31 Aralık 2010 Cuma

Derin Deniz Canlıları

Deniz yüzeyinden tabanına doğru inildikçe koşullar farklılık gösterir. Bununla birlikte her derinlikte, ortamın koşullarına uygun yapı ve sistemlere sahip canlılar yaşamlarını sürdürürler...
Sahilde yürürken veya denizde yüzerken yosunlar ve çeşitli deniz bitkileri gözünüze çarpmıştır. Bunlar ve bazı mikroskobik planktonlar fotosentez yoluyla besin üretirler. Böylece denizlerdeki besin zincirinin ilk basamağını oluşturlar. Ancak en derin noktası 11.000 metre, ortalama derinliği ise 5.000 metre olan okyanuslarda, 100 metrenin altına güneş ışığı ulaşmaz. Dolayısıyla buralarda fotosentez imkanı yoktur. Yüksek bir basınç, 2-4°C gibi düşük bir sıcaklık ve sürekli karanlık vardır. Kıt besin kaynakları, üst tabakalardan yağan atıklar ve organik maddelerden oluşur. Kısacası söz konusu olan, insanların alışkın olduğundan tamamen farklı bir ortamdır. Tüm bu zor koşullara rağmen, okyanusların derinliklerinde çeşitli balıklar, birbirlerinden çok farklı omurgasız hayvanlar ve mikroorganizmalar yaşarlar.

Okyanuslarda derinliğe bağlı olarak sıcaklık, basınç, besin maddelerinin yoğunluğu ve ışık oranı değişir. Deniz yüzeyinden tabanına doğru inildikçe koşullar farklılık gösterir. Bununla birlikte her derinlikte, ortamın koşullarına uygun yapı ve sistemlere sahip canlılar yaşamlarını sürdürürler: Okyanusların derinliklerine özgü balıklar, midyeler, deniz laleleri, süngerler, kabuklular, karidesler, yengeçler, yumuşakçalar, ahtapotlar, mürekkep balıkları, derisi dikenliler, solucanlar, deniz yıldızları, deniz kestaneleri, denizanaları, ıstakozlar, tek hücreliler, isimlerine ancak ileri seviyedeki biyoloji kitaplarında rastlanabilir canlılar, ancak doğa belgesellerinde görülebilir hayvanlar...

Amerikalı tanınmış deniz ekolojistleri Frederick Grassle ve Nancy Maciolek'in ifadesiyle, denizlerin altında 10 milyon tür olabilir. (J.F. Grassle, N.J. Maciolek, "Deep-Sea Species Richness: Regional and Local Diversity Estimates From Quantitative Bottom Samples", American Naturalist, vol. 139, 1992, s. 313-341.) Burada özellikle dikkat çeken bir nokta şudur: Daha önce yaşamın olmadığı sanılan bir ortamda, okyanusların birkaç bin metre tabanında şaşırtıcı bir tür zenginliğinin var olduğunun ortaya çıkarılmasıdır. Rutgers Üniversitesi Deniz ve Kıyı Araştırmaları Enstitüsü Direktörü Frederick Grassle araştırmalarına dayanarak şu değerlendirmeyi yapar:

"Topladığımız örnekler gösterdi ki okyanus tabanı, gerçekte, mevcut tür sayısı açısından tropikal yağmur ormanlarıyla yarışabilir. Okyanus dibi fiziksel olarak bir çölü andırabilir, fakat tür çeşitliliği açısından daha çok tropikal bir yağmur ormanı gibidir." (Marcia Collie, Julie Russo, "Deep-Sea Biodiversity and the Impacts of Ocean Dumping", 2000, http://ğ.oar.noaa.gov/spotlite/archive/spot_oceandumping.html.)

Bir araştırmada, 2.100 metre derinlikteki okyanus tabanından alınan her 30x30 santimetrelik numunede 55-135 farklı tür bulunmuştur. (J.F. Grassle, N.J. Maciolek, "Deep-Sea Species Richness: Regional and Local Diversity Estimates From Quantitative Bottom Samples", American Naturalist, vol. 139, 1992, s. 313-341.) Güney Avustralya açıklarındaki bir diğerinde ise, 10 metre karelik deniz zemininde 800'den fazla türün varlığı belirlenmiştir. (G.C.B. Poore, G.D.F. Wilson, "Marine Species Richness", Nature, vol. 361, 1993, s. 579.)

Şu da var ki, henüz okyanusların çok büyük bölümü hiçbir bilimsel araştırmaya konu olmamıştır. Tuscia Üniversitesi'nden Francesco Canganella ve Japonya Deniz Bilimi ve Teknolojisi Merkezi'nden Chiaki Kato'nun belirttiği gibi, "Araştırmacıların çabalarına ve bilimsel metotlardaki gelişmelere rağmen, okyanusların sadece küçük bir bölümü kolaylıkla erişilebilir durumdadır ve bundan dolayı deniz dünyasının büyük bölümü henüz bilinmemektedir." (Francesco Canganella, Chiaki Kato, "Deep Ocean Ecosystems", Encyclopedia of Life Sciences, 2001, ğ.els.net.) Dolayısıyla her yeni araştırma bilinmeyen türlerin varlığını gün ışığına çıkarmaktadır.

