirler ve hücre zarının her yerine taşınırlar. Sonuç olarak da, hücre zarının içinde kaybolurlar. Bu sürece “Endositoz” adı verilir.

Keseciklere yakın yerlerde proteinler bağlantıyı koparır ve hücreye geri dönerler. Böylece, PIN proteinleri bir geri dönüşüm sürecine tabi tutulur ve hücre zarı tarafından tekrar yutulacakları yere yani hücrenin dibine nakledilirler.

Bu kompleks sistemi açıklamaya çalışan bilim adamları, bitki hücreleri yerçekiminde değişiklik hissettiğinde mekanizmanın hızlıca devreye girdiğini ve bu sayede de bitkiye yeni bir “alt kavramı” verdiğini keşfetmiştir.

İleri teknoloji laboratuar ortamlarında yapılan deneyler sonucu, mutasyonla bu sistem herhangi bir değişikliğe uğratılmak istediğinde ise; yaprakların çıkması gereken yerden köklerin çıktığı gözlemlenmiştir.

Kaynak:
http://www.physorg.com/news144408723.html

Dünyamıza Kalkan Olan Uzay Fırtınaları

"Gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık; onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar." (Enbiya Suresi, 32)

Bilimsel gözlemler atmosferimizin dış kısmında uzay fırtınalarının yarattığı enerjiyi bir ısı kalkanı gibi emen bir koruyucu alanın mevcut olduğunu ortaya koymuştur. Gezegenimizi çevreleyen bu kalkan tabaka elektrik yüklü gaz ya da plazma bulutu oluşturup yeryüzünde yaşamı imkansız kılabilecek uzay fırtınası enerjisinin, atmosferin daha alt katmanlarına ulaşmasını engellemekte ve bu sayede Dünya'daki yaşamın sürmesi için hayati öneme sahip olan bir görevi yerine getirmektedir.

Elektrik yüklü plazma bulutu o kadar sıcaktır ki; bu bulutu oluşturan tanecikler ısı yayarak bazen orta ve üst yörüngelerdeki uyduların çalışmalarını engellemektedir.

Günümüze kadar, uzay fırtınalarının oluşturduğu enerji taneciklerinin, Güneş'in meydana getirdiği rüzgarlar tarafından tutulduğu düşünülüyordu. Ancak bu görüşün aksine, NASA'nın Image adı verilen uzay mekiğinin çalışmaları sırasında ortaya konan bu keşif, atmosferin üst katmanlarından biri olan iyonosferin uzay fırtınalarına aktif olarak etki ettiğini kesin olarak ortaya çıkarmıştır.^

Uzay Kalkanının Faaliyeti

Dünyanın uzay fırtınası kalkanı, iyonosferin dış kısmına ait olan, elektrik yüklü tanecikler içeren 300–1000 kilometre genişliğindeki ince bir tabakadır. Stephen Fuselier, Journal of Geophysical Research'te bu konuyla ilgili yayınlanan makalesinde şu sözlere yer vermektedir:

"Uzay mekiğinin ateşli geri dönüşü sırasında, aşırı sıcakta ısı kalkanının dış tabakalarını dökerek feda etmesi gibi, Dünyamızın kalkanı da kendi yüklü taneciklerini uzaya bırakarak uzay fırtınalarının enerjisini emmektedir." (Lockheed-Martin Advanced Tech. Center, Palo Alto, Calif.)

Dünyamız son derece hassas dengelere bağlı bu mucizevi durum sayesinde uzay fırtınalarından korunmaktadır. Bu özel korumalı sistem elbette ki kendi kendine oluşmamıştır. Evrendeki mükemmel düzen Rabbimiz'in kusursuz yaratışıyla meydana gelmiştir.

Fırtına kalkanı sayesinde zararlarından korunduğumuz bir diğer tehlike de güneş rüzgarlarıdır. Saniyede yaklaşık 400 kilometre hızla esen güneş rüzgarları Dünya'nın manyetik alanından hızla geçip ilerleyen elektrik yüklü parçalardan oluşur. Bu yolculuk esnasında milyonlarca amperlik korkunç bir elektrik akımı ortaya çıkar. Bu elektrik akımı da Dünya’nın gözle görülemeyen manyetik alan çizgilerine doğru akar ve özellikle kutup bölgelerinde trilyonlarca watt'lık enerji, atmosfere pompalanır. Dünyamızın fırtına kalkanı olmasaydı, bu çok büyük elektrik akımından gelen ısı, Dünyadaki yaşamı imkansız hale getirecekti.

