30 Eylül 2010 Perşembe

En Ekonomik Kütüphane


Bilgisayar dünyasındaki gelişmelerin en önemlisi kuşkusuz internettir. İnternet, bilgisayar ve iletişim teknolojilerinin birleşmesiyle, geçtiğimiz yüzyılın sonlarında ortaya çıktı. İnternet (International Network) yani "Uluslararası Ağ" dünyanın pek çok ülkesinde bulunan değişik boyutlardaki bilgisayar ağlarını birbirine bağlayan ağdır. Bu ağ sayesinde bilgiler paylaşılabilir, programlar ortak kullanılabilir hale gelmiştir.

İnternet, ulaşılmak istenen bilgiye kolay, ekonomik ve çabuk erişim olanağı sağlar. Çünkü İnternet, bir iletişim ve bilgi paylaşım ortamıdır. Bilgiyi yayma, insanlara çabuk ve güvenli bir şekilde ulaştırma noktasında, matbaanın bulunuşundan bu yana ortaya çıkan en önemli icattır.

İnternetin ortaya çıkışıyla, dünyanın değişik bölgelerindeki insanların birbiriyle iletişim kurması mümkün olmuş, bütün dünyayı saran bu ağın getirdiği değişimler, tüm toplumlara yansımıştır. İnternet yoluyla bilgiye kolayca ulaşılabilmesi, birçok alanda yeni buluşları da beraberinde getirecektir.

İnterneti Yaratan Allah'tır

İnternet, günümüzde günlük yaşamın vazgeçilmez bir parçası haline gelmiştir. Burada unutulmaması gereken en önemli nokta, insanlık için böylesine önemli bir gelişmeyi Rabbimiz'in, kader planı dahilinde ve bir hikmetle yaratmış olduğudur. Allah, canlı cansız tüm varlıkları OL ' emriyle yarattığı gibi, interneti de yaratmış ve insanların hizmetine sunmuştur.

İnsan, bilim yoluyla keşfedilen veya icat olunan teknolojik aletleri ve sistemleri de Allah'ın yarattığını bilmeli ve bunlar için Rabbimiz'e şükretmelidir. Çünkü sebepleri de, sonuçları da yaratan Allah'tır. İnsana bir icadı yapması için sağlık ve zeka veren, onu bilgilendiren, teknolojik aletlerle destekleyen üstün güç sahibi olan Allah'tır. O halde herşeyin yaratıcısı olan Rabbimiz'e, interneti de hizmetimize verdiği için şükretmeli ve bu nimetin hakkını O'nun rızasını kazanmak için kullanarak vermeliyiz.


İnternet Kuran Ahlakını Dünyaya Anlatmak İçin Bir Nimettir
Peygamberler dini tebliğ etmek için o dönemin bütün imkanlarını kullanmışlardır. İslamiyet o dönemin günümüze nazaran son derece kısıtlı imkanlarıyla, kısa zamanda çok geniş alanlara yayılmıştır. O dönemde uzak beldelere mesaj ulaştırmak, ancak elçiler vasıtasıyla oralara mektuplar gönderilmesiyle mümkün olabilmiştir. Günümüzde ise internet yoluyla dünyanın bir ucundan diğer ucuna, saniyelerle ölçülen sürelerle bilgi gönderilebilmektedir. İnternet sadece yazıların değil, kitapların, resimlerin veya filmlerin de çok kısa sürede kilometrelerce uzaklıktaki başka bir yerden okunmasını veya izlenmesini mümkün kılmaktadır. Kuran ahlakından haberi olmayan milyonlarca insan, internetle, iman etmelerine vesile olacak bilgilere hızlı, kolay ve zahmetsizce erişebilme imkanına kavuşmuştur.

İnternet, dünyaya Allah'ın mesajının ulaştırılması ve Kuran ahlakının öğretilmesi için büyük bir fırsattır. Bu yüzden, internetin müminler tarafından etkin bir şekilde kullanılmasının önemi çok büyüktür.

Müslümanın sorumluluğu, Allah'ın ona yüklediği sorumluluklar çerçevesindedir. Ahirette, verilen her nimetin hesabı sorulacaktır, hayatlarını Kur'an ahlakını yaşamaya ve bu ahlakı yerleştirmeye adamış, samimi müminler internet gibi büyük bir nimetten de imkanları dahilinde ise istifade ederler. Çünkü açıktır ki internet, Kuran ahlakının tebliğ edilmesinde ve yaygınlaştırılmasında, en çabuk, en etkili ve en ekonomik yöntemlerden biridir.

Kuran'da İnternete İşaretler

Kuran'da anlatılan bir kıssada, internete yönelik bazı işaretler olabilir. (En doğrusunu Allah bilir) Allah Kuran'daki Hz. Süleyman kıssasında, Hz. Süleyman'ın emrindeki bir cinin göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir süre içinde Sebe Melikesi Belkıs'ın tahtını getirdiğinden bahseder. Bu hadise, çok kısa bir an içinde, çok uzak bir yerden maddi bir varlığın getirilmesinin mümkün olduğunu bize göstermektedir. Günümüzde internet yoluyla, göz açıp kapayıncaya kadar bilgi (yazı, resim, film) nakli yapılması mümkün olmaktadır. Yine telefon yoluyla ses nakli, televizyon yoluyla da görüntü nakli yapılabilmektedir. Kur'an'da böyle bir konudan bahsedilmesi, ileride madde naklinin gerçekleştirilebileceğine işaret ediyor olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Peygamberimiz (sav)'in hadislerinde bildirdiği üzere ahir zamanda Kuran ahlakı yaygınlaşacaktır. İnternetin bu kutlu dönemdeki katkısının çok büyük olacağı kuvvetle muhtemeldir.

Allah bir ayetinde, Kendi rızasına uyanları doğru yola ileteceğinden şöyle bahsetmektedir:

"Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları Kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir." (Maide Suresi, 16)

İlginç Bitkiler



İbrik Bitkisinin Tasarım Harikası Tuzağı

Endonezya ormanlarında yaşayan Nepenthes alata isimli etobur ibrik bitkisi, çevresinde gezinen böcekler için merak uyandırıcı, ama tehlikeli bir keşif kaynağıdır. Bitki, ibriğinin ağzına konan böcekleri, son derece kaygan dokusu sayesinde doğrudan midesine indirebilmektedir. New Phytologist dergisinde yayınlanan araştırmalarında Laurence Gaume ve çalışma arkadaşları bitkinin böcek yakalama yeteneğini test ettiler. (New Phytologist, 156, 479489; 2002)

Araştırmacılar, bu çalışmalarında uçma yeteneği olmayan bir tür meyve sineği ile karıncaları kullandılar. Bu iki canlı normalde yüzeylere çok etkili bir şekilde yapıştıkları halde bitkinin iç duvarında tutunmayı başaramadılar. Böcekler anında kayarak aşağı, bitkinin sindirim sıvısının bulunduğu bölüme düşerek bitkiye yiyecek oldular.

Bitkinin yüzeyini elektron mikroskobu altında inceleyen bilim adamları, iç duvarların balmumu benzeri bir maddeyle kaplı olduğunu keşfettiler. Normalde en pürüzsüz yüzeylere bile kolaylıkla yapışabilen sineklerin bu balmumu malzemesinde tutunamamasının sırrının ise malzemenin kırılganlığında gizli olduğu ortaya çıktı. Meyve sineği veya karınca ilk başta sağlam bir yüzey gibi görünen balmumu duvara kondukları anda ayaklarının altındaki bölge mikroskobik parçacıklar halinde dökülüyor ve böylece ayağın yüzeyle temasını kesiyordu. (Harun Yahya, Bitkilerdeki Yaratılış Mucizesi)

Şuuru ve karar verme yeteneği olmayan bir bitkinin benzerlerinden farklı olarak etobur olmaya karar vermesi bunun için de ibrik şekline girebilmesi mümkün değildir. Aynı şekilde sineklerin ayaklarındaki yapışkan sistemi inceleyip onları kendi içine düşürecek malzemeyi tasarlayabilmesi ve böceğin tam düşeceği yerde sindirim sıvısı üretebilmesi de mümkün değildir.

İbrik bitkisinin kendisine yaklaşan canlıları ustaca yakalayabilmesi ve bunları yakalamak için sahip olduğu muhteşem tasarım, sonsuz güç sahibi Rabbimiz'in üstün yaratışının göstergelerinden sadece bir tanesidir.

"Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün ard arda gelişinde, insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde, Allah'ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır." (Bakara Suresi, 164)

İstilacı Bitkinin Sırrı

Bahar ve yaz aylarında geniş düzlükleri kaplayan istilacı bitkiler görürüz. Bu bitkiler, toprağın altından çıkan ordular gibi son derece hızlı ürer ve önlerine çıkan rakip bitkileri ortadan kaldırarak ilerlerler.

Bunların en çok bilinenlerinden birisi Centaurea nigra adı verilen bir türdür. Bu bitki, yaşam alanı olan Kuzey Amerika'da milyonlarca hektar araziyi kaplar.

Centaurea nigra'nın karşısına çıkan bitkileri yok ederek ilerlemesi yani istilacı gücü, donatıldığı kimyasal silahlardan ileri gelmektedir. C. Nigra ürettiği catechrin isimli kimyasaldan iki farklı formül elde eder ve bunlardan catechrin eksi isimli kimyasalı bitkileri, catechin artıyı ise topraktaki bakterileri yok etmek için kullanır. Bitkideki bu kimyasalları keşfeden Colorado Eyalet Üniversitesi Biyoteknoloji bölümünden Doç. Dr. Jorge Vivanco, bitkiden elde ettiği catechin eksi kimyasalını spreyle, birkaç çeşit yabani ot ve tahıl bitkisi üzerine püskürttü. Bu işlem sonunda bitkideki kimyasalın, çok kuvvetli ve zehirli bir bitki öldürücü olan 2,4 D ' kadar etkili olduğu ortaya çıktı. Ancak, aynı zamanda Vivanco'nun elde ettiği zehirli spreyin kullanışlı olmadığı da ortaya çıkmıştı. Çünkü Centaurea nigra normalde bu kimyasalı kökleri vasıtasıyla toprağa salarak çevresindeki bitkileri saf dışı bırakıyordu. Ancak Vivanco'nun yaptığı gibi, spreyle püskürtme bitkinin kendi yaprak dokusunu da öldürdü.

Bu istilacı bitkinin diğer etkili silahı, catechin artı da kökler yoluyla salgılanıyor. Bu silahın hedefi ise toprakta yaşayan ve bitkiye zararlı olabilecek bakteriler. Catechin artı, bu bakterilere karşı son derece etkili bir antibiyotik olarak görev yapıyor. Yani bu silah, catechin eksi'nin aksine saldırıda değil, savunmada kullanılıyor. Vivanco, bitkiyle ilgili şu yorumu yapıyor: "Anlaşılan o ki, catechin eksi diğer bitkilere karşı bir saldırı bileşiği; artı ise bakterilere karşı bir savunma bileşiği olarak görev yapıyor. Bitkinin istilacı karakteri buna dayanıyor. Kendisini mikroplara karşı savunmada ve diğer bitkileri yenmede çok başarılı." (www.whyfiles.org)

Vivanco'nun çalışmalarıyla ortaya çıkarılan bu kimyasallar araştırmacılara etkili zehirler üretmede ilham kaynağı da oluyor. Dr. Vivanco'nun araştırmalarına dayanılarak hazırlanan zehirler, yakın zamanda kullanılmak üzere birçok kimya firması tarafından üretim listesine alındı.

Tüm bu kimyasal işlemleri, savunma ve saldırı sistemlerini kimya eğitimi almamış, aklı olmayan bir bitkinin yapamayacağı açıkça ortadadır. Şüphesiz bitkiye bu özellikleri veren, göklerin, yerin ve her ikisinin arasındakilerin yaratıcısı olan Yüce Allah'tır.

Centaurea nigra isimli bitkide ortaya çıkan bu yaratılış gerçeği aslında, incelediğimiz tüm varlıklarda kendini farklı şekillerde göstermektedir.

"O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir." (Haşr Suresi, 24)

Kulaktaki Altın Oran Duyma İşlemini Nasıl Kolaylaştırır?


“ O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir…” (Müminun Suresi, 78)

Kulağın yapısındaki altın oran, duyma işlemini nasıl mükemmel hale getirir? Sesin kaynağını her durumda nasıl tayin edebiliriz?

Salyangoz adlı organın duyma işlemindeki rolü nedir?

Sanatçılar, bilim adamları ve tasarımcılar, araştırmalarını yaparken ya da ürünlerini ortaya koyarlarken orantıları altın orana göre belirlenmiş insan bedenini ölçü olarak alırlar. Leonardo da Vinci ve Corbusier tasarımlarını yaparken altın orana göre belirlenmiş insan vücudunu ölçü almışlardır. Ancak insan vücudunun yapısını günümüze kadar birçok farklı bilim dalı altında inceleyen uzmanlar, yaptıkları matematiksel incelemeler sonucunda kulağın yapısı ile ilgili bu önemli sorulara yanıt buldular.

Son yıllarda yapılan biyolojik araştırmalar göstermiştir ki; insan vücudundaki altın oran sadece insanın fiziksel görünümünde bulunmaz. İnsan beyninin, sinir sisteminin, duyu organlarının, akciğer sisteminin ve DNA’sının gerekli fonksiyonlarını yapabilmesi için de altın oranın gerekli olduğu ortaya çıkmıştır. Bu nedenle günümüzde insan vücudunda yer alan pek çok organın ve sistemin birbirleriyle uyum içinde çalışabilmesinin altın oranla yakından ilişkili olduğu düşünülmektedir.

Vücudumuzda bu ilişkinin çok açık bir şekilde görüldüğü ilk yerlerden biri duyma işlemini gerçekleştiren kulağımızdır. Ancak kulaktaki geometrik düzene geçmeden önce, duyma işleminin nasıl gerçekleştiğini kısaca hatırlamamız, altın oranla işitme arasındaki ilişkiyi görebilmek açısından gereklidir.

Duyma İşleminin Gerçekleşmesi İçin Gereken İşitme Sistemindeki Kusursuz Uyum

Konumuz açısından kulağımızda bulunan işitme sisteminde dikkat edilmesi gereken iki önemli nokta vardır. Duyma işleminin gerçekleşmesi için ilk önce havadaki ses dalgalarının “toplanması” ve daha sonra da bu ses dalgalarının sinirsel uyarılara dönüştürülerek beyne iletilmesi oldukça önemlidir.