21. yüzyılın başında keşfedilen bir biyolojik olgu şöyledir: Okyanus dibindeki çamur tabakasında bulunan bazı bakteri ve arkebakteriler metan tüketmektedir. Böylece bizim için hayati öneme sahip bir faaliyet göstermektedir. Bu mikroorganizmaların her yıl yaklaşık 300 milyon ton kadar metan tükettikleri sanılmaktadır. Uzmanlara göre; "Bu miktar, insanların tarım, çöp gömme, ya da fosil yakıt kullanma yollarıyla atmosfere saldıkları metan miktarına eşittir." (Raşit Gürdilek, "Dünyayı Kurtaran Mikroplar", Bilim ve Teknik, Eylül 2001, s. 10.) Dolayısıyla 20 Temmuz 2001 tarihli Science dergisinde belirtildiği gibi, "Bir zamanlar varlığı olanaksız sanılan bu metan yiyen mikropların, şimdi gezegenin karbon dolaşımı açısından çok önemli olduğu görülmektedir." (Carl Zimmer, "Inconceivable Bugs Eat Methane on the Ocean Floor", Science, vol. 293, 20 Temmuz 2001, s. 418-419.)

Burada dikkat çekici olan diğer bir olgu da söz konusu bakteriler arasındaki kusursuz iş birliği ve düzendir. Ancak içinde bulunduğumuz yüzyılın teknolojisiyle anlaşılabilen iş birliği şöyle özetlenebilir: Bakteriler sayesinde (onlardan bazı yapısal farklılıklar taşıyan) arkebakteriler oksijensiz ortamda metanla beslenebilirler; arkebakteriler ise bakterilerin ihtiyacı olan karbonu sağlarlar.

Okyanusların binlerce metre derinliklerinde, oksijenin dahi bulunmadığı çamur katmanında yaşayan bu gözle görülmeyen canlılar durmaksızın insanlar için çalışırlar. Bu tek hücreli canlıların yok olmaları durumunda neler olacağını düşünmek, bunların bizim için önemini açıkça gösterir: Bu mikroorganizmalar ortadan kalktıkları takdirde, açık denizlerin dibinde bulunan büyük miktardaki metan gazı atmosfere karışır, sera etkisi nedeniyle küresel ısınma baş gösterir, dünyanın her yerindeki iklim dengeleri bozulur ve dünya yaşayamayacağımız kadar sıcak bir gezegene dönüşür.

2001 yılında anlaşılmıştır ki, okyanusların altındaki yer kabuğunun içinde bazı bakteri türleri yaşamaktadır. (David Whitehouse, "The Microbes That Rule the World", BBC News Online, 28 Eylül 2001, http://news.bbc.co.uk/hi/english/sci/tech/newsid_1569000/1569264.stm.) Bu mikroorganizmaların doğal yaşam alanı, deniz yüzeyinin binlerce metre altındaki okyanus tabanının 300 metre derinliğe kadar olan bölümüdür. Yaşam alanlarının yanı sıra, söz konusu canlıların faaliyetleri de insanı hayrete düşürmektedir. Bu bakterilerin besin kaynakları kayalardır; kayaları yiyerek beslenirken tüm canlılar açısından çok önemli bir işi daha gerçekleştirirler: Okyanuslarda, elementlerin ve kimyasal maddelerin dolaşımına önemli katkıda bulunurlar. (Researchers Find Glass-Eating Microbes at the Rock Bottom of the Food Chain", Scripps Institution of Oceanography, 2001, http://scrippsnews.ucsd.edu/releases2001/staudigel_rockeaters.html; Editors' Choice: Highlights of the recent literature, Science, Vol. 293, Number 5539, 28 Eylül 2001.) Yeryüzündeki yaşam için çok önemli olan bu işlemi yapanlar, tüm laboratuvarlar ve bilim adamları biraraya gelseler bile yapamayacakları bu işi gerçekleştirenler, tek hücreli organizmalardır.

Okyanus dibindeki diğer bir ekosistem ise sıcak su kaynaklarıdır. (Francesco Canganella, "Hydrothermal Vent Communities", Encyclopedia of Life Sciences, 2000, ğ.els.net.) Bu kaynaklar, dünyanın kabuğundaki yarıklardan, içinde çeşitli minerallerin bulunduğu sıcak suyun çıktığı yerlerdir. 20. yüzyılın sonlarında keşfedilen bu kaynakların çevresinde şimdiye kadar 300'den fazla tür saptanmıştır. ("Sea Connections", Smithsonian Center for Education and Museum Studies, 2001, http://educate.si.edu/lessons/currkits/ocean/connect/essay.html.) Bazıları parlak kırmızı renk tüylere sahip birkaç metre uzunluğunda büyük boru solucanları, dev istiridyeler, midyeler, ahtapotlar ve farklı görünümlerdeki omurgasızların bir arada yaşadığı ortam, araştırmacıların oldukça ilgisini çekmiştir. Bu canlıların besinlerini nasıl sağladığı sorusuna cevap aranırken daha da hayret verici gerçekler ortaya çıkmıştır.

Sıcak su kaynağının çevresindeki ekosistemde bulunan boru solucanı, bildiğimiz solucanlardan çok farklı bir türdür; ağzı ve sindirim sistemi yoktur. Dokularının içinde yaşayan bakteriler sayesinde besin ihtiyacını karşılar. Boru solucanının her 28 gramlık dokusu 285 milyar bakteri içerir. ("Sea Connections", Smithsonian Center for Education and Museum Studies, 2001, http://educate.si.edu/lessons/currkits/ocean/connect/essay.html.) Bu bakteriler kemosentez yapar; yani sıcak su kaynağından çıkan kimyasal maddeleri besine dönüştürür. Boru solucanı da bu besini değerlendirerek yaşar. Okyanusun derinliklerinde, bakteriler besin zincirinin ilk halkasıdır; bazı omurgasızlar bu mikroorganizmalar sayesinde, ahtapot gibi hayvanlar ise bu omurgasızlar sayesinde soylarını devam ettirirler. Yakın bir zamana kadar canlılığın var olmadığının sanıldığı bu ortamdaki türlerin zenginliği ve uyumu hayranlık vericidir.