Dünya’nın manyetik alanı sayesinde, güneş rüzgarlarının atmosferimize doğrudan çarpması ve zamanla meydana gelecek aşınmalar engellenmiş olmaktadır.

Herşeyden haberdar olan Rabbimiz'in yarattığı eşsiz sistem sayesinde güneş rüzgarları manyetosfere çarpar ve gezegenimizin etrafını kuşatırlar. Bu patlamalar, Güneş'teki patlamalar ile birlikte daha büyük bir hıza ve yoğunluğa ulaşır, ardından uzay fırtınalarının da bu patlamaya eklenmesiyle çarpmanın şiddeti çok daha büyük bir boyuta ulaşır. Tüm bu yoğun fırtına bombardımanına maruz kalan Dünyamız, Allah'ın üstün yaratışının delillerinden olan bu kalkan sayesinde korunmaktadır.

Korunmuş Bir Tavan Olan Gökyüzü

Gökyüzünü seyreden insanlardan çoğunun aklına atmosferin koruyucu yapısı gelmeyebilir ancak atmosferimiz sanki Dünyamızı korumak için mücadele eden şuurlu bir varlık gibi hareket eder. Tüm bilimsel gözlemler, Dünya'daki yaşamın atmosferin bu özelliği sayesinde korunduğunu kanıtlamaktadır. Bu da, Allah'ın kusursuz yaratışı ile atmosferi hizmetimize verdiğini bize göstermektedir.

Bu noktada dikkati çeken çok önemli bir nokta da, Allah'ın atmosferde yarattığı bu mükemmel sistemi Kuran-ı Kerim'de bildirmiş olmasıdır. 21. yüzyıl biliminin yeni tespit ettiği atmosferin koruyucu bir kalkan oluşturması hakkındaki bir Kuran ayeti şöyledir:

"Gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık; onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar." (Enbiya Suresi, 32)

Atmosferin Geri Döndürme Özelliği

Atmosferin Kuran'da bildirilen bir diğer önemli özelliği de, dönüşümlü bir sisteme sahip olmasıdır.

Atmosferin en dıştaki iki tabakası iyonosfer ve manyetosferdir. İyonosfer, yeryüzünden yayınlanan radyo dalgalarını yeryüzüne geri yansıtarak yayınların uzak mesafelerden de algılanmasını sağlar. Manyetosfer ise Güneş'ten ve diğer yıldızlardan yayılan zararlı radyoaktif parçacıkları, yeryüzüne ulaşmadan uzaya geri döndürür.

Bütün bunlar, atmosferde son derece özel bir geri döndürme sistemi olduğunu gösterir. Dünya'da canlılığın devamı için en uygun ortamın hazırlanmış olması Allah'ın kusursuz ve uyumlu yaratışının delillerindendir.

Allah Kuran'da tüm yarattıklarının sahibi olduğunu ve herşeyin Kendisi'ne gönülden boyun eğdiğini bildirmiştir. Bakara Suresi'ndeki ayetlerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"... göklerde ve yerde ne varsa O'nundur, tümü O'na gönülden boyun eğmişlerdir. Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse OL der, o da hemen oluverir." (Bakara Suresi, 116–117)

http://ilmimercek.net/?Pg=Detail&Number=11616

ALLAH’IN BİTKİLERE BİR RAHMETİ, “bZIP28” GENİ


Michigan Devlet Üniversitesi bitki bilimcileri, bitkilerin nasıl yüksek sıcaklıklara dayanabildiğini araştırdı.

Yapılan araştırmada, bZIP28 isimli bir genin bitkilerde sıcağa karşı gösterilen duyarlılığı düzenlemekle görevli olduğu keşfedildi.

Genin çalışma sistemi ise, oldukça kompleks aşamalara dayanmakta...

Hücrenin “beyni”, ve hücre içerisindeki sitosol adı verilen sıvı, bitkilerin sıcaklığa karşı verdikleri tepkilerde rol oynarken; Endoplazmik Retikulum ise, hücrede protein depolama ve paketleme işlerini yapmaktadır.

Normal şartlarda, bZIP28 geni Endoplazmik Retikulum’a adeta demir atmış gibi durmakta iken; bitki tarafından hissedilen sıcaklık yükseldiği zaman, genin bir ucu kopmakta ve gen hücrenin çekirdeğine doğru hareket ederek sıcağa karşı duyarlılığı kontrol etmek üzere diğer genleri harekete geçirmektedir.