Dolayısıyla havadaki ses dalgalarını toplayan kulak kepçesi ile iç kulağa gelen titreşimlerin beyne iletilmesini sağlayan “salyangoz” arasındaki uyum duyma işleminin gerçekleşmesinde çok önemli bir yer tutmaktadır. En önemlisi de, duyu sistemi üzerinde yapılan araştırmalar hem kulak kepçesinin hem de “salyangozun” altın orana göre şekillendirilmiş özel yapılar olduğunu göstermiştir.

Kulak Kepçesi Havadaki Ses Dalgalarını Nasıl Toplar?

Kulak kepçesinin dış çeperini çevreleyen ve konka adı verilen sınırın, kavisli şekli gerçekte Fibonacci sayıları doğrultusunda ortaya çıkan eşit açılı sarmal bir eğri meydana getirmektedir ve hepimizin bildiği gibi kulağımızın bu şekli her insanda aynıdır.

Peki kulak kepçesinde görülen bu özel geometrik düzenin, kulağın havadaki ses dalgalarını “toplama” fonksiyonuyla ilişkisi nedir?

Kulak kepçesinde görülen eşit açılı sarmal şeklin kulağın ses dalgalarını toplayabilmesi, kulağın olabilecek en mükemmel geometrik düzenle yaratılmış olması sayesinde gerçekleşir. Buradaki mükemmel yapıyı anlayabilmemiz için kulak çeperimizin şeklini hafifçe değiştirmemiz yeterli olacaktır. Örneğin;

Kulaklarımızı ellerimizle ön tarafa doğru itersek gelen sesin frekansı aynı olmasına rağmen duyduğumuz sesin şiddeti artacaktır.

Kulağımızı ellerimizle hafifçe arkaya doğru ittiğimizde ise duyduğumuz sesin şiddeti bu kez düşük kalır ve duymakta zorlanırız.

Çevreden gelen sesin frekansında hiçbir değişiklik olmamasına rağmen, kulağımızı oynattığımızda duyma oranının artması ya da azalması, kulak kepçesindeki eşit açılı sarmal eğrinin şeklen bozulmasından kaynaklanan bir durumdur. Kulağımızın şekli ile duyma kapasitesi arasında doğrusal bir ilişki bulunduğundan, kulak kepçesine geometrik şeklini veren ve Fibonacci dizisine göre oluşan sarmal eğrinin, işitmedeki denge ile doğrudan bir ilişkisi olduğu söylenebilir.

Duyma Anında Neler Oluyor?

Duyma işlemi ilk olarak havadaki ses dalgalarının kulak kepçesi tarafından toplanmasıyla başlar.

Alınan bu ses titreşimleri kulak zarına çarpar, kulak zarı, orta kulakta bulunan kemikçikleri titreştirir ve bu sayede ses titreşimleri mekanik titreşime dönüştürülmüş olur.

Bu mekanik titreşimler de iç kulakta yer alan ve “salyangoz” adı verilen yapının içindeki sıvıyı titreştirir. Sonuçta bu sıvı, titreşimleri sinirsel uyarılara dönüştürerek beyne iletir ve bunlar beyinde ses olarak anlamlandırılır.


“Salyangoz” Adlı Organın Duyma Mucizesindeki Rolü

Duyma işleminde rol oynayan bir diğer organsa “salyangoz” olarak da adlandırılan kokleadır. Kokleanın içinde çok kompleks bir duyma mekanizması yer alır. İnsanın

iç kulağında ses titreşimlerini sinirsel uyarılara dönüştürerek beyne iletmekle görevli olan bu kemiksi organ, 73 derece 43 dakikalık sabit açılı sarmala uygun, içi sıvı dolu olan özel kanallara sahiptir. Kokleanın sahip olduğu bu özgün anatomik şeklin kaynağı altın oran olduğundan, kokleanın sarmal yapısı ile işlevi arasında çok yakın bir ilişki vardır. Altın oranın “işlev” ile “anatomik şekil” arasında daima denge oluşturması ve bu dengenin görüldüğü her yerde de altın orana rastlanması, bu oranın Yüce Rabbimiz tarafından yaratılmış mucizevi bir sayı olduğunu bir kez daha gözler önüne sermektedir. Bir Kuran ayetinde bildirildiği üzere
“…Her şeyi ‘sapasağlam ve yerli yerinde yapan’ Allah’ın sanatı (yapısı)dır (bu)…” (Neml Suresi, 88)

Sesin Kaynağını Her Durumda Nasıl Tayin Edebiliyoruz?

Bu soru, 20. yüzyılın ikinci yarısındaki bilimsel çalışmalarla yanıtını buldu. D. W. Batteau, 1967 yılında, kulak kepçesinin ses kaynağının yerini belirlemedeki rolünü gösterdi. Bu rol şöyle açıklandı:

“Kulak, kepçesi üzerindeki anten benzeri alıcı sistemiyle, kendisine ulaşan sesi yön tayini yaparak dış kulak boyunca zara doğru yollamaktaydı.” (Batteau DW 1967 The role of the pinna in human localization.Proc R Soc Lond B Biol Sci. 1967 Aug 15;168(11):158-80)

“Kulak kepçesinde doğuştan veya sonradan şekil bozukluğu olan kişilerde de, bu tezi doğrulayan çalışmalar yapıldı. Bu kişilerin, ses kaynağının yerini tespit etmede problem yaşadıkları saptandı.” (Snow, Jr. James B, “The eEar” In Ballenger JJ, Snow JB Otorhinolaryn-gology Head and Neck Surgery, 15 th edition, syf 879 Williams Wilkins Press 1996)

''Nasıl olsa telafi ederim'' diye düşünüp yanlış bir cesaret göstermemek...


İnsanlar genellikle önemli gördükleri olaylara ve değer verdikleri insanlara karşı çok titiz bir hassasiyet içerisinde olurlar. Bu konularda en küçük bir hata dahi yapmamaya çalışırlar. Herşeyin olabilecek en kusursuz şekilde gelişmesi için ellerinden gelen herşeyi yaparlar. Değer verdikleri bir insanın üzerine titrer; onun saçının tek bir teline dahi zarar gelmemesi için müthiş bir özen gösterirler. Maddi manevi her konuda bu kişileri korur kollar, sürekli olarak onları mutlu etmenin yollarını ararlar.

Elbetteki –Allah sevgisine ve Allah rızasına dayalı- böyle bir sevgi ve sadakat modeli son derece güzel bir nimettir. İşte bu sebeple de böyle bir sevgi anlayışı şeytanın hiç istemeyeceği bir ahlak şeklidir.

Şeytanın, böyle bir sevgi ahlakını almış insanlara etki etmesi oldukça zordur. Bu nedenle dolambaçlı yollardan ve kurnazca yaklaşarak onları aldatmaya çalışır. Amacı bu şekilde ‘derin sevgi’ anlayışına sahip olan insanlar arasındaki sevgiyi zedelemeye çalışmaktır. Allah Kuran'da, şeytanın ‘insanların arasını açıp bozmak için çaba harcayacağını’ şöyle bildirmiştir:

Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır. (İsra Suresi, 53)

İşte bazen insanlar, şeytanın bu tür bir kışkırtmasıyla, çok değer verdikleri ve -Allah rızası için- üzerine titredikleri; müthiş bir titizlikle sevdikleri insanlara karşı dahi yanlış bir tavır gösterebilirler. Elbetteki insan çoğu zaman istemeden de birçok yönde kusur işleyebilir. Ama bunları gerçekten detaylı düşünmemekten, sonucunu gereği gibi hesaplayamamaktan ya da boş bulunmaktan yapar. Şeytanın istediği ise sadece bu tür bir şey değildir. Şeytan, ‘Müslümanların arasını açabilecek şekilde bilinçli bir tavır bozukluğu’nun peşindedir. Kişinin Kuran ahlakından ve Kuran mantığıyla düşünmekten uzaklaşmasını ve bunun sonucunda da samimi sevgiden taviz vermesini ister. Böyle bir tavır bozuklukluğuna sürükleyebilmek için de kişiye, ‘nasıl olsa sonra telafi ederim’ mantığını telkin eder.

Derin sevginin şartlarını iyi bilen bir insan, aslında gerçek sevgide böyle bir mantığa yer olmayacağını da bilir. İnsanın bir kereliğine ya da çok kısa süre için bile olsa, ne fiziksel ne de manevi bir konuda ‘sevdiğine kıyamaması’ gerektiğini bilir. Aksinin, sevdiğini ve ona duyduğu sevgiyi harcamak ve gözden çıkarmak olacağını; ve böyle yanlış bir cesaret anlayışının da mutlaka bir karşılığı olacağını bilir. ‘Nasıl olsa sonra telafi ederim’ düşüncesiyle hareket eden bir kişinin gerçek anlamda ‘sevgiyi yaşadığından’ ve ‘sevmeyi bildiğinden’ bahsetmenin de mümkün olmayacağını bilir. Gerçek sevgide hiçbir sebeple insanın sevdiğine karşı böyle bir mantıkla yaklaşmayacağını bilir. Sevgide onca titizlik ve hassasiyet gösterirken, ‘nasıl olsa telafi ederim’ mantığıyla yapacağı bir tavır bozukluğunun, yaptığı tüm güzellikleri kökten yıkabileceğini bilir.

Ancak bu gerçekleri bilmelerine rağmen, yine de şeytan bazen insanları böyle yanlış bir ahlaka karşı cesaretlendirir. O an için kişinin, nefsinin kışkırtmalarına uymasında bir sakınca olmayacağını; çünkü nasıl olsa -istediği anda o tavrını telafi edebileceğini- telkin eder. Elbetteki insanın -ölene kadar- her zaman için ve her konuda mutlaka bir telafi imkanı vardır. Ama böyle bir imkanı olması, insanın bile bile yanlış tavırlarda bulunması için bir mazeret değildir. İnsan istemeden bir hata yaptığında bunu telafi etmek için elinden geleni yapar ve Allah dilerse gerçekten de telafi edebilir. Ama insanın, istemeden değil de, tam tersine, böyle bir imkanın arkasına sığınarak bile bile yanlış bir tavırda bulunması farklı bir durumdur.

Öncelikle bu Allah'ın rızasına ve dine uygun bir tavır değildir. Allah'ı seven bir insan, Allah'ın beğenmeyeceği bir tavırdan her ne olursa olsun sakınır. Allah'ın hoşnut olmayacağını bildiği bir tavır için, asla ‘nasıl olsa telafi ederim’ diye düşünüp cesaretle bunu uygulayamaz. Allah korkusu onu böyle yanlış bir cesaretten alıkoyar.

İkinci olarak, insan bir an sonrasında yaşayıp yaşamayacağından da emin değildir. Her an ölebileceğini bilen ve ahirete inanan bir insan da, asla ‘ileride telafi ederim’ mantığına güvenip bilerek yanlış bir tavırda bulunamaz. Öldüğü takdirde Allah'a hesabını veremeyeceği, Kuran ahlakına uygun olmadığını bildiği ve sonucunda da sonsuza kadar büyük bir pişmanlık yaşamasına sebep olabilecek bir tavırda bulunmaya cesaret edemez.

Aynı şekilde insanın, yanlış bir tavır gösterdiği kişi de her an ölebilir. İnsanın elinde, bu yönde de kesin olarak bir telafi imkanı olduğuna dair bir güvencesi yoktur. Elbetteki her olayda bir hayır vardır. Eğer o kişi ölse bile, insan Allah'a karşı pişmanlığını yine ifade edebilir. Ancak mümin bir kimse, bu ihtimali de düşünerek, böyle bir tavır bozukluğu göstermekten kaçınır.

Ayrıca bazen de insanın, telafisinin çok kolay olacağını zannettiği bazı durumların telafisi, sanıldığı kadar kolay da olmayabilir. Allah kaderde bir imtihan olarak, kişinin daha çok çaba harcamasını gerektirecek şekilde bir durum da yaratabilir.

Bazen de telafi etmek insanın tahmininden çok daha fazla zaman alabilir. Sadece tek bir güzel söz ya da tek bir güzel tavır, yapılan yanlışlığın tam olarak telafi edilmesi için yeterli olmayabilir. Bir insanın güvenini, sevgisini, saygısını kazanmak, bazen uzun zaman boyunca istikrarla sürdürülen güzel bir ahlak neticesinde gerçekleşebilir. Çünkü gösterilen yanlış cesaretin, tekrar gösterilmeyeceğine dair kesin bir garanti verilmesi gekekir. Kişi, Allah'tan korktuğuna ve Kuran ahlakına uygun olmayan bir tavırdan titizlikle sakındığına dair, ahlakıyla Müslümanlara güven vermelidir. İşte bu da, bazen bir an nefsin bir kışkırtmasına kapılıp yapılan yanlış bir tavrın telafi edilmesi için haftalar ya da aylar geçmesini gerektirebilir. Dolayısıyla Allah'tan korkan bir insanın, birkaç dakikalık nefsani bir istek için, böyle bir nimet kaybını göze almaması gerekir.

Allah Kuran'da, Müslümanlarda güven oluşturacak olan tavrın, ‘sürekli olarak gösterilen güzel ahlak’ olduğunu bildirmiştir. Çünkü bu, samimi imanın alametidir. Allah'tan korkan bir insanın, arada bir güzel ahlak, arada bir de kötü ahlak gösterebilmesi söz konusu değildir. Çünkü bunlardan biri Allah korkusunun, biri de Allah'tan korkmamanın alametidir. Bir insan aynı anda bu iki duyguyu birden yaşayamaz. Eğer bir kimsenin hayatında Allah'tan korkmadığına dair bir bölüm varsa, o zaman imanı da şüpheli hale gelir (Doğrusunu Allah bilir).

Bu nedenle gerçekten samimi olarak iman eden bir insanın, üzerine böyle bir şüpheyi almaması gerekir. Gerçekten Allah'a gönülden iman etmişse, hayatının her anında bu imanının ve samimiyetinin gereğini yaşamalıdır. ‘Nasıl olsa telafi ederim’ diyerek, asla yanlış olan bir tavrı bile bile uygulamamalıdır. Bunun, dünyada da ahirette de insana büyük bir pişmanlık getirebileceğnii unutmamalıdır. Hayatının her saniyesinde ‘Allah'ın en razı olacağı davranışlarda bulunmayı hedeflemeli’dir. Nefsi ne kadar kışkırtırsa kışkırtsın, şeytan ne kadar çekici gösterirse göstersin asla Kuran ahlakından taviz vermemelidir.