Okyanusların tabanında, kimyasal açıdan zengin ancak soğuk olan su sızıntılarının yakınlarında da çeşitli canlıların var olduğu tespit edilmiştir. Her yeni araştırma ve gelişme, okyanus tabanının zenginliği hakkında ne kadar az şey bildiğimizin bir göstergesi olmaktadır.

Şimdi şu gerçeği göz önünde bulundurun: Derin deniz araştırmalarında kullanılan denizaltılar ancak son 70 yıl içinde geliştirilmiştir. Binlerce metre derine inen bir keşif denizaltısı özel olarak tasarlanmıştır. Bu tasarım, çeşitli bilim dallarından uzmanlar tarafından yapılmıştır. En derin okyanusların diplerinde milyonlarca senedir yaşayan her canlı türü de, bulunduğu ortama en uygun yapıda yaratılmıştır. Dahası bu canlıların hücrelerindeki mekanizmalar, keşif denizaltılarındaki sistemlerden kat kat komplekstir. Böylesine karmaşık yapıların ise, evrimin iddia ettiği gibi, tesadüfen oluşması kesinlikle mümkün değildir.

Kuş Akciğerinin Özgün Yapısı


Sürüngen-kuş evrimi senaryosunu imkansız kılan bir başka neden, kuş akciğerinin evrimle açıklanamayan özgün yapısıdır.

Kara canlılarının akciğerleri "çift yönlü" bir yapıya sahiptir: Nefes alma sırasında, hava akciğerdeki dallanmış kanallar boyunca ilerler ve küçük hava keseciklerinde son bulur. Oksijen-karbondioksit alış verişi burada gerçekleştirilir. Ancak daha sonra, kullanılmış olan bu hava, tam ters yönde hareket eder ve geldiği yolu izleyerek akciğerden çıkar, ana bronş yoluyla da dışarı atılır.

Kuşlarda ise, hava akciğer kanalı boyunca "tek yönlü" hareket eder. Akciğerlerin giriş ve çıkış kanalları birbirlerinden farklıdır ve bu kanallar boyunca uzanan özel hava kesecikleri sayesinde hava daimi olarak akciğer içinde tek yönlü olarak akar. Bu sayede kuş, havadaki oksijeni kesintisiz olarak alabilir. Böylece kuşun yüksek enerji ihtiyacı karşılanmış olur. "Avien akciğer" olarak bilinen bu özel solunum sistemi, Michael Denton tarafından A Theory in Crisis adlı kitabında şöyle anlatılmaktadır:

Kuşlarda ana bronş, akciğer dokusunu oluşturan tüplere ayrılır. "Parabronş" olarak adlandırılan bu tüpler sonunda tekrar birleşerek, havanın akciğerler boyunca tek bir yönde devamlı akımı sağlayacak sistemi meydana getirirler... Kuşlardaki akciğerlerin yapısı ve genel solunum sisteminin çalışması tümüyle kendine özgüdür. Kuşlardaki bu "avien" sistemi başka hiçbir omurgalı akciğerinde bulunmaz. Bu sistem bütün kuş türlerinde aynıdır. (Michael Denton, A Theory in Crisis, Adler & Adler, 1986, s. 210-211.)

Önemli olan, çift yönlü hava akışına sahip olan sürüngen akciğerinin, tek yönlü hava akışına sahip olan kuş akciğerine evrimleşmesinin imkansız oluşudur. Çünkü bu iki akciğer yapısının arasında kalacak bir "geçiş" modeli mümkün değildir. Bir canlı yaşamak için daimi nefes almak zorundadır ve akciğer yapısını baştan aşağı değiştirecek bir tasarım değişikliği mutlak ölümle sonuçlanacaktır. Kaldı ki bu değişiklik evrime göre milyonlarca yıl boyunca kademe kademe gerçekleşmelidir, oysa akciğeri çalışmayan bir canlı birkaç dakikadan fazla yaşayamaz.

Michael Denton, kuş akciğerinin kökenine evrimci bir açıklama getirmenin imkansızlığını şöyle belirtir:

Böyle tamamen değişik bir solunum sisteminin, azar azar küçük değişiklerle standart omurgalı dizaynından evrimleşmiş olduğu iddiası, düşünülmeden ortaya atılmış bir tezdir. Solunum faaliyetinin bu evrim süresince hiç aksamadan korunması, organizmanın hayatını sürdürmesi için gereklidir. En küçük bir eksik fonksiyon ölümle sonuçlanacaktır. Kuş akciğeri de, içinde dallanmış olan parabronşlar ve bu parabronşlar hava sağlanmasını garanti eden hava kesesi sistemi ile birlikte en üst düzeyde gelişmiş olana kadar ve beraberce, iç içe geçmiş mükemmel bir şekilde işlevini yapana kadar, bir solunum organı olarak görev yapamaz. (Michael Denton, A Theory in Crisis, Adler & Adler, 1986, s. 211-212.)

Kısacası, kara tipi akciğerden hava tipi akciğere geçiş, ara geçiş safhasında bulunan bir akciğerin hiçbir işlevselliğinin olmaması nedeniyle mümkün değildir.