Kimya, mikrobiyoloji ve planlama bilgisi gerektiren; üstelik zamanlamadaki en ufak bir hatanın bitkinin ölümüne neden olabileceği bu aşamalardan hiçbirinin açıklaması, şüphesiz kör tesadüfler değildir.

Bu sistemin her bir mekanizmasını işleten ve kontrol eden; Her şeye Hakim Olan Allah’tır.

Sıcaklığın yükseldiğini, harekete geçmesi gereken tam vakti, hücre çekirdeğinin istikametini ve diğer genleri nerede bulacağını ona vahyeden Allah’tır.

Yarattığı Her Canlıya Rahmet Eden, Sonsuz Şefkat ve Merhamet Sahibi Allah, son derece narin canlılar olan ve “kendi tesbihlerini bilen” bitkiler için Rahmeti’nin bir tecellisi olarak “Yoktan” böyle bir gen “Var etmiş” ve O’na görevini ilham etmiştir.

Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve dizi dizi uçan kuşlar, gerçekten Allah'ı tesbih etmektedir. Her biri, kendi duasını ve tesbihini şüphesiz bilmiştir. Allah, onların işlediklerini bilendir.

(Nur Suresi, 41)
Kaynak:
http://www.innovations-report.com/html/reports/life_sciences/msu_scientists_find_gene_helps_plants_beat_heat_119850.html

3 Aralık 2008 Çarşamba

BİLİMADAMLARI GEN MUTASYONUNUN GELİŞMEYEN AKCİĞERLER ORTAYA ÇIKARDIĞINI TÜM DÜNYAYA GÖSTERDİ

Bilim adamları, yenidoğanlarda akciğer gelişimi ve akciğer bezlerini sıralayarak ciğerleri çökmekten koruyan sürfaktanın üretimi için kritik öneme sahip bir gen keşfetti.

Sinsinati Çocuk Hastanesi Medikal Merkezi’ndeki araştırmacılar bir embriyo fareden Foxm1 isimli geni sildi.

Karşılaştıkları sonuç, araştırmacıları oldukça şaşırttı. Foxm1 geni silinen farenin akciğerlerinin tam olarak gelişmediği fark edildi. Tam olarak gelişmeyen ciğerler iki kritik sürfaktan proteini (SP-A, SP-B) üretemediğinden, fare doğumdan çok kısa bir süre sonra solunum yetmezliği nedeniyle öldü.

Sinsinati Çocuk Hastanesi Medikal Merkezi Akciğer Biyolojisi departmanında bir araştırmacı ve doktor olan Prof Dr. Vladimir Kalinichenko “Elde ettiğimiz bulgular Foxm1 geni’nin akciğer gelişimi ve sürfaktan üretiminin merkezi olduğunu gösterdi. Şüphesiz, bu çok önemli bir veri; çünkü bebekler doğar doğmaz anne ile olan göbek bağlarından solunum yapmayı bırakıp kendi kendilerine oksijen solumak durumundalar” diyerek görüşlerini bildirdi.

Keşfedilen genin varlığı, Yaratılış’ın ispatı olurken; faydalı bir mutasyon olamayacağını da tüm dünyaya gösterdi.

Kendi başına solunum yapamayacak yeni doğanlar üzerinde Allah’ın rahmetinin bir tecellisi olmasıyla da, Foxm1 geninin keşfi tüm dünyaya Rabbimizin “Rahman” ve “Rahim” isimlerinin duyurulmasına vesile oldu.

Kaynak:
http://www.eurekalert.org/pub_releases/2008-11/cchm-ssg112408.php

TERMİTLERİN MERMİ VURUŞU


DÜNYANIN EN HIZLI ÇENE SALDIRISI REKORU BİR KAÇ SANTİMLİK TERMİTLERİN

Smithsonian Tropik Araştırma Enstitüsü’nden Marc Seid ve Jeremy Niven ile Florida Üniversitesi’nden Rudolf Scheffrahn tarafından yapılan bir araştırmada dünyada bugüne kadar kaydedilmiş en hızlı çene saldırısına sahip termitlerin, yuvalarına izinsiz girebilecek potansiyel bir davetsiz misafiri başlarına vurdukları tek bir darbe ile öldürebilecekleri gözlemlendi.

Seid, asker termitlerin nasıl farklı savunma silahlarına sahip olduklarının araştırmalarının konusu olduğunu söyledi. Saniyede 40.000 kare görüntü kaydedebilen yüksek hızlı bir video kamera ile yapılan gözlemlerde, asker termitin çene ölçümünün işgalciye karşı saldırırken saniyede 70 metre olduğu fark edildi.