Mal ve çocuklar, dünya hayatının çekici-süsüdür; sürekli olan 'salih davranışlar' ise, Rabbinin Katında sevap bakımından daha hayırlıdır, umut etmek bakımından da daha hayırlıdır. (Kehf Suresi, 46)

Allah, hidayet bulanlara hidayeti arttırır. Sürekli olan salih davranışlar, Rabbinin Katında sevap bakımından daha hayırlı, varılacak sonuç bakımından da daha hayırlıdır. (Meryem Suresi, 76)

29 Eylül 2010 Çarşamba

Daha samimi ve daha çok inanarak dua etmek...


Günün Güzel Sözü: Daha samimi ve daha çok inanarak dua etmek...Allah insana, dilediği her konuda Allah'tan yardım isteme ve dua edebilme imkanı vermiştir. Ve Allah, samimi kullarının dualarına kesin olarak karşılık vereceğini vadetmiştir. İnsan için bu, Allah'ın çok büyük bir lütfu ve nimetidir.

Ancak samimiyette çok büyük bir sır gizlidir. Bir insan bir olayın gerçekleşmesini gerçekten samimi olarak çok isteyebilir ve Allah'a bunu çok fazla isteyerek dua edebilir. Ancak duada aranılan samimiyet bu değildir. Buradaki, insanın sadece o istediği şeye odaklandığı ve onu istemede yaşadığı samimiyettir. Duada asıl gereken samimiyet ise, Allah'a karşı duyulan şiddetli samimiyettir. Allah'ı çok sevmek, Allah'a çok güvenmek, Allah'ın sözlerine ve vaadlerine hiç şüphe duymadan inanmak, Allah'ın sonsuz akıllı olduğunu bilmek ve Allah'ın en güzelini yaratacağından kesin emin olmak...

Bir insan Allah'ın sonsuz gücünü, sonsuz aklını, sonsuz sevgisini, sonsuz şefkat ve merhametini, sonsuz lütufkarlığını, sonsuz affediciliğini ve dilediği an dilediği her şeyi hiç sebepsiz yaratabileceğini gereği gibi takdir edebiliyorsa ve tüm bu gerçeklere olan inancında asla şüpheye yer vermiyorsa, işte ancak o zaman bu kimse samimi dua edebilir.

Toplumda Allah'a gereği gibi inanmayan, fakat şüpheyle de olsa (Allah'ı tenzih ederiz), zaman zaman Allah'ın adını anan pek çok insan vardır. Bu kimseler Allah'a gerçekten inanmadıklarını, Allah'a ibadet etmeyerek ve Kuran ahlakını yaşamayarak açıkça ortaya koyarlar. Ancak dünyadaki şartlar dahilinde bir konuda istedikleri sonucu elde edemeyeceklerini gördüklerinde ya da sıkıntı, zorluk, hastalık gibi sorunlarla karşılaştıklarında Allah'ın ismini anmaya başlarlar. Ancak elbetteki aranılan samimiyet burada yoktur. Bu sadece, içerisinde bulunduklarını düşündükleri açmazdan kurtulmak için, insanların geçici ve yüzeysel olarak Allah'a yönelmeleridir.

Allah Kuran'da bu gibi insanların tavrını çeşitli ayetlerle açıklamıştır. Normal şartlarda Allah'ı hiç düşünmeyen, Allah'ı hiç anmayan; Allah'a şükretmeye, Allah'a ibadet etmeye, Allah'tan korkup sakınmaya hiç gerek duymayan (Allah'ı tenzih ederiz) insanlar, zahiren çaresiz olduklarını hissettikleri anlarda, ‘yalnızca Allah'ın adını anıp, yalnızca Allah'tan yardım dilemektedirler’:

De ki: "Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarmaktadır ki, siz (açıktan ve) gizliden gizliye ona yalvararak dua etmektesiniz: -Andolsun, bizi bundan kurtarırsan, gerçekten şükredenlerden oluruz."

De ki: "Ondan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarmaktadır. Sonra siz yine şirk koşmaktasınız."
(Enam Suresi, 63-64)

Size denizde bir sıkıntı (tehlike) dokunduğu zaman, O'nun dışında taptıklarınız kaybolur-gider; fakat karaya (çıkarıp) sizi kurtarınca (yine) sırt çevirirsiniz. İnsan pek nankördür. (İsra Suresi, 67)

Ayetlerde bildirilen insanlar, Allah dualarına karşılık verip üzerlerindeki sıkıntıyı kaldırdığında, hemen imansızlıklarına ya da şirk içerisindeki hayatlarına geri dönerler. Allah'ın yaratmadaki sonsuz gücünü, kullarına olan yakınlığını, sevgisini, şefkatini, koruyup kollamasını çok açık gördükleri halde, yine de samimi olmaz ve gerçek anlamda iman etmezler.

Kimi insanlar da Allah'a iman eder ve gün boyu, Allah'ın bu isimlerinin tecellilerini hayatlarında açıkça görürler. Allah'ın ne kadar büyük lütuf sahibi olduğunu, iman edenlere ne kadar güzel bir hayat sunduğunu, her bir insana ne kadar eşsiz nimet ve rızıklar verdiğini çok açık olarak fark ederler. Ancak yine de dua ederken, bazen bu gerçeklerden gaflete düşer; ‘Allah'ın dualarına kesin olarak icabet edeceğine olan inançlarını’ tam olarak muhafaza edemezler. Olayları Allah'ın sonsuz gücüne göre değil de, dünyadaki şartlara, olayların gelişimine, teknik gerçeklere bakarak değerlendirirler. Kendi akılları doğrultusunda, hayat ve yaşanacak olaylar hakkında kesin teşhislerde bulunur ve kendilerine göre belirli çıkarımlar yaparlar. Örneğin ‘2+2 toplanırsa, kesin olarak 4 eder; ve bu iki rakamdan bunun dışında da bir sonuç çıkması mümkün değildir’ gibi teknik teşhislerde bulunurlar. Ve bu teknik gerçeklere olan inançlarını dualarına da yansıtırlar. Allah'tan bir şey isterken, gerçekte dünya şartlarında bunun mümkün olmayacağına dair neredeyse kesin bir inanç içerisindedirler.

(Allah'ı tenzih ederiz) Bu inançtaki insanlar Allah'a, ‘Ya olursa’ mantığıyla dua etmektedirler. ‘Ben bu olayların nasıl gelişeceğini biliyorum, sonuç kesin şu şekilde olur, ama ben yine de belki aksi olur diye dua edeyim’ gibi bir anlayışla Allah'a yönelmektedirler. Bu düşünceleriyle, aslında kendi teşhislerinin gerçekleşmesi için dua ettiklerinin farkında değillerdir. Çünkü böyle bir insanın asıl inandığı ve desteklediği fikir, kendi teşhisleridir. İstediği şeylerin gerçekleşmesi için gerekense, bunun tam tersidir. Allah'a çok kesin olarak güvenerek ve Allah'ın istediği herşeyi yaratabileceğine çok fazla inanarak dua etmek...

Samimi imanın ve samimi duanın en önemli şartlarından biri, insanın kendine ait, dünya hayatının görünen yüzüne aldanarak yaptığı teşhislerini kafasından atmasıdır.Allah'ın sonsuz aklının yanında, kendisinin çok sınırlı ve yüzeysel bir akla sahip olduğunu bilmesidir. Ve Allah'ın dilediğini yaratmadaki sonsuz gücünün yanında, kendi acizliğini görmesidir. Olayların dıştan görünen yüzüyle, bunların ardında gizlenen gerçeklerin aynı olmadığını ve bunları ancak Allah'ın bilebileceğini kavramasıdır. Teknik gerçeklere bakarak yaptığı teşhislerin çoğu zaman aldatıcı olabileceğini, Allah'ın gücünün tüm bunların üstünde olduğunu anlamasıdır. Bir insan kalbinde Allah'a karşı derin bir sevgi, güven ve teslimiyet yaşıyorsa, Allah'ın bu insan için, her olayı olabilecek en güzel en hayırlı şekilde sonuçlandıracağını unutmamasıdır. Allah'ın, sıkıntı ve ihtiyaç içerisinde olan samimi bir kulunu, mutlaka rahmetiyle kuşatacağından emin olmasıdır.

Allah Kuran'da, dilediği takdirde herşeyin mümkün olabileceğini insanlara çok açık olarak göstermektedir.Allah en zor anlarda; hiçbir çıkış yolunun olmadığına dair çok net deliller oluştuğu olaylarda dahi, hiç beklemedikleri yerlerden kullarına yardımını ulaştırmaktadır. Allah dilediğinde çok az bir topluluğu, çok fazla sayıdaki insanlara galip getirmektedir. Firavun'un askerleriyle denizin suları arasında sıkışıp kalan İsrailoğullarına ve Hz. Musa (a.s.)'a Allah hiç ummadıkları şekilde bir kurtuluş yolu açmaktadır. Yaşı ilerlediği ve hanımı da doğuma elverişli bir yaşta olmadığı halde, Allah peygamberinin soyunu sürdürecek bir çocuk vermektedir. Allah bir balığın karnındaki peygamberine oradan çıkıp kurtulma imkanı yaratmaktadır. Allah, kimsenin göremeyeceği bir kuyunun dibine bırakılan peygamberine oradan kurtulacak bir imkan yaratmaktadır. Kuran'da Allah'ın sonsuz yaratma gücüne ve samimi kullarına olan yardımlarına dair daha pek çok haber verilmiştir. Tüm bu örneklerin bir hikmeti de, insanların Allah'ın sonsuz gücünü, sonsuz rahmetini ve dilediğinde insanlara hiç ummadıkları yerlerden yardımını ulaştırabileceğini kavramalarıdır.

Allah, Kendisine gönülden bir samimiyetle inanan; kayıtsız şartsız, hiçbir şüphe duymadan, tam bir teslimiyetle güvenen bir kimsenin bütün dualarına icabet edeceğini Kuran'da şöyle haber vermiştir:

Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım.Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar. (Bakara Suresi, 186)

Rabbiniz dedi ki: “Bana dua edin, size icabet edeyim.Doğrusu Bana ibadet etmekten büyüklenen (müstekbir)ler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir. (Mümin Suresi, 60)

Ya da sıkıntı ve ihtiyaç içinde olana, kendisine dua ettiği zaman icabet eden, kötülüğü açıp gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı?Allah ile beraber başka bir ilah mı? Ne az öğüt-alıp düşünüyorsunuz. (Neml Suresi, 62)

Andolsun, Nuh bize (dua edip) seslenmişti de, ne güzel icabet etmiştik.(Saffat Suresi, 75)

Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua edin. Şüphesiz O, haddi aşanları sevmez. (A’raf Suresi, 55)

SİNEK


Ey insanlar, size bir örnek verildi şimdi onu dinleyin. Sizin, Allah’ın dışında tapmakta olduklarınız -hepsi bunun için biraraya gelseler dahi- gerçekten bir sinek bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kapacak olsa, bunu da ondan geri alamazlar. İsteyen de güçsüz, istenen de. Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, azizdir.
(Hac Suresi, 73-74)



BİNLERCE MERCEKTEN PANORAMİK BAKIŞ

Sineğin gözlerini oluşturan merceklerin altıgen yapısı, sıradan bir mercekten çok daha geniş bir görüş alanı sağlar. Bu merceklerin sayısı bazı sineklerde 5000’e kadar çıkmaktadır. Ayrıca gözlerin küresel yapısı sineğe arkasını görme imkanı da vermekte, tabi bu düşmanlarından kaçışta büyük avantajlar sağlamaktadır.


SİNEĞİN EMİCİ POMPASI: HORTUM

Sineklerin bir diğer özelliği besinlerini diğer birçok canlı gibi ağızlarında değil dışarıda öğütmeleridir. Sinekler besin maddesi üzerine hortumları vasıtasıyla özel bir sıvı boşaltırlar. Bu sıvı besinleri sineğin emebileceği kıvama getirir. Sinek daha sonra boğazındaki emici pompalarla besini içine doğru çeker.

DEVE


Bakmıyorlar mı o deveye; nasıl yaratıldı?
(Gaşiye Suresi, 17)



Tüm varlıkların sahip oldukları özelliklerle kendilerini Yaratan'ın sonsuz gücünü ve ilmini gösterdiklerine hiçbir kuşku yoktur. Kuran'daki birçok ayette bu gerçek bildirmekte, Allah'ın her yarattığının bir ayet, yani 'bir delil ve ibret' olduğuna sürekli dikkat çekilmektedir.

Gaşiye Suresi'nin 17. ayetinde de üzerinde dikkatle düşünülmesi ve ibret alınması gereken bir hayvandan, "deve"den bahsedilmektedir.

Bu bölümde, Kuran'da "Bakmıyorlar mı o deveye nasıl yaratıldı" ifadesiyle Allah'ın dikkat çektiği bu canlıyı inceleyeceğiz.

Deveyi 'özel bir canlı' yapan, en ağır şartlardan bile etkilenmeyen vücut yapısıdır. Bu öyle bir vücuttur ki açlık ve susuzluğa günlerce dayanır, günler boyu, sırtında yüzlerce kilo ağırlıkla yol katedebilir.


Göreceğiniz özellikleri, devenin, kurak ortamlar için özel bir yaratılışla var edildiğini ve insanın hizmetine verildiğini göstermektedir. Ve bu da düşünen insanlar için açık bir yaratılış delilidir.

"Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde korkup-sakınan bir topluluk için elbette ayetler vardır." (Yunus Suresi, 6)

Açlık Ve Susuzluğa Olağanüstü Dayanma Yeteneği

Deve, 50°C sıcaklıkta 8 gün aç-susuz kalabilir. Bu süre içinde toplam ağırlığının %22'sini kaybeder. İnsan, vücudunda bulunan suyun %12'sini kaybettiğinde ölürken, deve, vücudundaki suyun %40'ını kaybettiği halde ölmez. Devenin susuzluğa dayanıklılığının diğer bir sebebi de, gündüz vücut ısısını 41°C'ye kadar çıkartan bir mekanizmaya sahip olmasıdır. Bu sayede gündüz aşırı çöl sıcağında su kaybını minimum seviyede tutabilmektedir. Soğuk çöl gecelerinde ise vücut ısısını 30°C'ye kadar düşürebilmektedir.


Mükemmel Su Kullanım Ünitesi

Develer, 10 dakikada ağırlıklarının üçte biri oranında su içerler. Bu miktar kimi zaman 130 litreyi bulabilmektedir. Bunun yanısıra deve, insana oranla 100 kat daha geniş alanı kaplayan bir burun mukozasına sahiptir. Hayvan, çok büyük ve kıvrımlı burun mukozası sayesinde, havadaki nemin %66'sını tutabilmektedir.