Bu konuda belirtilmesi gereken bir ikinci nokta, sürüngenlerin diyaframlı, kuşların ise diyaframsız bir solunum sistemine sahip olmalarıdır. Bu farklı yapı da, yine iki akciğer tipi arasında gerçekleşecek bir evrimi imkansız kılar.

Solunumsal fizyoloji alanında otorite sayılan John Ruben, bu konuda şu yorumu yapar:

Theropod bir dinozorun kuşlara evrimleşmesi, diyaframında ciddi bir dezavantaj oluşmasını gerektirecektir, ama bu durum canlının nefes alma yeteneğini çok kritik bir biçimde sınırlayacaktır... Buna neden olabilecek bir mutasyonun selektif bir avantaj sağlaması imkansız gözükmektedir. (Ruben, J. A., T. D. Jones, N. R. Geist and W. J. Hillenius, "Lung Structure And Ventilation in Theropod Dinosaurs and Early Birds", Science 278:1267.)

Kuş akciğerinin evrime meydan okuyan bir diğer özelliği, hiçbir zaman havasız kalmayan ve kaldığında "çökme" tehlikesiyle karşılaşan ilginç yapısıdır. Michael Denton, bu konuyu da şöyle açıklar:

Bu denli farklı bir solunum sisteminin, standart omurgalı dizaynından nasıl evrimleşmiş olabileceğini düşünmek neredeyse imkansızdır. Özellikle de solunum sisteminin çalışır halde korunmasının bir organizmanın yaşamı için ne kadar zorunlu olduğu düşünüldüğünde. Dahası, avien akciğerinin kendine özgü form ve fonksiyonu, daha birçok özelleşmiş adaptasyonu gerektirecektir... Çünkü öncelikle, avien akciğeri vücut duvarlarına sıkıca tutturulmuştur ve hacim olarak genişlemesi mümkün değildir. Öte yandan, akciğerdeki hava tüplerinin çok dar yarıçapları ve bunların içindeki herhangi bir sıvının yüksek yüzey gerilimi nedeniyle, avien akciğeri, diğer omurgalıların aksine, kendi içinde çökmüş bir durumdan alınıp yeniden havayla doldurulamaz... (Bu yüzden) Kuşlarda, akciğerin içindeki hava kesecikleri, diğer omurgalıların aksine, hiçbir zaman boşaltılmaz. Aksine ciğerler ilk gelişmeye başladıkları andan itibaren daima ya sıvıyla (embriyo aşamasında) ya da havayla doludurlar. (Michael J. Denton,. Nature's Destiny, Free Press, New York, 1998, s. 361.)

Yani, kuşların akciğer kanalları o kadar dardır ki, bu akciğerin içindeki hava kesecikleri diğer kara canlılarının ciğerleri gibi havayla dolup boşalamaz. Eğer kuş akciğeri bir kez tam olarak boşalsa, kuş bir daha ciğerlerine hava çekemeyecek ya da en azından bunu yapmakta çok büyük bir zorluk çekecektir. Bu yüzden akciğerin etrafına yerleştirilmiş olan hava kesecikleri sürekli bir hava akışı sağlar ve ciğerleri havasız kalıp sönmekten korur.

Elbette ki, sürüngenlerin ve diğer omurgalıların akciğerlerinden tamamen farklı olan ve olağanüstü derecede hassas dengelere dayanan bu sistem, evrimin iddia ettiği gibi bilinçsiz mutasyonlarla, kademe kademe gelişmiş olamaz. Denton, kuş akciğerinin bu yapısının Darwinizm'i geçersiz kıldığını şöyle ifade etmektedir: Kuş akciğeri, bizleri, Darwin'in "eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır" şeklindeki meydan okuyuşuna cevap vermeye götürmektedir. (Michael J. Denton, Nature's Destiny, Free Press, New York, 1998, s. 361-62.)

28 Aralık 2010 Salı

MUCİZE KARIŞIM: ANNE SÜTÜ

Biz insana anne ve babasını (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik. Annesi onu, zorluk üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması, iki yıl içindedir. "Hem Bana, hem anne ve babana şükret, dönüş yalnız Banadır." (Lokman Suresi, 14)

Anne sütü, bebeğin besin ihtiyaçlarını eksiksiz olarak gidermek ve bebeği olası enfeksiyonlara karşı korumak üzere Allah'ın yaratmış olduğu benzersiz bir karışımdır. Anne sütündeki besin maddelerinin dengesi en ideal ölçülerdedir ve bebeğin henüz olgunlaşmamış vücut sistemleri için en uygun formdadır. İçeriğindeki besin değerlerinin bebek için ideal ölçülerde olması nedeniyle "mucize karışım" olarak adlandırılabilecek anne sütü, bebeğin beyin hücrelerinin büyümesini sağlayan ve sinir sistemi gelişimini hızlandıran besinler açısından da oldukça zengindir.98 Günümüzün en son teknolojisi ile hazırlanan bebek mamaları dahi bu mucizevi besinin yerini tutamamaktadır.