Sonuçla ilgili, Seid “Pek çok böcek, insan gözünün görebileceğinden çok daha hızlı hareket eder; bu yüzden yüksek hızda kameralar kullanmamız gerektiğini biliyorduk; ama bu kadar da yüksek bir hız beklemiyorduk” şeklinde açıklama yaptı.

Termitlerin neden bu kadar hızlı olduğu ile ilgili açıklama yapan Niven, hafif cisimlerin büyük bir etki yapmak için yüksek hıza ihtiyacı olduğunu ve dar tünellerde düşmanıyla karşılaşmak zorunda olan asker termitler için daha etkili bir savunma tekniği olamayacağını açıkladı.

Nevin, “Üst ve alt çenelerini kuvvetli bir şekilde sıkarak, saldırmadan önce güç toplayan termitlerin; hızlı hareket etmeden önce kaslarında enerji depolamaları gerektiğini nerden ve nasıl bildikleri ise oldukça düşündürücü” diyerek hayranlığını dile getirdi.

Kaynak: http://esciencenews.com/articles/2008/11/24/panamanian.termite.goes.ballistic.fastest.mandible.strike.world

2 Aralık 2008 Salı

İÇ KULAKTAKİ SENSÖRLER, YARATILIŞIN DELİLİDİR

Kalifornia Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma mikroskopik kristallerin iç kulağın içinde nasıl ses ve yer çekimi sensörleri oluşturduğunu ortaya çıkardı.

Kulağın içinde sinyalleri taşımaya ve iletmeye yarayan “Siliya” adlı küçük selüler tüycüklerin sonunda, mikroskopik kristaller bulunmaktadır. Bu kristaller sesi ayırt etmede, dengeyi kurmada ve hareket düzenlemede önemli bir yere sahiptir.

Birbirinden ayrılan kulak kristallerinin sürekli baş dönmesine yani vertigo’ya neden olduğu uzun zamandır bilinen bir gerçekti.

Kaliforniya Üniversitesi, David Geffen Tıp Fakültesi’nde Mikrobiyoloji, İmmünoloji ve Moleküler Genetik Doçent Doktor’u Kent Hill, siliya’nın uterus’dan spermi yukarı itmekteki ve ciğerlerden mukusu dışarı atmaktaki öneminin uzun süredir bilindiğini ve yaptıkları çalışmanın siliyanın vücudumuzda üstlendiği pek çok hayati görevi aydınlatmayı hedeflediklerini anlattı.

Hill’in ekibi (gelişimi insanın ve diğer memelilerin gelişimine benzer olduğundan araştırma için harika bir model olan) Zebra balığı embriyosuna ait yeni gelişen bir kulağın içinde yüksek çözünürlükte ve süratte bir video görüntüleme tekniği kullanarak siliyanın vücut içindeki hareketlerini gerçek zamanlı olarak izledi.

Yapılan araştırmada; siliyanın küçük bir girdap yaparak iç kulaktaki kristal sensörleri oluşturacak parçacıkları en doğru yerde topladığı keşfedildi.

Şikayet edilen pek çok rahatsızlığın ise; bu sensörlerin doğru dizilmemesinden kaynaklandığı ortaya çıktı.

Peki, bir beyni ya da karar verme becerisine sahip olmayan siliya sensörleri oluşturacak parçacıkları tam olarak en doğru yerde nasıl toplamaktadır? Bunun kör tesadüflerin bir ürünü olduğunu iddia etmek şüphesiz çok gülünç olacaktır.

Gelin bunu bir örnekle açıklayalım. Atlas okyanusunun tam ortasında dev bir girdap oluşturduğumuzu hayal edelim ve o girdaptan dışarıya evler, binalar, limanlar fırladığını varsayalım. Fırlayan iskelelerin tam da bir deniz kıyısına, dev gökdelenlerin tam da şehrin merkezine konumlanarak tesadüfen dev bir medeniyet inşa etme olasılığı ne kadarsa; sensörleri oluşturacak parçacıkların da en doğru yerde bir araya gelme olasılıkları o kadardır.

Her bir parçacığa hakim olan Allah, siliyaya görevini vahyetmiş ve ona parçacıkların toplanacağı en doğru yeri ilham etmiştir, “O’nun alnından yakalayıp denetlemediği hiçbir canlı yoktur.”

Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.)
(Hud Suresi, 56)

Kaynak:
http://www.biologynews.net/archives/2008/12/01/can_you_hear_me_now_how_the_inner_ears_sensors_are_made.html