Besinlerden Ve Sudan Maksimum İstifade

Hayvanların çoğu böbreklerinde biriken üre kana karıştığı anda zehirlenerek ölürler. Oysa deve, vücudunda oluşan üreyi defalarca karaciğerinden geçirerek, sudan ve besinlerden maksimum derecede istifade edebilmektedir.

Devenin kan ve hücre yapısı da, çöl şartlarında uzun süre susuz yaşayabilmesini sağlayabilecek şekildedir.

Hücre duvarları, hücrelerinin fazla su kaybetmesini engelleyecek bir yapıdadır. Kan yapısı ise, devenin vücudunda su minimuma indiğinde bile kan akışında bir ağırlaşmaya olanak vermeyecek biçimdedir. Ayrıca kanında, susuzluğa dayanıklılığı arttıran albümin enzimi, diğer canlılardan daha fazla miktarda bulunmaktadır.

Devenin bir başka destekleyicisi de hörgücüdür. Hörgüçlerde vücut ağırlığının beşte biri kadar yağ depo edilmiştir. Devede yağın tek bir noktada toplanması, vücudun ;yağa bağlı olarak; her yerinde yoğun oranda su atılmasını engeller. Bu da devenin suyu minimum oranda kullanmasına sebep olur.

Bir hörgüçlü deve, normalde günde 30-50 kilo besin alabilirken, zor şartlarda günde sadece 2 kg kuru otla bir ay boyunca yaşayabilmektedir. Devenin ağız ve dudak yapısı, ayakkabı köselesini delecek kadar sivri dikenleri bile rahatlıkla yiyebileceği şekildedir. Dört yüzlü midesi ve sindirim sistemi ise önüne çıkan herşeyi öğütebilecek kadar güçlüdür. Normalde yiyecek sınıfına girmeyen kauçuk gibi maddelerden bile istifade etmesini bilir. Kurak ortamlarda bu özelliğin ne kadar değerli olduğu açıktır.

Hortumlara Ve Fırtınalara Karşı Önlem

Devenin gözleri iki kat kirpiklidir. Kirpikler, kapan gibi içiçe geçerek, gözü şiddetli kum fırtınalarına karşı tam bir korumaya alırlar. Develer ayrıca burun deliklerini de kum girmesini engellemek için kapatabilirler.

Kavurucu Sıcağa Ve Dondurucu Soğuğa Karşı Önlem

Bütün vücudunu kaplayan sık tüyler çölün yakıcı güneşinin hayvanın derisine ulaşmasına engel olurlar. Bunlar aynı zamanda soğukta da hayvanın ısınmasını sağlarlar. Çöl develeri 70°C'lik sıcaklıktan etkilenmezken, çift hörgüçlü develer sıfırın altında 52 derecelik soğuklarda yaşayabilmektedir. Bu tip develer, 4.000 metrelik yüksek yaylalarda bile hayatlarını sürdürebilmektedirler.

Kızgın Kumlar İçin Önlem

Bacaklarına oranla son derece büyük olan ayakları da özel olarak "dizayn" edilmiş, hayvan kuma batmadan yürüyebilsin diye genişletilip yayılmıştır. Ayak tabanlarındaki özel kalın deri ise kızgın çöl kumlarına karşı alınmış bir tedbirdir.

Tüm bu bilgilerin ışığında düşünelim: Deve, kendi vücudunu çöl ortamına göre kendisi mi ayarlamıştır? Burun mukozasını kendisi oluşturup, tepesindeki hörgücü o mu meydana getirmiştir? Ya da hortum ve fırtınalara karşı göz ve burun yapısını kendisi mi tasarlamıştır? Kan ve hücre yapısını, devenin kendisi mi 'su harcamama esası' üzerine düzenlemiştir? Vücudundaki tüylerin dokusunu o mu seçmiştir? O mu kendisini "çöl gemisi"ne dönüştürmüştür?

Deve -canlıların tümünde olduğu gibi- elbette ki bunları yapamaz. "Bakmıyorlar mı o deveye, nasıl yaratıldı?" ayeti, gerçekten de bu olağanüstü hayvanın varoluşunu en iyi biçimde açıklamaktadır. Deve de, başka her şey gibi yaratılmış, özelliklerle bezenmiş ve Yaratıcı'nın yaratmadaki üstünlüğünün bir işareti olarak yeryüzüne yerleştirilmiştir.

Deve, bu tür üstün fiziksel özelliklerle yaratılırken, insana hizmetle görevlendirilmiştir. İnsan ise, tüm varlık aleminin içindeki buna benzer yaratılış mucizelerini görmek ve tüm varlıkların yaratıcısı olan Allah'ı bilip-tanımakla...



Besin deposu hörgüç:
* Bir yağ yığıntısı şeklindeki hörgüç, Hecin devesinin kıtlık anında periyodik olarak beslenmesini sağlar. Hayvan bu sayede 3 hafta su içmeden yaşayabilir. Bu sırada vücut ağırlığının %33'-ünü kaybeder. Aynı koşullar altında insan, vücut ağırlığının %8'ini kaybeder ve 36 saat içinde vücut suyunu tamamen yitirerek ölür.

Isıya karşı yalıtkan kürk:
* Bu kürk, hayvanın vücudunu sıcağa ve soğuğa karşı koruyan, su kaybını azaltan kalın ve keçeleşmiş tüylerden oluşmuştur. Hecin devesi gündüzleri iç sıcaklığını 41 dereceye kadar çıkararak terlemeyi geciktirir. Böylece su kaybını engellemiş olur.
* Kalın kürkü sayesinde, Asya'nın, yazın (+) 50 dereceye varan sıcağına, kışın ise (-) 50 dereceye kadar ulaşan soğuğuna dayanabilir.

Kumdan korunan baş
* Kirpikleri birbiri içine geçebilen bir sisteme sahiptir. Herhangi bir tehlike anında otomatik olarak kapanırlar. İç içe geçen kirpikler hayvanın gözüne en ufak bir toz tanesinin bile girmesine izin vermezler.
* Burun ve kulaklar, kum ve tozdan korunması için uzun kıllarla kaplıdır.
* Uzun boynu yerden 3 metre yükseklikteki yaprakları bile yemesine imkan tanır.

Her türlü araziye uygun ayaklar
* Ayaklar, esnek bir yastıkla birleşmiş iki parmakla donanmıştır. Hayvanın toprağı daha iyi kavramasını sağlayan bu yapı, yağımsı dört toptan oluşmuştur. Her türlü arazi şartına uygundur.
* Tırnaklar ayağı herhangi bir çarpışmadan dolayı oluşacak zararlardan korur.
* Dizler bir boynuz kadar sert ve kalın bir zardan oluşan nasırla kaplıdır. Bu nasırlar hayvan kumlara yattığında onu aşırı sıcak olan zeminden ve yaralanmalardan korur.

Üstün Hafızasıyla Fındıkkıran Kuşu

Şu ana kadar tespit edilmiş, hafızası en güçlü kuş, fındıkkıran kuşudur. Bu kuş, Kuzey Amerika'da büyük kayalık dağların çevresinde ve Büyük Kanyon'da yaşar. Besin maddesi ise çam fıstığıdır. Ancak bu fıstıklar, sadece Eylül ayının birkaç haftasında yenilebilir durumdadırlar. Dolayısıyla, kuşun diğer zamanlar için fıstıkları saklaması gerekmektedir. Bunun için yer belirler. Çam ağaçları ile kuşun fıstıkları saklamak için belirlediği yer arasında kimi zaman 20 km'yi aşan uzaklıklar olabilmektedir. Fındıkkıran kuşu, çamlardan topladığı fıstıkları, saklamak amacıyla belirlediği yerlere gömmeye başlar. Fıstığı tek hamlede sert toprağın içine sokar ve bazen de işaret için üzerine bir taş bırakır. Hareketli geçen 3 hafta boyunca fındıkkıran kuşu sürekli olarak fıstık toplar. Uçtuğu sırada yer şekillerini, uğradığı ağaçları, kaya yamaçlarını mucizevi şekilde hatırlar ve bunları kafasında canlandırdığı haritaya eklediği düşünülmektedir. Fındıkkıran kuşunun, bu kısa ve verimli dönem boyunca Büyük Kanyon'un yüzlerce kilometrelik alanına dağıtarak gömdüğü 100 bin fıstığın yerini ezberlemesi gerekmektedir.

Fındıkkıran kuşu, önündeki aylar boyunca beslenebilmek için ezberlediği haritaya ihtiyaç duyacaktır. Eğer gömdüğü fıstıkların nerede olduğunu hatırlayamazsa hayatta kalamaz. İşaretleri birer fotoğraf şeklinde hatırlaması da zordur, çünkü kar manzarayı değiştirmiştir. Dolayısıyla bıraktığı işaretler de yok olmuştur. Ama bu durum, kuşun kafasını karıştırmaz. Gömdüğü yaklaşık 100 bin fıstığın %90'ını bulur. (
Wikipedia, Clark's Nutcracker)

Bir kuşun, yemesi gereken besinin yılın belli bir döneminde tükeneceğini, bu nedenle hayatta kalması için bunları saklaması gerektiğini bilmesi kuşkusuz imkansızdır. Ona, besin maddesini, kış için belirli yerlere gömmesi gerektiği öğretilmemiştir. 100 bin fıstığı gömdüğü yerleri tek tek aklında tutması gerektiğini bilmesi mümkün değildir. Ancak bu canlı, bunların tümünü mükemmel şekilde yapar. Çünkü yeryüzündeki her varlık gibi o da Allah'ın ilhamıyla hareket eder. Bir yıl boyunca sakladığı binlerce fıstığın yerini hiç zorlanmadan bulabilmesi için ona tüm bunları yapmasını ilham eden, onu yaratıp var eden Allah'ın gözetimine ve yardımına ihtiyacı vardır.

Yarattığı varlıklar üzerinde gözetici olan ve onlara sınırsızca, hesapsızca ve bilinemeyecek yerlerden sürekli olarak rızık veren Allah'ın yaratması gözler önündedir. Küçücük bir kuşta sergilenen bu detay, Allah'ın büyüklüğünü ve Yüceliğini bir kez daha en güzel şekli ile sergilemektedir.

"Kendi rızkını taşıyamayan nice canlı vardır ki onu ve sizi Allah rızıklandırır.O, işitendir, bilendir." (Ankebut Suresi, 60)

28 Eylül 2010 Salı

YENİ FOSİL EVRİM TEORİSİNİ ÇIKMAZA SOKTU



Çad'da bulunan yeni bir kafatası fosili, evrim teorisini savunanları çıkmaza soktu. Darwinist bilim adamları, bu fosilin evrim teorisini kökünden sarstığını itiraf ediyorlar. "Maymundan insana uzanan evrim zinciri" masalı, bir kez daha çökmüş durumda.

Orta Afrika ülkesi Çad'da bulunan yeni bir kafatası fosili, evrim teorisinin insanın kökeni hakkındaki iddialarına yeni bir darbe indirdi. Dünyaca ünlü bilim dergilerinde ve gazetelerde geniş yer verilen bu yeni fosil, Darwinistlerin 150 yıldır ısrarla savundukları "insanın maymun benzeri canlılardan evrimleştiği" iddiasını kökünden sarsmış durumda. Fransız bilim adamı Michel Brunet tarafından keşfedilen fosile Sahelanthropus tchadensis adı verildi.

Ve bu fosil, Darwinizm dünyasını birbirine kattı. Dünyaca ünlü Nature dergisi, fosili duyuran haberinde, "bulunan yeni kafatası, insanın evrimi hakkındaki düşüncelerimizi tamamen batırabilir" itirafında bulundu. (1)

Harvard Üniversitesi'nden Daniel Lieberman, bu yeni bulgunun "küçük bir nükleer bomba kadar etkili olacağı"nı söyledi. (2)

Bunun nedeni, bulunan sözkonusu fosilin 7 milyon yıl yaşında olmasına rağmen, "insanın en eski atası" olduğu iddia edilen ve 5 milyon yıl yaşındaki Australopithecus türü maymunlardan (evrimcilerin bugüne kadar temel aldıkları kıstaklara göre) daha "insansı" bir yapıya sahip olması.

Evrimciler, 1920'li yıllardan bu yana, söz konusu Australopithecus türü maymunların bazı özelliklerinin insana benzediğini iddia ediyor ve bu nedenle bu soyu tükenmiş canlıları sözde "insanın en ilkel atası" olarak gösteriyorlardı. Bu iddianın geçersizliğini gösteren pek çok delil ortaya çıkmış, örneğin Australopithecusların iddia edildiği gibi dik yürümedikleri, aynen diğer maymunlar gibi eğik bir yürüyüşe sahip oldukları 1990'lı yıllardaki bazı araştırmalarla ortaya çıkmıştı. Yeni bulunan Sahelanthropus tchadensis isimli fosil ise, Australopithecuslardan 2 milyon yıl önce yaşamış bir başka maymun türünün, evrimcilerin kıstaslarına göre daha "insansı" olduğunu gösteriyor. Yani tüm "evrim şeması"nı bozuyor.



Konunun aslı ise şu:

Geçmişte yaşamış ve bugün soyu tükenmiş olan pek çok farklı maymun türü vardır. Bunların bazılarının kafatası veya iskelet yapısı kısmen insanlara benzerlik göstermektedir. Ama bu benzerlikler bu canlıların insanlarla bir ilgisi olduğu anlamına gelmez. Evrimciler ise, bu soyu tükenmiş canlılara ait kafataslarını, teorilerinin gerektirdiği gibi art arda dizerek bir tür 'maymundan insana giden merdiven' oluşturma çabasındadırlar. Ancak bu konudaki araştırmalar derinleştikçe, ortada böyle bir merdiven bulunmadığı, sadece farklı dönemlerde farklı maymun türlerinin yaşadığı anlaşılıyor. Bunun sonucunda ise insanın arkasında hiç bir evrim süreci bulunmadan yeryüzünde bir anda ortaya çıktığı, yani yaratıldığı ortaya çıkıyor."