Araştırmalar sonucunda, anne sütünün bebeğe olan faydalarına her geçen gün yenileri eklenmektedir. Örneğin anne sütü ile emzirilen bebeklerin özellikle solunum ve sindirim yolu enfeksiyonlarından korundukları ortaya çıkmıştır. Çünkü anne sütündeki antikorlar enfeksiyona karşı doğrudan koruma sağlarlar. Anne sütünün diğer anti-enfeksiyon özellikleri ise "normal flora" denilen "iyi" bakteriler için dostça bir ortam sağlarken, zararlı bakteriler, virüsler ya da parazitlerin barınmasına da engel teşkil etmesidir. Ayrıca anne sütünde, bulaşıcı hastalıklara karşı bağışıklık sistemini düzenleyen ve iyi çalışmasını sağlayan faktörler de tespit edilmiştir.99

Anne sütü, bebeğin en kolay sindirebileceği besindir. Çok zengin gıda içeriği olmasına karşın, bebeklerin hassas sistemlerine uygun olarak sindirimi kolaydır. Böylece bebek, besinlerin sindirilmesine daha az enerji kullandığı için, enerjisini diğer vücut faaliyetlerine, büyümeye ve organlarının gelişimine harcamış olur.

Erken doğum yapan annelerin sütünde mucizevi bir şekilde, bebeğin ihtiyacına yönelik olarak daha fazla yağ, protein, sodyum, klorür ve demir bulunur. Nitekim kendi annelerinin sütüyle beslenen erken doğan (prematüre) bebeklerde, göz işlevlerinin daha iyi gelişmesi, zeka testlerinde daha başarılı olma gibi pek çok üstünlük tespit edilmiştir.

Anne sütünün yeni doğan bebeklerin gelişimi için önemlerinden biri, omega-3 yağ asitlerini içermesidir. Omega-3 yağ asitleri insan beyni ve retinasının önemli bir bileşeni olmalarından ötürü, özellikle yeni doğan bebekler açısından önemi büyüktür. Omega-3 özellikle hamilelik dönemi boyunca ve bebeklik döneminin başlarında, beyin ve sinirlerin uygun şekilde gelişimi için de çok önemlidir. Anne sütü de doğal ve mükemmel bir Omega-3 deposu olduğundan, bilim adamları anne sütünün önemini özellikle vurgulamaktadırlar.100

Ayrıca Bristol Üniversitesi bilim adamlarının yaptıkları araştırmalarda, anne sütüyle beslenmenin uzun vadedeki faydaları arasında, tansiyon üzerinde olumlu etkisinin bulunduğu ve bu sayede kalp krizi risklerinin azald?ğı ortaya konmuştur. Araştırmayı yapan ekip, anne sütünün koruyuculuğunun içeriğinden kaynaklandığını belirtmektedir. Circulation adli tıp dergisinde yayımlanan araştırma sonuçlarına göre, anne sütü ile beslenen bebeklerin kalp hastalıklarına yakalanma riski daha azdır. Anne sütünde damar sertliğini önleyen yağ asitlerinin bulunması, anne sütü ile beslenen bebeklerin daha az sodyum tükettikleri ve aşırı kilo almadıkları için, anne sütünün kalp sağlıkları üzerinde olumlu etkiye sahip olduğu gerçeğini ortaya konmuştur.101

Bunların yanı sıra ABD'deki Cincinnati Üniversitesi'ne bağlı çocuk hastanesinde görevli Lisa Martin başkanlığındaki ekip, anne sütünde bulunanyüksek miktarda "adiponektin" isimli protein hormonu bulduin, vücudun yağ metabolizmasında etkili olduğunu açıkladılar.102 Kanda yüksek miktarda adiponektin bulunması kalp krizi riskinin azalması ile bağlantılı kabul edilir. Obez ve kalp krizi daha yüksek olan kişilerde ise kandaki adiponektin miktarı düşüktür. Bu nedenle anne sütüyle beslenen bebeklerin, ilerde fazla kilolu olma riskinin bu proteine hormona bağlı olarak azaldığı tespit edildi. Bunun yanı sıra anne sütündeki leptin denilen ve yağ metabolizmasında çok önemli bir rolü olan bir diğer hormonun da olduğu tespit edildi. protein de vücutta yağın düzenlenmesine ayrıca yardımcı olmaktadır. Bilim adamlarınca leptin vücutta yağ olduğuna dair beyne gönderilen bir sinyaldir. Dolayısıyla Dr. Martin'in açıklamalarına göre, bebekken anne sütü ile al?ınan bu proteinlerhormonlar, ileri yaşlarda obezite, 2. tip şeker hastalığı, ensülin direnci ve koroner damar rahatsızlığı gibi hastalı?kların riskini azaltmaktadır. 103
"En Taze Besin" İle İgili Gerçekler

Anne sütü ile ilgili gerçekler bu kadarla da sınırlı değildir. Anne sütünün bebeğe sağladığı katkı, bebeğin geçirdiği evrelere göre değişmekte ve bebeğin hangi döneminde hangi besine ihtiyacı varsa sütün içeriği de bu döneme göre farklılık göstermektedir. İdeal sıcaklığı ile her an hazır olan anne sütü, içinde bulunan şeker ve yağ ile beyin gelişiminde de önemli bir rol oynar. Bunun yanı sıra içeriğindeki kalsiyum gibi elementler, bebeğin kemik gelişiminde büyük bir pay sahibidir.

Bu mucizevi karışım süt olarak adlandırılmasına rağmen, aslında anne sütünün %90'ı sudan oluşmaktadır. Bu da son derece önemli bir özelliktir. Çünkü bebeklerin besinin yanı sıra sıvı olarak suya da ihtiyaçları vardır. Anne sütü haricinde alınacak su ya da diğer yabancı maddelerin tam anlamda hijyeni sağlanamayabilir. Ancak %90'ı su olan anne sütü ile bebeğin su ihtiyacı da en hijyenik şekilde karşılanmaktadır.