Washington'daki George Washington Ünivesitesi'nden evrimci antropolog Bernard Wood'un yeni bulunan fosil üzerine yaptığı açıklama ise, bu görüşü doğruluyor:

"Üniversiteye başladığım 1963 yılında, insanın evrimi bir merdiven gibi görülüyordu. Bu merdivenin basamakları, maymundan insana doğru ilerleyen ve her aşaması bir öncekinden daha az maymunsu olan bir seri ara formdan meydana geliyordu... Ama şimdi insanın evrimi (karmakarışık) bir çalıya benziyor... Fosillerin birbirleriyle nasıl bir ilişkisi olduğu ve herhangi birisinin gerçekten insanın atası olup olmadığı hala tartışmalı." (3)

Yeni bulunan maymun fosili konusunda Nature dergisinin editörü ve önde gelen bir paleoantropolog olan Henry Gee'nin yaptığı yorumlar da son derece önemli. Gee, The Guardian gazetesinde yayınlanan yazısında, fosil üzerinde yapılan tartışmalara değiniyor ve şöyle yazıyor:

Sonuç ne olursa olsun, bu kafatası, bir kez daha ve kesin olarak göstermiştir ki, eskiden beri kabul edilen (insanla maymun arasındaki) 'kayıp halka' düşüncesi saçmadır.... Şu an çok açık olarak görülmelidir ki, zaten her zaman için son derece sallantılı olan kayıp halka düşüncesi, artık tamamen geçerliliğini yitirmiştir.

Kısacası sık sık gazetelerde veya dergilerde gördüğümüz "maymundan insana uzanan evrim merdiveni" çizimlerinin hiç bir bilimsel değeri yok. Bunlar sadece evrim teorisine körü körüne inanmış olan çevrelerin propagandası. Bu propaganda yürütülürken, bir taraftan da evrim teorisiyle çelişen bilimsel deliller toplumdan gizleniyor. Amerikalı biyolog Jonathan Wells, Amerika'da büyük bir tartışma başlatan "Evrimin İkonları: Bilim mi Efsane mi, Evrim Hakkında Öğrettiğimiz Pek Çok Şey Neden Yanlış" adlı 2000 yılı basımı kitabında bu propaganda mekanizmasını şöyle özetlemekte:

"Toplumun geneli, insanın kökeni hakkındaki derin belirsizliğe dair bilimsel uzmanların yaptıkları açıklamalardan çok nadiren haberdar edilir. Bunun yerine, şu veya bu kimsenin en son teorisi ile besleniriz ve bize bizzat paleoantropologların bunun üzerinde anlaşamadıkları gerçeği aktarılmaz. Ve tipik olarak, teori mağara adamlarının veya "bol makyajlı" insan atalarının hayali resimleri ile süslenir... Görünen odur ki, bilimin hiç bir alanında bu kadar az bir malzeme üzerine bu kadar fazla bir kurgu yapılmamıştır. " (4)

Ancak artık Darwinizm efsanesi çökmek üzere. Bilim geliştikçe, bir 19. yüzyıl hurafesi olan Darwinizm'in yanlışlığı daha da açık şekilde ortaya çıkıyor. Ve bilim dünyası, en önemli gerçeğin farkına varıyor: İçinde yaşadığımız evreni ve içindeki canlı-cansız tüm varlıkları Allah yaratmıştır.

SABAH GAZETESİ KONUYU NEDEN ÇARPITTI?

Çad'da bulunan yeni kafatasının evrim teorisinin şimdiye kadarki tezlerini çürüttüğü, bu buluşu dünyaya duyuran ünlü bilim dergileri tarafından da itiraf edildi.

Örneğin dünyaca ünlü bilim otoritesi olan İngiliz Nature dergisinin konuyla ilgili başlığının hemen altında şöyle yazıyordu:
"YENİ BULUNAN KAFATASI İNSANIN EVRİMİ HAKKINDAKİ MEVCUT FİKİRLERİMİZİ BATIRABİLİR." (New-found skull could sink our current ideas about human evolution.)

National Geographic News ise haberi şu başlıkla duyuruyordu:
"ÇAD'DA BULUNAN FOSİL İNSANIN KÖKENİNİN YENİDEN DÜŞÜNÜLMESİNİ GEREKTİRİYOR". (Skull Fossil From Chad Forces Rethinking of Human Origins)

CNN.com ise bu kafatasının evrim teorisine "kafa tuttuğunu" şöyle ifade ediyordu:
"ESKİ KAFATASI İNSANIN KÖKENİNE MEYDAN OKUYOR." (Ancient skull challenges human origins)

Diğer ünlü bilimsel kaynaklarda veya önde gelen uluslararası medya kuruluşlarında bu konuda verilen haberlerin hemen hepsinde de, bulunan fosilin evrim teorisi adına çok şaşırtıcı ve beklenmedik olduğu vurgulanıyordu. Bu uluslararası kaynakların hiç birinde, bulunan kafatasının evrim teorisini desteklediği, hatta "kanıtladığı" iddia edilmedi.

Ama ne ilginçtir ki, Türkiye'de bir gazete konuyu büyük ölçüde çarpıtarak yayınladı. Sabah gazetesi, 12 Temmuz 2002 tarihli sayısında, Çad'da bulunan kafatasını "DARWIN'İN EVRİM TEORİSİ İSPATLANDI" gibi son derece gerçek dışı ve yanıltıcı bir başlıkla okuyucularına tanıttı.

Sabah gazetesinin bu konudaki çok önemli bir yanılgısı ise, tartışmalı bir kafatası fosilinden yola çıkarak Darwin'in teorisinin ispatlanabileceğini sanmasıdır. Evrim teorisi daha hayatın nasıl başladığını açıklamaktan yoksundur. Sadece bir hücre değil, hücreyi meydana getiren tek bir proteinin dahi tesadüflerle oluşmasının imkansız olduğu bugün bilinmektedir. Dolayısıyla, tek bir fosilden yola çıkarak, üstelik onu da yanlış ve çarpıtarak yorumlayarak, fosil hakkındaki farklı yorumları gündeme getirmeden "evrim teorisi ispatlandı" demek, sadece Sabah gazetesinin evrim teorisine nasıl körü körüne bağlı olduğunu gösterir.

Umarız gerek Sabah gazetesi gerekse Darwinizm lehinde yayın yapmayı alışkanlık haline getirmiş diğer bazı medya kuruluşları bu tavırlarından vazgeçer ve konuyu daha önyargısız şekilde değerlendirmeye başlarlar. Körü körüne Darwinizm propagandası yapmak, hem de bunun için gerçekleri çarpıtmak, hem basın ilkeleriyle hem de en temel dürüstlük kıstaslarıyla bağdaşmamaktadır çünkü.

SUDAKİ KUSURSUZ YARATILIŞ

Güneş Sistemi'ndeki diğer 63 gök cisminden hiç birinde yaşamın temel şartı olan suyun bulunmadığını biliyor muydunuz? Oysa yeryüzünün büyük bölümü sularla kaplıdır. Okyanuslar ve denizler Dünya yüzeyinin toplam dörtte üçünü meydana getirir. Öte yandan karalarda da sayısız göl ve nehir vardır. Yüksek dağların zirvelerini kaplayan kar ise suyun donmuş halidir. Dünya'daki suyun önemli bir bölümü de gökyüzündedir; bulutların her birinde binlerce, bazen milyonlarca ton su bulunur. Bu suların bir kısmı da zaman zaman damlalar halinde yere iner, yani yağmur olur. Şu an solumakta olduğunuz havanın içinde de mutlaka belirli miktarda su buharı vardır.


Yağmurlar, denizler, nehirler, akarsular, okyanuslar, musluğu açtığınızda akan içilebilir su… İnsanlar suyun varlığına o kadar alışıktırlar ki yeryüzünün büyük bölümünün sularla kaplı olmasının önemini belki de hiç düşünmezler. Oysa su uzayda gerçekten de çok nadir rastlanan bir bileşimdir. Bu nedenle bilinen bütün gök cisimlerinin içinde yalnızca Dünya'da suyun bulunuyor olması, üstelik de bu suların içilebilir nitelikte olması son derece önemli bir konudur.




Sıkıp suyu çıkaran (bulut)lardan 'bardaktan boşanırcasına su' indirdik. Bununla taneler ve bitkiler bitirip-çıkaralım diye. Ve birbirine sarmaş-dolaş bahçeleri de.
(Nebe Suresi, 14-16)






Susuz bir hayatın var olabilmesi mümkün değildir. Su, Allah'ın hayatın temeli olması için özel olarak var ettiği, her türlü fiziksel ve kimyasal özelliği ile hayat için yarattığı bir maddedir. Yeryüzündeki milyonlarca çeşit canlı su sayesinde hayatlarını sürdürür, yaşam için gerekli olan dengeler de suyun varlığı sayesinde devamlılığını korur.


Suyun Şaşırtıcı Özellikleri


Suyun özellikle ısıyla ilgili (termal) özellikleri dünya üzerindeki canlı yaşamının sürekliliğinde büyük rol oynar. Bunlardan birkaç tanesini şöyle sıralayabiliriz:


Bilinen tüm sıvılar ısıları düştükçe büzüşür, hacim kaybederler. Hacim azalınca yoğunluk artar ve böylece soğuk olan kısımlar daha ağır hale gelir. Bu yüzden sıvı maddelerin katı halleri, sıvı hallerine göre daha ağırdır. Ama su, bilinen tüm sıvıların aksine, belirli bir ısıya (+ 4°C'ye) düşene kadar büzüşür, daha sonra birdenbire genleşmeye başlar. Donduğunda ise daha da genleşir. Bu nedenle suyun katı hali, sıvı halinden daha hafiftir. Yani buz, aslında "normal" fizik kurallarına göre suyun dibine batması gerekirken, su üstünde yüzer.


Suyun bu özelliği dünya üzerindeki denizler açısından çok önemlidir. Eğer bu özellik olmasa, yani buz suyun üzerinde yüzmese, dünya üzerindeki suyun çok büyük bir bölümü tamamen donacak, göllerde ve denizlerde hiçbir yaşam kalmayacaktı.

Yağmur damlalarının şekli de özel bir tasarım ürünüdür.

Buz eridiğinde ya da su buharlaştığında, etraftan ısı çekilir. Bunun tersi gerçekleştiğinde ise, dışarıya ısı verilir. Bu, "gizli ısı" olarak bilinen kavramdır. Tüm sıvıların gizli ısıları vardır. Ancak suyun gizli ısısı, bilinen tüm sıvıların en yükseği sayılabilir. Ayrıca suyun "termal kapasitesi", yani suyun ısısını bir derece artırmak için gereken ısı miktarı, bilinen diğer sıvıların çok büyük bölümünden daha yüksektir.


Suyun gizli ısısının ve termal kapasitesinin diğer sıvılara göre çok yüksek olması da denizlerin karalara göre daha geç ısınıp daha geç soğumalarını sağlar. Bu nedenle Dünya'da kara üzerindeki ısı farklılıkları en sıcak yer ile en soğuk yer arasında 140°C'ye kadar çıkarken, denizlerin ısı farklılığı en fazla 15-20°C arasında değişir. Aynı durum gece-gündüz arasındaki ısı farkında da yaşanır. Karada gece ile gündüz arasındaki fark kurak ortamlarda 20-30°C'ye kadar çıkarken, denizlerde en fazla birkaç derecelik bir ısı farkı olur. Sırf denizler değil, atmosferdeki su buharı da çok büyük bir denge sağlamaktadır. Gece-gündüz arasındaki ısı farkının, su buharının çok az bulunduğu çöllerde çok fazla, deniz iklimi yaşayan yerlerde ise çok daha az olması, bunun bir sonucudur.


Bundan başka suyun termal iletkenliği, yani ısıyı iletebilme yeteneği de bilinen diğer herhangi bir sıvıdan en az dört kat daha yüksektir. Buzun ve karın termal iletkenlikleri ise düşüktür. Suyun bu özelliği de çok önemli bir işlev görmektedir. Buz, havadaki soğuğu, altındaki su tabakasına çok az iletir. Böylece dışarıdaki hava -50°C'yi bulsa bile, denizin üstündeki buz tabakası 1-2 metreyi geçmez. Foklar, penguenler ve diğer kutup hayvanları, bu sayede denizin üstündeki buzu delip alttaki suya ulaşabilirler.


Suyun bu kendine özgü termal özellikleri sayesinde, kış ile yaz ya da gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkı daima insanların ve diğer canlıların dayanabileceği bir sınırda kalmaktadır. Dünya üzerindeki su miktarı karalara oranla daha az olmuş olsaydı, gece ile gündüz sıcaklıkları arasındaki fark çok artacak, karaların büyük kısmı çöle dönecek ve yaşam imkansızlaşacak ya da en azından çok zorlaşacaktı. Okyanusların varlığını düşünelim. Okyanuslar güneş ışınlarını karadan daha az yansıtır, böylece karalardan daha fazla güneş enerjisi alır, ama bu ısıyı kendi içinde karalara göre daha dengeli biçimde dağıtır. Bu sayede okyanuslar daha sıcak olan ekvator bölgelerini serinleterek aşırı sıcak olmalarını, kutup bölgelerinin soğuk sularını da ısıtarak aşırı soğuk olmalarını ve bunun sonucunda da tamamen donmalarını engeller. Eğer böyle olmasa ne olurdu?


Su "Normal" Davransaydı Ne Olurdu?


Su "normal" davransaydı, tüm diğer sıvılar gibi onun da ısı kaybına paralel olarak yoğunluğu artsaydı, yani buz suyun dibine batsaydı ne olurdu?


Bu durumda okyanuslar, denizler ve göllerde, donma alttan başlayacaktı. Alltan başlayan donma, yüzeyde soğuğu kesecek bir buz tabakası olmadığı için, yukarı doğru devam edecekti. Böylece Dünya'daki göllerin, denizlerin ve okyanusların çok büyük bölümü dev birer buz kütlesi haline gelecekti. Denizlerin yüzeyinde sadece birkaç metrelik bir su tabakası kalacak ve hava sıcaklığı artsa bile, dipteki buz asla çözülmeyecekti. Böyle bir Dünya'nın denizlerinde hiçbir canlı yaşayamazdı. Denizlerin ölü olduğu bir ekolojik sistemde kara canlılarının varlığı da mümkün olamazdı. Kısacası Dünya, eğer su "normal" davransaydı, ölü bir gezegen olacaktı.


Suyun neden "normal" davranmadığı, yani 4°C'ye kadar büzüştükten sonra neden birdenbire genleşmeye başladığı ise, hiç kimsenin cevaplayamadığı bir sorudur.


Burada yalnızca birkaç tane örneği verilmiş olan suyun özellikleri, bu sıvının insan yaşamı için özel olarak yaratılmış olduğunu göstermektedir. Başka hiçbir gezegende böyle bir su kütlesinin olmaması, bunun sadece Dünya üzerinde bulunması elbette ki bir tesadüf değildir. İnsan yaşamı için özel olarak yaratılmış olan Dünya, yine özel olarak yaratılmış olan suyla canlandırılmıştır. Tüm canlılar için büyük bir nimet olarak suyu yaratan Allah'tır. Allah Vakıa Suresi'nde şöyle buyurmaktadır:


Şimdi siz, içmekte olduğunuz suyu gördünüz mü? Onu sizler mi buluttan indiriyorsunuz, yoksa indiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık onu tuzlu kılardık; şükretmeniz gerekmez mi? (Vakıa Suresi, 68-70)

Müslümanın Hayatında Namaz İbadetinin Önemi


İman sahibi bir insan ibadetlerine gösterdiği titizlikle kendini belli eder. Allah (cc)’ın farz kıldığı namaz, oruç, abdest ibadetlerini yaşamı boyunca şevkle sürdürür. Allah (cc) salih Müslümanların ibadet şevkini pek çok ayetiyle haber vermiştir. Bu ayetlerden biri şu şekildedir:

Ve onlar-Rablerinin yüzünü (hoşnutluğunu) isteyerek sabrederler, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infak ederler ve kötülüğü iyilikle savarlar. İşte onlar, bu yurdun (dünyanın güzel) sonucu (ahiret mutluluğu) onlar içindir. (Rad Suresi, 22)

Namaz, müminlere hayatları boyunca sürdürmeleri emredilen, vakitleri belirlenmiş bir ibadettir. İnsan unutmaya ve gaflete düşmeye müsait bir varlıktır. İradesini kullanmayıp kendini günlük olayların akışına kaptırırsa asıl dikkatini vermesi ve aklında tutması gereken konulardan uzaklaşır. Allah (cc)'ın her yönden kendisini sarıp kuşattığını, her an kendisini izlediğini, işittiğini, yaptığı her şeyin hesabını Allah (cc)'a vereceğini, ölümü, cennetin ve cehennemin varlığını, kaderin dışında hiçbir olayın meydana gelmeyeceğini, karşılaştığı her şeyde, her olayda bir hayır olduğunu unutur. Gaflete düşerek, hayatının gerçek amacını aklından çıkarabilir.

Günde beş vakit kılınan namaz ise, bu unutkanlık ve gafleti yok eder, müminin bilincini ve iradesini canlı tutar. Müminin sürekli olarak Allah (cc)'a yönelip dönmesini sağlar ve Rabbimizin emirleri doğrultusunda bir yaşam sürdürmesine yardımcı olur. Namaz kılmak için Allah (cc)’ın huzurunda duran mümin, Rabbimiz ile güçlü bir manevi bağ kurar. Namazın insana Allah (cc)’ı hatırlattığı ve insanı her türlü kötülükten alıkoyduğu bir ayette şöyle bildirilmektedir:

Sana Kitap'tan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Gerçekten namaz, çirkin utanmazlıklar (fahşa)dan ve kötülüklerden alıkoyar. Allah'ı zikretmek ise muhakkak en büyük (ibadet)tür. Allah, yaptıklarınızı bilir. (Ankebut Suresi, 45)

Tarih boyunca peygamberler kavimlerine Allah (cc)'ın farz kıldığı namaz ibadetini tebliğ etmişler, kendileri de hayatları boyunca bu ibadeti en güzel ve en doğru şekilde uygulayarak tüm müminlere örnek olmuşlardır. Bu konuyla ilgili ayetlerden bazıları şu şekildedir:

- Hz. İbrahim için:

Rabbim, beni namazı(mda) sürekli kıl, soyumdan olanları da. Rabbimiz, duamı kabul buyur. (İbrahim Suresi, 40)

- Hz. İsmail için:

Kitap'ta İsmail'i de zikret. Çünkü o, va'dinde doğruydu ve gönderilmiş (Resul) bir peygamberdi. Halkına, namazı ve zekatı emrediyordu ve o, Rabbi katında kendisinden razı olunan (bir insan)dı. (Meryem Suresi, 54-55)

- Hz. Musa için:

Gerçekten Ben, Ben Allah'ım, Ben'den başka ilah yoktur; şu halde Bana ibadet et ve Beni zikretmek için dosdoğru namaz kıl. (Taha Suresi, 14)

Hz. İsa için:

(İsa) Dedi ki: “Şüphesiz ben Allah'ın kuluyum. Bana Kitabı verdi ve beni peygamber kıldı.” Nerede olursam (olayım,) beni kutlu kıldı ve hayat sürdüğüm müddetçe, bana namazı ve zekatı vasiyet (emr) etti. (Meryem Suresi, 30-31)

Mümin kadınlara örnek olarak gösterilen Hz. Meryem'e de namaz kılması emredilmiştir:

Meryem, Rabbine gönülden itaatte bulun, secde et ve rüku edenlerle birlikte rüku et. (Al-i İmran Suresi, 43)

Namaz hangi vakitlerde farz kılınmıştır?

Kuran'da, namazın müminlere vakitleri belirlenmiş bir ibadet olarak farz kılındığı bildirilmektedir. Ayette şöyle buyurulur:

Namazı bitirdiğinizde, Allah'ı ayaktayken, otururken ve yan yatarken zikredin. Artık 'güvenliğe kavuşursanız' namazı dosdoğru kılın. Çünkü namaz, mü'minler üzerinde vakitleri belirlenmiş bir farzdır. (Nisa Suresi, 103)

Namaz vakitleri, “sabah”, “öğle”, “ikindi”, “akşam” ve “yatsı” olmak üzere beş vakitten oluşmaktadır. Namaz vakitleri pek çok Kuran ayetinde açıkça bildirilmiştir. Bu ayetlerden bazıları şu şekildedir:

Şu halde onların söylediklerine karşı sabırlı ol, güneşin doğuşundan ve batışından önce Rabbini hamd ile tesbih et (yücelt). Gecenin bir bölümünde ve gündüzün uçlarında da tesbihte bulun ki hoşnut olabilesin.” (Taha Suresi,130)

Öyleyse akşama girdiğiniz vakit de, sabaha erdiğiniz vakit de Allah'ı tesbih edip (yüceltin). Hamd O'nundur; göklerde ve yerde, günün sonunda ve öğleye erdiğiniz vakit de. (Rum Suresi, 17-18)

Allah (cc)'ın vahiy ve ilhamıyla Kuran'ı en iyi anlayan ve tefsir eden Peygamber Efendimiz de (sav) beş vakit namazın gün içindeki başlangıç ve bitiş zamanlarını müminlere tarif etmiştir. Namaz vakitlerinin bildirildiği en çok bilinen hadis-i şeriflerden biri İbn-i Abbas'ın bildirdiği hadis-i şeriftir:

"Resulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: "Cibril (aleyhisselam) bana, Beytullah'ın yanında, iki kere imamlık yaptı. Bunlardan birincide öğleyi, gölge ayakkabı bağı kadarken kıldı. Sonra, ikindiyi her şey gölgesi kadarken kıldı. Sonra akşamı güneş battığı ve oruçlunun orucunu açtığı zaman kıldı. Sonra yatsıyı, ufuktaki aydınlık (şafak) kaybolunca kıldı. Sonra sabahı şafak sökünce ve oruçluya yemek haram olunca kıldı. İkinci sefer öğleyi, dünkü ikindinin vaktinde her şeyin gölgesi kendisi kadar olunca kıldı. Sonra ikindiyi, herşeyin gölgesi kendisinin iki misli olunca kıldı. Sonra akşamı, önceki vaktinde kıldı. Sonra yatsıyı, gecenin üçte biri gidince kıldı. Sonra sabahı, yeryüzü ağarınca kıldı. Sonra Cibril (aleyhisselam) bana yönelip: 'Ey Muhammed Bunlar senden önceki peygamberlerin (aleyhimüssalatu vesselam) vaktidir. Namaz vakti de bu iki vakit arasında kalan zamandır!' dedi."

Namazı huşu içinde kılmak ise Yüce Rabbimizin huzurunda O'nun heybet ve azametini kalbimizde hissederek, O'na saygı dolu bir korku besleyerek bu ibadeti yerine getirmektir. Namaz ibadetini hakkıyla yerine getirmek isteyen bir mümin, huşuyu engelleyebilecek şeylere karşı önlem almalı, namazda gereken dikkat ve konsantrasyonu sağlamaya azami titizlik göstermelidir.

Namazı dosdoğru kılmak Rabbimizi anmamız, O'nu yüceltmemiz ve bütün eksikliklerden münezzeh tutarak O'nu birlememiz için büyük bir fırsattır. Nitekim ayette Allah Kendisi'ni zikretmek için namaz kılınmasını buyurmaktadır:

Gerçekten Ben, Ben Allah'ım, Ben'den başka ilah yoktur; şu halde Bana ibadet et ve Beni zikretmek için dosdoğru namaz kıl. (Taha Suresi, 14)

27 Eylül 2010 Pazartesi

Baraj Mühendisi Kunduzlar

Nehirlerin kontrol altına alınması çağlar boyunca insanların incelediği önemli konulardan biri olmuştur. Bunun için büyük çaba sarf edilmiş, özel yapım teknikleri geliştirilmiştir. Bilinç sahibi olmayan kunduzların da adeta bir mimar gibi hesaplar yaparak kendilerine kusursuz yuvalar inşa etmeleri, hayvanlar dünyasında rastlanılan en düşündürücü örneklerden biridir.

Baraj inşa etmek gerçekten zor bir iştir. Örneğin Fırat Nehri üzerindeki Atatürk Barajı ' nın yapımı dokuz yıl sürmüş ve bu süre içinde tam 9 bin işçinin aynı anda çalıştığı günler olmuştur. Böylesine ciddi bir organizasyon gerektiren baraj inşaatına hayvanlar aleminde de rastlanıldığını biliyor muydunuz?

Kunduzlar, yuvalarını durgun bir göletin içinde yaparlar. Ancak bu göletin özelliği, kunduzların yaptığı bir barajla suni olarak oluşturulmuş olmasıdır. Kunduzlar, suyun önünü kesmek ve durgun bir gölet oluşturabilmek için ilk olarak kalın dalları dere yatağının içine iterler. Ardından daha ince dalları, daha ağır olanların üzerine yığarlar. Ama karşılarına çıkan bir sorun vardır; akan su bu kitleyi alıp götürebilir. Eğer baraj dere yatağına sağlam bir şekilde kenetlenemezse, su kısa sürede onu tahrip edecektir. Barajın su tarafından dağıtılmaması için yapılacak en akıllıca iş, önce dere yatağına kazıklar çakmak ve barajı bu kazıklar üzerine inşa etmektir. Bu nedenle kunduzlar, barajlarını yaparken ana taşıyıcı olarak büyük kazıklar kullanırlar. Ama bu kazıkları dere yatağına çakmakla uğraşmazlar, kullanacakları parçaları taşlarla ağırlaştırarak su içinde sabitlerler.

Kunduzlar, en son olarak yığdıkları dalları, kil ve ölü yapraklardan yaptıkları özel bir harçla birbirlerine yapıştırırlar. Bu harç su geçirmez ve suyun aşındırıcı gücüne karşı çok dayanıklıdır. Birkaç aylık çalışmanın sonunda setin arkasında bir baraj göleti oluşur. Ancak gölet büyüdükçe barajı da sağlamlaştırmaları ve bir yandan da çatlakları onarmaları gerekir. Bunun için ağaçların aralarını çamurla doldurur ve seti çalılarla takviye ederler.

Kunduzların Barajları İçbükeydir

Bir baraj inşaatında çalışan mühendisler; plan proje yaparlar; mühendislerin yaptığı projenin hayata geçmesi için de inşaat işçileri bedenen çalışırlar. Oysa kunduzlar kendi barajlarının hem işçisi, hem de mühendisidirler. Bu iş için çok uygun bir plan dahilinde çalışırlar.

Kunduzların yaptığı barajların şekli içbükeydir. Yani içe doğru bükülmüş bir yay şeklindedir. Bütün kunduzlar barajlarını içbükey olarak yaparlar. Bunu yaparkenki amaçları da barajın, suyun önünü 45
o' lik bir açıyla kesmesini sağlamaktır. Yani barajı, dalları suyun önüne rastgele atarak değil. Tamamen planlı bir şekilde koyarak inşa ederler. Burada dikkat çekici olan günümüz hidroelektrik santrallerinin tümünün bu açıyla inşa edilmesidir. Kunduzlar, bunun yanı sıra, suyun önünü tamamen kesmek gibi bir hata da yapmazlar. Barajı istedikleri yükseklikte su tutabilecek şekilde inşa eder, fazla suyun akması için özel kanallar bırakırlar. Bu üstün akıl elbette ki kunduzların kendisine ait değildir. Bu canlılar Yüce Allah'ın ilhamıyla hareket etmektedirler. İşin dikkat çekici yanı insanların barajların bu şekilde yapılması gerektiğini, uzun hesaplar, karmaşık denklemler sonunda öğrenmiş olmalarıdır. Kunduzlarsa mühendislik eğitimi almaya gerek duymadan bu zor işleri başarmaktadırlar. Çünkü onları sonsuz ilim sahibi olan Allah bu bilgiyle beraber yaratmıştır.

Anatomik Yapıları Bu İşe Uygundur

Bir kunduz bir sene içinde 200'e yakın ağacı devirebilir. Üstelik bu işlemlerin hepsini de dişleriyle yapar. Zaman içinde dişleri aşınır ve bazen de kırılır. Ancak bu kunduzlar için bir engel oluşturmaz çünkü kesici ön dişleri çok kısa bir sürede tekrar uzar. Ama sadece ön dişleri uzar, eğer bu iş için kullandıkları arka dişleri de uzasaydı ağız yapıları bozulur, dişlerini kullanamaz hale gelirlerdi.

Kunduzların baraj inşaatını yapabilmek için ayrıca iyi birer yüzücü olmaları da gerekmektedir. Nitekim vücutlarının anatomik yapısı da buna çok uygundur. Perdeli ayakları ve bir palete benzeyen kuyrukları, suyu kolayca itmelerini sağlar. Kunduzların suyun içinde rahat hareket etmelerini sağlayan bir başka özellikse gözlerindeki özel tasarımdır. Gözlerinde yarı saydam özellikte ikinci bir göz kapağı vardır. Bu da onları suyun etkisinden korur. Üstelik kulakları ve burun delikleri de suyun içeri girmesini engelleyecek şekilde kapanarak korunur.

Kunduzlardaki Akıllı Davranışın Kaynağı

Kunduzlar baraj inşa etmeyi de, böyle bir yuva yapmayı da doğduklarından andan itibaren bilirler. Elbette ki bu kendiliğinden olmuş bir şey değildir. Daha doğmadan bütün bunlar onlara öğretilmiştir. Bu yüzden işlerini bu kadar iyi yaparlar. (Harun Yahya,
Doğadaki Mühendislik)

Şimdiye kadar yaşamış bütün kunduzlara ve elbette ki diğer hayvanlara da yapmaları gereken şeyleri ilham eden Rabbimiz benzersiz bir akıl ve merhamet sahibidir. Allah herşeye güç yetirendir ve tüm canlıları yaratandır.

"Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimi iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir." (Nur Suresi, 45)

24 Eylül 2010 Cuma

Çiftçilik Yapan Arılar

Schwarzula adı verilen bir arı türü yaklaşık 1 cm. boyundadır. Ağaçlarda yaşar ve güve tırtıllarının boşalttığı küçük oyuklara yuva yapar. Yuvasını bir başka canlıyla ortak kullanır. Her Schwarzula yuvasında yaklaşık 200 yaprak biti yaşar. Cryptostigma adındaki bu bitler, ağaçların özsuyunu emerek yaşarlar. Besinlerden elde ettikleri şekerin kullanmadıkları fazla kısımlarını bir tür salgı halinde vücutlarından atarlar. Arılar bu son derece besleyici özellikteki salgıyı emerek beslenir, fazlasını da depolayabilmek için bala çevirirler. Ayrıca bu şekilde bitlerin kendi atıklarında boğulmalarını engellemiş olurlar.

Araştırmayı yapan Camargo, Arı kendi yuvasında devamlı ve yüklü miktarda karbonhidrat stoklarına sahiptir demektedir. Ayrıca Brezilyalı bilim adamı, Arılar bunun karşılığında bitlere sağlık hizmetleri ve koruma sağlıyorlar diye eklemektedir. (Camargo, J. F. & Pedro, S. R. M. Mutualistic association between a tiny Amazonian stingless bee and a wax-producing scale insect. Biotropica, no.34. vol.3, 2002.)

Arı Neden Yaprak Bitinin Sağlığı İle İlgilenir?

Bitlerde oluşacak en küçük bir salgın hastalığın tüm arı yuvasını tehlikeye sokacağı açıktır. Ancak arılar ortamın hijyenini ayarlamayı başarırlar ve bitlerden son derece sağlıklı bir ortamda malzeme elde edilmiş olur.

Bitin arıya sağladığı malzemeler beslenmenin yanısıra inşaat işçiliğinde de önemli faydalar getirir. Cryptostigma, sırtındaki bir bezden balmumu salgılar. Arılar da bu malzemeyi bitlerin sırtından kazır ve yuvalarının inşaatında kullanırlar.

Schwarzula türü arı normalde kendi balmumunu üretebilmektedir. Ancak bunu ekonomik bir biçimde tüketir ve reçine ya da çamurla birleştirerek kullanır. İngiltere ' deki Sheffield Üniversitesi böcekbilimcilerinden Francis Ratnieks, Balmumu oldukça uygun bir inşaat malzemesi ancak pahalı demektedir. (Nature.com/nsu , Bee farms honey and wax, 28 Ağustos 2002) Schwarzula arısı için ise oda arkadaşı yaprak biti sayesinde böyle bir sorun kalmaz ve arılar çok önemli bir hammaddeyi sağlık hizmeti ve koruma görevi karşılığında hazır halde temin etmiş olurlar. (Harun Yahya, Bal Arısı Mucizesi)

Arıyla bit arasındaki bu ilişki oldukça yoğundur. Bütün arı yuvalarında bitler bulunurken, yuvaların dışında tek bir bite dahi rastlanmaz. İki böcek türü arasındaki ilişki karşılıklı yardımlaşma ilkesine dayanan sosyal özellikte bir ilişkidir. Doğada örneklerine sık rastlanan bu tür ilişkiler simbiyotik ilişkiler olarak adlandırılmaktadır. Bu ilişkileri inceleyen bilim dalına Sosyobiyoloji adı verilir.

İki böcek türü arasında böyle bir ilişkinin varlığı için gerekli tek şart karşılıklı yardımlaşma değildir. Bunun mümkün olabilmesi için, bitin özsuyunu emecek, ondaki besin maddelerinden kendi bedenine aktaracak, fazlasını da arının kullanımına sunacağı birer sindirim ve boşaltım sistemi olması gereklidir. Bu sistemlerin çalışması ise bitin iradesi dışında otomatik olarak devreye girip çıkan sindirim asitleri ve enzimlerine dayanır. Oysa bedenlerindeki bu enzimlerin kimyasal formülü hakkında iki böcek türü de en ufak birşey dahi bilmez.

Nüfus Planlaması

Tüm bunlar üzerinde biraz düşündüğümüzde bir mucizeyle karşı karşıya bulunduğumuzu anlarız.

Bir böcek nüfus planlaması yapabilir mi? Ya da daha verimli bir yaşantı sürmek için yanında işçi çalıştırmayı akledebilir mi?

Öncelikle yuvaya yerleştirilen böceklerin sayısı, alınacak verime ve arıların malzeme ihtiyacına göre ayarlanmış olmalıdır. Hayvancılıkla geçinen bir çiftçi böyle bir ayarlama yapabilir; ahırdaki barınakların sayısı ve yemliklerin durumuna göre yerleştireceği hayvan sayısını hesaplayabilir ancak aynı yeteneği ufacık bir böceğin gösteriyor olması tam anlamıyla bir mucizedir. Bu düşünüldüğünde arının davranışında görülen bilincin kaynağının kendisi olmadığı, bu davranışların arıya ilham edildiği gerçeği ortaya çıkar. Bu bilincin kaynağı olan akıl, arının tüm davranışlarını ona ilham etmektedir. Bu aklın sahibi, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin tümünün Rabbi olan Allah'tır. Tüm canlıların Kendi ilhamıyla hareket ettiklerini Allah Kuran ' da bal arısını örnek vererek şöyle haber verir:

“Rabbin bal arısına vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin. Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü-uçuver. Onların karınlarından türlü renklerde şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır. Şüphesiz düşünen bir topluluk için gerçekten bunda bir ayet vardır.” (Nahl Suresi, 68-69)

Ayrıca bitin salgıladığı fazla maddenin arı için oldukça kritik bir besin maddesi olması da doğadaki muhteşem uyumun göstergelerindendir. Her canlı, mükemmel işleyen sistemin bir halkasıdır ve sahip olduğu özellikler de bu sisteme uygun şekilde yaratılmıştır. Doğadaki canlıların yaşamlarını sürdürebilmeleri, üstelik bunu başarabilecek bir düşünme yeteneğine sahip olmaksızın bunu başarabilmeleri an ve an kontrol edildiklerinin ve her an bir emre itaat ettiklerinin göstergesidir. Allah ayetlerde şöyle buyurmaktadır:

"Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.)" (Hud Suresi, 56)

"Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için." (Talak Suresi, 12)

Zürafanın Güçlü Kalbi

Zürafa beş metreye varan boyuyla karada yaşayan en büyük hayvanlardandır. Hayvanın yaşayabilmesi için kalbinden iki metre yukarıdaki beynine kan göndermesi şarttır. Bunun içinse olağanüstü güçlü bir kalbe ihtiyacı vardır. Nitekim zürafanın kalbi 350 mmHg.'lik bir basınçla kan pompalayacak kadar güçlüdür.

Normalde bir insanı öldürebilecek kadar güçlü olan bu sistem, özel bir haznenin içinde bulunur. Hazne, basıncın bu ölümcül etkisini kaldırabilmek için küçük damarlarla kuşatılmıştır.

Baştan kalbe kadar giden bölümde; yukarı çıkan ve aşağı inen damarların oluşturduğu bir U sistemi bulunur. Ters yönde akan kan damarları toplam basıncı sıfırlar, böylece hayvan ani kanamalara neden olacak iç basınçtan kurtulmuş olur.

Kalpten aşağıda olan kısımda ise, fazla kalın olmadığından bacakların ve ayağın da özel bir korumaya ihtiyacı vardır. Zürafanın bacak ve ayaklarını saran derinin son derece kalın olması onu kan basıncının kötü etkilerinden korur. Ayrıca damarlarının içinde, şiddetli kan akışını durdurarak basıncı kontrol altına alan kapakçıklar da bulunur.

Zürafanın Güçlü Kalbi

Zürafa beş metreye varan boyuyla karada yaşayan en büyük hayvanlardandır. Hayvanın yaşayabilmesi için kalbinden iki metre yukarıdaki beynine kan göndermesi şarttır. Bunun içinse olağanüstü güçlü bir kalbe ihtiyacı vardır. Nitekim zürafanın kalbi 350 mmHg.'lik bir basınçla kan pompalayacak kadar güçlüdür.

Normalde bir insanı öldürebilecek kadar güçlü olan bu sistem, özel bir haznenin içinde bulunur. Hazne, basıncın bu ölümcül etkisini kaldırabilmek için küçük damarlarla kuşatılmıştır.

Baştan kalbe kadar giden bölümde; yukarı çıkan ve aşağı inen damarların oluşturduğu bir U sistemi bulunur. Ters yönde akan kan damarları toplam basıncı sıfırlar, böylece hayvan ani kanamalara neden olacak iç basınçtan kurtulmuş olur.

Kalpten aşağıda olan kısımda ise, fazla kalın olmadığından bacakların ve ayağın da özel bir korumaya ihtiyacı vardır. Zürafanın bacak ve ayaklarını saran derinin son derece kalın olması onu kan basıncının kötü etkilerinden korur. Ayrıca damarlarının içinde, şiddetli kan akışını durdurarak basıncı kontrol altına alan kapakçıklar da bulunur.


Asıl büyük tehlike ise, hayvan su içmek için başını yere kadar indirdiğinde ortaya çıkar. Normalde beyin kanamasına sebep olacak kadar şiddetli olan kan basıncı, bu durumda çok daha artar. Ama bu tehlike karşısında kusursuz bir önlem alınmıştır. Vücutta salgılanan "sefaloraşidien" adlı sıvı devreye girer ve kalp hacmini küçülterek pompalanan kanı azaltır. Öte yandan, hayvanın boynunda, başını aşağı eğdiğinde devreye giren özel kapakçıklar vardır. Bu kapakçıklar kanın akışını büyük ölçüde azaltır ve böylece zürafa güven içinde su içip tekrar başını yukarı kaldırabilir. Zürafanın kat kat olan damarlarının kalınlığı da, yine bu yüksek basınç tehlikesine karşı alınmış bir tedbirdir.


Tüm bu bilgiler apaçık olan bir gerçeği bir kez daha bizlere hatırlatıp göstermektedir: Zürafaları ve evrendeki tüm canlıları, ihtiyaçları olan kusursuz sistem ve mekanizmalarıyla birlikte yaratan Yüce Allah'tır. Evrenin ve canlıların kör tesadüflerin eseri olduğunu öne süren Darwinizm'in ise değil canlılığı, zürafanın tek bir özelliğini dahi bilimsel olarak açıklaması mümkün değildir.

Harika Canlılar:Kelebekler...

İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka ilah yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır, öyleyse O'na kulluk edin. O, her şeyin üstünde bir vekildir.
(Enam Suresi, 102)



Dünyada var olan milyonlarca bitki ve hayvan çeşidi, Yaratan'ın varlığını ve gücünü ispatlayan birer delil olarak karşımıza çıkar.

Burada sadece kısıtlı birkaç örneğini vereceğimiz bu canlıların aslında her biri ayrı ayrı incelenmeye değecek niteliktedir. Hepsinin farklı bir vücut sistemi, değişik savunma taktikleri, apayrı beslenme şekilleri, ilgi çekici üreme metotları vardır. Kuşkusuz tüm canlıları bu özellikleriyle, tek bir kitapta anlatmak mümkün değildir. Böyle bir şey yapabilmek için ciltler dolusu ansiklopedi yazmak gerekir.

Ancak burada vereceğimiz sayılı bir kaç örnek dahi dünya üzerindeki yaşamı tesadüfle açıklamanın mümkün olmadığını kanıtlayacaktır.

Tırtıldan Kelebeğe

Sizin 450-500 kadar yumurtanız olsa ve bunları dışarıda muhafaza etmeniz gerekse ne yapardınız? Onların, rüzgar gibi doğa şartlarının etkisiyle saçılıp dağılmalarını önleyecek bir tedbir almanız kuşkusuz ki en akılcı olandır. İşte dünyanın tek seferde en fazla yumurta yumurtlayan canlılarından biri olan ipek böcekleri (450-500), yumurtalarını muhafaza etmek için çok akılcı bir yönteme başvururlar: Yumurtaları salgıladıkları yapışkan bir maddeyle (iplikle) birbirlerine bağlayarak, etrafa saçılıp, dağılmalarını engellerler.

Yumurtadan çıkan tırtıllar, ilk iş olarak kendilerine uygun bir dal bulur ve daha sonra da aynı iplikle oraya bağlanırlar. Ardından gelişebilmeleri için salgıladıkları bu iplikle kendilerine koza örmeye başlarlar. Hayata gözlerini yeni açmış bir tırtılın bu işlemi yapması, durup dinlenmeksizin 3-4 gün sürer. Bu süre içerisinde tırtıl, binlerce kez dönerek, ortalama 900-1500 m. uzunluğunda bir iplik çıkarır. Bu işlem bitince de hiç dinlenmeden yeni bir işe başlar ve güzel bir kelebek olmak üzere değişim geçirmeye başlar.

Ne anne ipek böceğinin yavrusunu muhafaza edebilmek için aldığı tedbir, ne de herşeyden habersiz, henüz hiçbir eğitime, bilgiye sahip olmayan küçücük bir tırtılın gösterdiği davranışlar evrimle izah edebilecek olaylar değildir. Herşeyden önce annenin, yumurtaları yapıştırmak için kullandığı ipliği üretebilmesi mucizevidir. Yumurtadan yeni çıkan bir tırtılın kendisi için gerekli ortamı tanıyıp ona uygun koza örmesi, ardından değişim geçirmeye başlaması ve bu değişimi problemsiz olarak geçirebilmesi ise insan aklının anlayış sınırlarını zorlamaktadır. Bu durumda her tırtılın dünyaya ne yapması gerektiğini bilir bir şekilde geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz ki bu da, tüm bunların henüz dünyaya gelmeden "öğretilmiş" olduğu anlamına gelecektir.

Bunu bir örnekle açıklayalım. Eğer yeni doğmuş bir bebeğin, doğumundan sadece bir kaç saat sonra ayağa kalktığını, dahası kendisine bir yatak yapmak için malzeme (yorgan, yastık, minder vs.) topladığını ve bunları düzgün bir biçimde birleştirip bir yatak yapıp içine yattığını görürseniz, ne düşünürsünüz? Olayın şaşkınlığını üzerinizden attığınızda, varacağınız en mantıklı sonuç, bu bebeğin böyle bir işlemi yapması için henüz anne karnında olağanüstü bir yolla bir şekilde "eğitilmiş" olduğunu düşünmektir. Tırtılların durumu, bu örnekteki bebeklerden farksızdır.