Anne Sütü ve Zeka

Yapılan bilimsel araştırmalar anne sütü içen bebeklerin zeka gelişiminin içmeyen bebeklere oranla daha fazla olduğunu göstermektedir. Kentucky Üniversitesi uzmanlarından Jame Anderson'ın, anne sütüyle beslenen bebekler ile biberonla beslenenler arasında karşılaştırma yapan araştırması sonucunda, "anne sütüyle beslenen bebeklerin IQ'larının, biberonla beslenen bebeklere oranla 5 puan daha fazla olduğu" saptanmıştır. Bu araştırma sonucunda, bebeğin zekasının anne sütüyle gelişiminin 6 aya kadar olabileceği, 8 haftadan az anne sütü emen bebeklerde ise anne sütünün zeka üzerinde yarar sağlamadığı da belirlenmiştir.104


Anne Sütü Kansere İlaç mı?

Yapılan çalışmalar sonucunda, hakkında yüzlerce makale yayınlanan anne sütünün son olarak da bebekleri kanserden koruduğu ispatlanmış, fakat bunun mekanizması henüz tam olarak anlaşılamamıştır. Araştırmacılar, laboratuvarda yetiştirilen kanser hücrelerinin anne sütü tarafından öldürüldüğünün ispatlanması ile büyük bir potansiyel ortaya çıktığını belirtmişlerdir. İsveç'te Lund Üniversitesi'nde doktor ve immünolog olarak çalışan Catharina Svanborg, anne sütündeki bu mucizevi sırları keşfeden ekipte bulunmuştur. Lund Üniversitesi'ndeki bu ekip normal anne sütünün kanserin her çeşidi için bir koruma sağlamasını mucizevi bir keşif olarak değerlendirmişlerdir. (“Breakthrough in Cancer Research,” http://www.mediconvalley.com/news/Article.asp?NewsID=635)

Başlangıçta, yeni doğmuş bebeklerden almış oldukları bağırsak-mukoza hücrelerini anne sütü ile işleyen araştırmacılar, neticede Pnemococcus bakterisi tarafından meydana getirilen ve pneumonia (zatürree) olarak adlandırılan hastalığı, anne sütünün çok iyi bir şekilde durdurduğunu gördüler. Ayrıca anne sütü ile beslenen bebekler, biberonla beslenenlere göre çok daha az duyma güçlüğü ile karşılaşmakta ve solunum sistemi enfeksiyonlarına da çok daha az yakalanmaktaydılar. Birbirini takip eden çalışmalar sonrasında, anne sütünün kansere karşı da bir koruma sağladığını gördüler. (Çocuklukta görülen lenf kanseri riskinin biberon ile beslenen çocuklarda dokuz kat daha fazla olduğunu gösterdikten sonra, aynı sonuçların diğer kanser türleri için de geçerli olduğunu fark ettiler). Çıkan sonuca göre anne sütü kanserli hücrelerin yerini tam olarak belirliyor ve daha sonra da onları öldürüyor. Kanserli hücreleri tespit ederek öldüren ise anne sütünde bol miktarda bulunan alpha-lac (alphalactalbumin) olarak adlandırılan maddedir. Alpha-lac süt içindeki laktoz şekerinin üretilmesine yardım eden bir protein tarafından meydana getirilmektedir.


Bu Eşşiz Nimet Yüce Allah'ın Bir Lütfudur…

Anne sütü ile ilgili başka mucizevi bir özellikse, bebeğin anne sütü ile 2 yıl boyunca beslenmesinin son derece faydalı olduğudur.105 Bilimin yeni keşfettiği bu önemli bilgiyi Allah bizlere Kuran'da "Emzirmeyi tamamlamak isteyenler için anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler…" (Bakara Suresi, 233) ayetiyle 14 asır önce bildirmiştir.

Korunmaya, beslenmeye muhtaç olarak doğan bebek için, annenin kendisi en ideal gıda olan anne sütünü, vücudunda üretmeye karar vermediği gibi, değişen besin değerlerini de, kuşkusuz annenin kendisi belirlememektedir. Her canlının ihtiyacını bilen ve onları rızıklandıran Yüce Allah, anne sütünü annenin bedeninde, bebek için yaratmaktadır.

IŞIK VE KARANLIKLAR


Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı (nuru) kılan Allah'adır... (Enam Suresi, 1)

Bilindiği gibi etrafta ışık kaynağı olmadığında, bir insanın çevresindekileri çıplak gözle görmesi mümkün değildir. Ancak bizim görebildiğimiz ışık, ışık yayan enerjinin çok küçük bir bölümüdür. İnsanın göremediği, fakat ışık yayan başka enerji çeşitleri de mevcuttur: Kızıl ötesi, ultraviyole, X ışınları ve radyo dalgaları gibi. Ve insan ışığın bu dalga boyları karşısında kör konumundadır.

Kuran'da "karanlık" kelimesinin her defasında "karanlıklar" olarak ifade edilmesi de bu bakımdan dikkat çekicidir. Arapçada "zulumat" olarak ifade edilen "karanlıklar" kelimesi, Kuran'da 23 ayette çoğul biçimde kullanılmıştır. Tekil olarak ise hiç kullanılmamıştır. Kuran'da karanlık kelimesinin bu kullanımı bizim görebildiğimiz ışık aralığının dışında da, farklı ışık çeşitleri olabileceğine dikkat çekmektedir.