Bu da bizi yine aynı sonuca ulaştırır: Bu canlılar, kendilerini yaratan Allah'ın belirlediği biçimde doğmakta, davranmakta ve yaşamaktadırlar. Kuran, Allah'ın balarısına vahyettiğini ve ona bal yapmayı (Nahl Suresi, 68-69) emrettiğini haber vermekle, aslında canlılar dünyasındaki büyük sırrın bir örneğini bildirmiş olur. Bu sır, tüm canlıların Allah'ın iradesine boyun eğmiş olarak, O'nun belirlediği kaderi izledikleri gerçeğidir. Arı bu nedenle bal yapar, ipek böceği bu nedenle ipek üretir.

Kanatlardaki Simetri

Kelebeklerin kanatlarına dikkatle baktığımızda kusursuz bir simetrinin hakim olduğunu görürüz. Bu tül görünümlü kanatlar, şekillerle, beneklerle ve renklerle süslenmiş olarak yaratılmış ve sonuçta her biri birer sanat harikası olan görüntüler meydana gelmiştir.

Kelebeklerin kanatlarında, ne kadar karmaşık olursa olsun, her iki taraftaki desenin ve renklerin tıpatıp birbirleriyle aynı olduğunu fark edebilirsiniz. En ufak bir nokta dahi her iki kanatta birden yer alır, dolayısıyla ortaya kusursuz bir düzen ve simetri çıkar.

Aynı zamanda o incecik kanatlardaki bir renk, diğerine hiçbir şekilde karışmaz ve var olan renkler keskin çizgilerle birbirlerinden ayrılır. Oysa bu renkler üst üste dizilen pulcukların bir araya gelmesiyle oluşur. Elinizi dokunduğunuz an dağılıveren bu pulcuklar nasıl oluyor da sıralarını hiç şaşırmadan aynı deseni tutturacak şekilde iki kanatta da dizilebiliyorlar? Tek bir pulun bile yer değiştirmesi kanatlardaki simetrinin bozulmasına ve estetiğin kaybolmasına neden olabilir. Oysa yeryüzündeki hiçbir kelebeğin kanadında bir düzensizlik göremezsiniz. Sanki her biri bir ressamın elinden çıkmış gibi düzgün ve estetik görünümlüdür. Çünkü gerçekten de üstün bir Yaratıcı tarafından var edilmişlerdir.

Tüm kainatın Sahibi olan Allah, "örneksiz yaratan" sıfatını kelebek kanatlarında da bizlere göstermektedir.

Canlılardaki Düşündürücü Özellikler...

Düşünen, akıl ve vicdan sahibi olan her insan için yerde, gökte, denizin derinliklerinde, uçsuz bucaksız evrenin her köşesinde Rabbimiz'in örneksiz yaratışının sayısız delilleri bulunmaktadır. Bu Rabbimiz'in Bedi sıfatının tecellisi olarak bazı canlılara yansır.

Bu benzersiz özelliklere sahip olan canlılardan biri kutup ayılarıdır. Hepimizin bildiği gibi kutup ayıları kar fırtınalarının kimi zaman 120-140 kilometre hıza ulaştığı, yılın 12 ayında karla ve buzlarla kaplı bir bölgede, son derece zor koşullarda yaşarlar. Ancak Rahman olan Allah onları bu zor koşullara dayanıklılık gösterebilecekleri şekilde yaratmıştır. Kutup ayılarının derilerinin altında, 10 santimetre kalınlığında bir yağ tabakası vardır ve bu özellikleri gerekli olan ısı yalıtımını sağlamak için yeterlidir. Bu sayede kutup ayıları buzlu sularda saatte 10-11 km hızla, 2000 km uzağa kadar yüzerek gidebilirler. Peki tamamı karla kaplı bir yerde kutup ayıları besinlerini nasıl bulacaklardır? Kutup ayıları en çok fok balıkları ile beslenirler. Fok balıkları ise buz ve kar tabakalarının altında yaşarlar. Ama bu kutup ayılarının onları bulmasında bir problem oluşturmaz. Çünkü kutup ayılarının koku alma duyuları öylesine keskindir ki, 1.5 m kalınlığındaki kar tabakasının altındaki fok balığının kokusunu bile rahatça algılayabilirler.

Bazı canlılarsa soğuk havalara kış uykusuna yatarak dayanıklılık gösterirler. Peki bu canlılar donmamayı nasıl başarırlar? Bazı kurbağaların kış uykusu sırasında vücutlarında buz kristalleri oluştuğu keşfedilmiştir. Bu kurbağalardan gri ağaç kurbağası ve ilkbahar kurbağası gibi türlerin hepsi, kışları don olaylarının görüldüğü coğrafi bölgelerde yaşarlar. Kış uykusuna yattıklarında bu canlılarda hiçbir hayat belirtisi görülmez. Kalp atışları, nefes alışverişleri ve kan dolaşımları tamamen durur. Buz, kurbağanın derisini, karnını ve kas liflerini tamamen kaplar. Öyle ki aort damarı kesildiğinde dahi kurbağalarda herhangi bir kanama olmaz, kalp ve diğer hayati organlar soluk bir renk alır. Kol ve bacaklar sert, gözler ise pusludur. Buzlar çözüldükten sonra görülen ilk hayat işareti kalbin tekrar atmaya başlamasıdır. Hayvan ilk önce seri halde nefes alıp verir. Ağaç kurbağası ve diğer canlılardaki en önemli özellik bol miktarda glikoz üretebilmeleridir. Glikoz, donmuş kurbağanın vücudunda oldukça önemli bir göreve sahiptir. Örneğin hücrelerden su çekilmesini önler, bu sayede büzülme olayı da engellenmiş olur. Böylece kurbağanın hücreleri bu donma olayından hiçbir zarar görmezler.

Zorlu koşullara dayanıklılıkları ile tanınan bir diğer canlı türü de develerdir. Kuran'da "Bakmıyorlar mı o deveye nasıl yaratıldı." (Gaşiye Suresi, 17) ayetiyle dikkat çekilen develer en ağır şartlardan bile etkilenmeyen vücut yapılarına sahiplerdir. Örneğin "hecin develeri" çöllerde hiç susuzluk çekmeden çok uzun süre kalabilirler. Bunun nedeni, devenin hörgücünde su depolayabilmesi değil, hörgücünde biriktirdiği yağlardır. Bu yağlar susuzluk zamanında parçalanırlar ve bu sayede hidrojen açığa çıkar. Hidrojen, hayvanın soluma sonucu aldığı oksijenle birleşir ve bu sayede devenin yaşayabilmesi için gerekli su vücut içinde oluşur. Yağın suya dönüştürülmesi ancak özel mekanizmalarla laboratuvar şartlarında elde edilebilir. Yağın kendi kendine parçalanarak hidrojen açığa çıkarması ve bunun oksijenle yine kendi kendine birleşerek suya dönüşmesi imkansızdır. Bu işlemlerin hepsinin gerçekleşmesi için özel mekanizmalar gerekmektedir ve deve bu mekanizma ile yaratılmıştır.

Çöllerde hayatta kalmanın en önemli şartı suyu idareli kullanmaktır. Suyu idareli kullanmanın bir yolu da, çoğu vaktini yerin altında geçiren canlılarda olduğu gibi, nefesi iyi kullanmaktır. Yerin altında yaşayan canlıların nefes alıp vermeleri yuvalarında nemli bir ortam oluşturur, böylece vücut yoluyla su kaybını en aza indirmiş olurlar. Afrika'nın çöllerinde yaşayan gerbil (arka bacakları uzun olan, tüylü kuyruklu, ufak bir hayvan) bu nemi çok iyi kullanır. Bunlar uyurlarken yuvalarına kuru tohumlar koyarlar. Bu tohumlar havadaki nemi emer ve gerbiller uyandıklarında bu tohumları yiyerek gündüz nefesleriyle kaybettikleri suyun bir kısmını geri kazanmış olurlar.

Çöllerde yaşayan başka canlılar da dayanılmaz sıcağa ve kuraklığa dayanmalarını sağlayan çok önemli özelliklere sahiplerdir. Örneğin maça ayaklı karakurbağası yılın en kurak dokuz ayı boyunca kendi ürettiği jelatine bürünerek bir çukurun içinde uyur. Başka bir örnek olarak çöl kaplumbağaları, kendi üst kabuklarının altındaki iki kesede yaz için su depolarlar. Salyangozlar ve karidesler ise çöllerdeki nadir yağışlardan sonra su birikintilerinde harekete geçerler ve bu sular kurumadan yumurtalarını bırakırlar. Yumurtalarının ise çok önemli bir özelliği bulunmaktadır; bu yumurtalar güneşin kavurduğu tuzlu topraklarda bir sonraki yağmur gelene kadar çatlamadan, onlarca yıl bekleyebilirler. Eğer bu yumurtaların yağmuru bekleyebilmek gibi bir özellikleri bulunmasaydı, bu canlıların nesli ilk üremede yok olacaktı. Ancak herşeyi kusursuzca vareden Allah, onları benzersiz özelliklerle yaratmış ve onların soylarını korumuştur.

Son derece özel sistemlere sahip canlılardan biri de yunuslardır. Yunuslar birçok özellikleri ile insanlarda hayranlık ve ilgi uyandırırlar. Bu özelliklerinden biri hızlarıdır. Bu hızı nasıl sağladıklarını merak eden bilim adamları çeşitli araştırmalar yapmışlar ve yunus balıklarının bedenlerinin çevresinde kusursuz bir su akışı olduğunu görmüşlerdir. Bu akışın gizi ise ancak yunus balığının derisi üzerinde yapılan araştırmalar sonucunda çözülmüştür. Yunus balığının derisi üç katmandan oluşur. Dıştaki katman ince ve çok esnektir; içteki katman kalındır ve plastik kıllı bir fırça görünümü veren ve yine esnek olan çubuklardan oluşur. Katmanların üçüncüsü olan ortadaki katman ise, süngerimsi bir maddeden yapılmıştır. Böylece, son hızla yüzen yunus balığına değen sudan bir girdap oluşmaya başladığı zaman, dış deri, bu girdabın neden olduğu aşırı basıncı iç katmanlara iletir ve iç katmanlar bu aşırı basıncı söndürürler. Oluşan girdap, böylece büyümeye zaman bulamadan kaybolmuş olur. Bu nedenle girdapların yunus balığının hızını kesici bir etkileri olmaz. Görüldüğü gibi yunusların sadece derilerindeki yapı bile son derece özel bir tasarıma sahiptir.

Baykuşların seslere karşı aşırı hassas kulaklarının bulunması da ayrı bir yaratılış mucizesidir. Baykuşların yüzlerinin iki yanında saç benzeri tüyler vardır ve bunlar ses dalgalarını toplayıp kulağın içine gönderirler. Bu tüyler ayrıca bir kulağı diğer kulaktan korur, böylece sağ taraftan gelen ses büyük ölçüde sağ kulak tarafından duyulur. Bunun yanında kulaklar kafada simetrik olarak yer almazlar. Biri diğerinden daha yüksektedir.

Böylece baykuş sesleri süper-stereo olarak dinler ve ses çıkaran canlıyı görmese dahi onun nerede olduğunu sesin kaynağına göre tam doğru olarak tespit eder. Bu av bulmanın çok zorlaştığı karlı havalarda önemli bir avantajdır.

Doğada karşılaştığımız tüm canlılar, birbirinden son derece farklı ama aynı zamanda tam kendi ihtiyaçlarına uygun sistemlere sahiptirler. Bu konudaki bir diğer örnek şöyledir: Bitkiler için zehirli tohumlarının olması etkili bir korunma yöntemidir ama bazı kuşlar bu tehlikeden nasıl korunacaklarını çok iyi bilirler. Macaw'lar (Amerika'ya özgü bir çeşit papağan türü) zehirli tohumları alma konusunda uzmandırlar. Dev bir kancayı andıran gagaları ile çok sert kabukları bile kırabilen bu kuşlar zehirli tohumları yedikten sonra hemen kayalıklara doğru uçarlar ve orada bulunan killi kaya parçalarını kemirip yutarlar. Bu killi kaya parçaları tohumların içindeki zehiri emer ve böylece kuşlar yiyeceklerinin besin maddesi taşıyan kısımlarını zarar görmeden sindirebilirler.

Küçücük vücutlarında bir teknolojiyi barındıran ateş böcekleri de üstün ve güçlü bir Yaratıcı olan Rabbimiz'in yaratış delillerinden biridir. Normal bir ampul elektrik enerjisinin ancak % 3-4'ünü, bir floresan ampülü ise, ampüle giren elektrik enerjisinin % 10'unu ışığa dönüştürebilir, enerjinin kalan kısmı ise ısıya dönüşür. Bu üretimdeki bir kayıptır. İdeal olan % 100'lük bir verimdir. Ateşböcekleri ise, mühendislerin ulaşmaya çalıştıkları ama başaramadıkları % 100 verimle ışık üretimi işlemini küçücük bedenlerinde gerçekleştirirler. Ateşböceğinin karın bölgesinde bir ışık organı vardır. Bu ışık organında birbirine çok yakın bölümlerde, ışık vermede rol alan iki temel kimyasal madde üretilir. Lusiferin ve lusiferaz olarak adlandırılan bu iki maddenin birbiriyle karışması ışıldamanın olabilmesi için yeterli değildir. Bu maddelere oksijen ilave edilmesi gerekir. Bu nedenle ateşböceklerinde, solunum sistemi ışık verme organında geniş bir yer kaplar. Son derece karmaşık bir seri işlem sonucunda ateşböcekleri tam 3 saat boyunca ışık verebilirler.

Burada sayılanlar Allah'ın sayısız yaratış delillerinden sadece birkaçıdır. Görüldüğü gibi her canlı bulunduğu ortama en uygun, yaşamını ve soyunu devam ettirebileceği, rızkını bulabileceği en üstün özelliklerle donatılmıştır. Sonsuz merhametin ve şefkatin sahibi olan Rabbimiz, hiçbir canlıya rahmetini ve nimetini esirgememiştir. Canlıların sahip oldukları bu özellikler inananlar içinse birer ayettirler:


Şüphesiz, müminler için göklerde ve yerde ayetler vardır. Sizin yaratılışınızda ve türetip yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır.
(Casiye Suresi, 3-4)