Buradaki çoğul ifadenin sebebini bilim adamları yakın tarihlerde keşfetmişlerdir. Dalga boyları, elektromanyetik ışınım olarak bilinen enerjinin farklı şekilleridir. Elektromanyetik ışınımın tüm farklı şekilleri, uzayda enerji dalgaları şeklinde hareket ederler. Bu, bir gölün üzerine atılan taşların oluşturduğu dalgalara benzetilebilir. Ve nasıl, bir göldeki dalgaların farklı boyları olabiliyorsa, elektromanyetik ışınımın da farklı dalga boyları olur.

Evrendeki yıldızların ve diğer ışık kaynaklarının hepsi aynı türde ışın yaymazlar. Bu farklı ışınlar, dalga boyuna göre sınıflandırılır. Farklı dalga boylarının oluşturduğu yelpaze ise çok geniştir. En küçük dalga boyuna sahip olan gama ışınları ile, en büyük dalga boyuna sahip olan radyo dalgaları arasında 1025'lik (milyar kere milyar kere milyarlık) bir fark vardır. Güneş'in yaydığı ışınların tamamına yakını, bu 1025'lik yelpazenin tek bir birimine sıkıştırılmıştır.

Bu sayının büyüklüğünü daha iyi kavramak için şöyle bir karşılaştırma yapmak yerinde olur. Eğer 1025 sayısını saymak istersek, gece gündüz hiç durmadan saymamız ve bu işi Dünya'nın yaşından 100 milyon kez daha uzun bir zaman boyunca sürdürmemiz gerekirdi. Evrendeki farklı dalga boyları, işte bu kadar geniş bir yelpaze içine dağılmıştır. Güneş'ten yayılan farklı dalga boyları ise, %70'i 0.3 mikronla 1.50 mikron arasındaki daracık bir sınırın içindedir. Bu aralıkta üç tür ışık vardır: Görülebilir ışık, yakın kızılötesi ışınlar ve yakın morötesi ışınlar. "Görülebilir ışık" olarak adlandırılan bu ışınlar, elektromanyetik yelpazenin 1025'te 1'inden bile daha az bir aralıkta olmalarına rağmen, güneş ışınlarının toplam %41'ini oluşturur.

Görüldüğü gibi gözlerimizin görebildiği elektromanyetik dalgalar, ışık tayfının çok küçük bir bölümünü meydana getirir. Diğer kısımlar ise insan için geniş karanlıkları ifade eder ve bu sınırın dışındaki dalga boyları insanın kör olduğu alanlarıdır

26 Aralık 2010 Pazar

Larva Döneminden Uçuş Teknolojisine... Yusufçuk Böceği

Bugün bilim adamları Allah’ın yarattığı mükemmel canlıları ve bu canlıların sistemlerini örnek alarak birçok teknolojik ürün tasarlamaktadırlar. Rabbimiz’in kendisine bahşettiği üstün özellikleriyle yusufçuk da günümüz teknolojisi için önemli bir ilham kaynağıdır.

Peki yusufçuklar hangi özellikleriyle, helikopter teknolojisine ilham kaynağı olmuştur?

Bu canlıların sağlam olduğu kadar esnek bir zırha sahip olmasının önemi nedir?

Kompleks bir uçuş sistemine sahip olan yusufçukların metamorfozu (başkalaşım) esnasında neler yaşanır?

İnsanlar uçabilmenin yollarını bulmak için yıllarca araştırma yapmış, çeşitli dönemlerde farklı denemelerde bulunmuşlardır. İlk uçağın yapılmasından bugüne ise yaklaşık yüzyıl geçmiştir. Bu arada binlerce değişik modelde uçak geliştirilmiş ve on binlerce bilim adamı daha iyi uçabilen makineler yapmak için çalışmışlardır. Sonuçta da ortaya bugün kullanılan mükemmel uçuş makineleri çıkmıştır.

Uçmak büyük bir avantajdır. Ancak bu avantaj, ne kadar kontrol altına alınırsa, o kadar etkili olur. Gerektiğinde havada asılı durmak veya istenilen noktaya dikine iniş yapabilmek, en az uçabilmek kadar önemlidir. İşte bu yüzden insanlar manevra yeteneği yüksek bir uçuş makinesi geliştirmişlerdir: Helikopter...

Ancak günümüz helikopterlerinin uçuş teknolojisi, çok küçük ve canlı bir "makinenin" uçuş teknolojisi ile karşılaştırıldığında oldukça ilkel kalmaktadır. Bu canlı uçuş makinesi; yusufçuk böceğidir.

Helikopterin İlham Kaynağı: Yusufçuk

Yusufçukların uçuş sistemi bir tasarım harikasıdır. Dünyanın önde gelen helikopter üreticisi Sikorsky, helikopter tasarımlarından birini yusufçuğu örnek alarak gerçekleştirmiştir. ( “Exploring The Evolution of Vertical Flight – at The Speed of Light”, Discover, Ekim 1984, s44-45) Bu projede Sikorsky’e yardım eden IBM firması, yusufçuğun resmini bir bilgisayara (IBM 3081) yükleyerek çalışmaya başlamıştır. Bilgisayarda, yusufçuğun havadaki manevraları da göz önüne alınarak 2000 adet özel çizim gerçekleştirilmiştir. Çalışma sonunda yusufçuktan alınan örneklerle Skorsky’nin asker ve mühimmat taşımak için ürettiği model ortaya çıkmıştır.

Yusufçuğun Muhteşem Kanatları

Yusufçuğun vücudundaki sistemin en önemli kısmını kanatları oluşturur. Böceklerin iskeletleri “kitin” adlı bir dizi eklemli sert tabakadan meydana gelmektedir. Bu tabakalar dış iskelet yapısını oluşturacak kadar sağlam nitelikte yaratılmıştır. Aynı zamanda uçma kaslarının etkisiyle esneyebilme özelliğine de sahiptir. Kanatlar ise hem öne-arkaya hem de yukarı-aşağı hareket edebilirler. Kanatların bu hareketi, kendilerini gövdeye bağlayan kompleks bir eklem yapısı sayesinde gerçekleşir. Yusufçuğun sırtında, biri önde diğeri arkada olmak üzere iki çift kanat vardır. Kanatlar karşıt zamanlı olarak çalışır. Diğer bir ifadeyle, öndeki iki kanat yükselirken, arkadaki iki kanat alçalır. Kanatların hareketi iki karşıt kas grubunun hareketi ile sağlanır. Kasların bir ucu gövdenin içinde kaldıraç şeklindeki uzantılara bağlıdır. Bir kas grubu kasılarak bir çift kanadın yükselmesini sağlarken, öteki kas grubu da aynı oranda esneyerek ikinci çiftin alçalmasını sağlar. Helikopterler de aynı yöntemle alçalıp yükselir. Bu nedenle yusufçukların diğer bir adı da “helikopter böceği”dir.

Kompleks Bir Uçuş Sistemi...

Doğa fotoğrafçısı Gillian Martin, yusufçukları incelemek amacıyla 2 yıl süren bir çalışma yürütmüştür. ( “ Helikopter Böceği”, Star. 16 Ağustos 1984, s.32-33) Bu çalışma sonunda elde edilen bilgiler, bu canlıların son derece kompleks bir uçuş sistemine sahip olduklarını göstermektedir.

Manevra Yeteneğini Artıran Gövde... Yusufçuğun vücudu, metalle kaplanmış izlenimi veren halkalı bir yapıya sahiptir. Buz mavisinden bordoya kadar çeşitli renklerdeki gövdenin üzerinde çaprazlama yerleşmiş iki çift kanat bulunur. Bu yapı sayesinde, yusufçuk çok iyi bir manevra yeteneğine sahiptir. Uçuşu hangi hızda ve hangi yönde olursa olsun, aniden durup ters yönde uçmaya başlayabilir. Veya havada sabit durup avına saldırmak için uygun bir pozisyon bekleyebilir. Bu durumda iken olduğu yerde kıvrak bir dönüş yaparak avına yönelebilir. Çok kısa bir zaman içinde, böcekler için olağanüstü bir hıza; saatte 40 km’ye ulaşır (Olimpiyatlarda 100 m koşan atletlerin hızı saatte 39 km kadardır).

Sağlam ve Esnek Zırh... Yusufçuk, saatte 40 km hızla avına çarpar. Çarpmanın şoku çok şiddetlidir. Fakat yusufçuğun zırhı hem çok sağlam hem de çok esnektir. Zırhın bu esnek yapısı çarpmadan doğan enerjiyi emerek böceği rahatlatır. Ama aynı şeyi avı için söylemek mümkün değildir. Yusufçuğun avı, çarpmanın neden olduğu şok ile ya tamamen sersemler ya da ölür.

Çevik Arka Bacaklar... Çarpışma sonrasında, yusufçuğun en etkili silahları olan arka bacakları devreye girer. Uçuş sırasında arkaya doğru kıvrık olan bacaklar, hızla öne açılarak sersemlemiş olan avı havada yakalar.

Yüce Rabbimiz sonsuz aklını, bilgisini, kudretini yusufçuk böceğinde tecelli ettirmiş, onu teknolojik gelişmeler için bir ilham kaynağı kılmıştır. Canlıların sahip oldukları tüm özellikler inanlar için birer mucizedir. Rabbimiz bir Kuran ayetinde şöyle buyurur:

“ Şüphesiz, müminler için göklerde ve yerde ayetler vardır. Sizin yaratılışınızda ve türetip yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır." (Casiye Suresi, 3-4)

Dünyanın En İyi Böcek Gözü... Çok yüksek hızlarda uçarken ani manevralar yapabilen yusufçuğun görme yeteneği de kusursuzdur. Yusufçuk gözü, dünyanın en iyi böcek gözü olarak kabul edilir. Her birinde 30.000 kadar ayrı mercek bulunan bir çift göze sahiptir. İki yarım küreye benzeyen ve başının yarısı kadar yer kaplayan gözler, böceğe çok geniş bir görüş sahası sağlar. Yusufçuk, gözleri sayesinde neredeyse arkasında olup bitenleri bile gözleyebilir. ( David Attenborough, Yaşadığımız Dünya, İstanbul: İnkılap Kitapevi, 1982, s.52)

Uzun yıllar yapılan bilimsel araştırmalar sonucu doğadaki milyonlarca canlı hakkında ortaya çıkan bilgiler, canlılardaki sistemlerin çok üstün özellikler içerdiğini göstermektedir. Bunlardan biri olan yusufçuğun özellikleri, Allah’ın yaratışının mükemmelliğini gösteren yaratılış delillerinden biridir.

Görüldüğü gibi yusufçuk, her biri tek tek mükemmel yapıya sahip bir sistemler bütünüdür. Bu sistemlerin hepsi en ideal şekilde yaratılmıştır ve yusufçuk bu sayede yaşamını kolayca sürdürür.

Larva Halindeki Yusufçuklar Nasıl Metamorfoz Geçiriyor?

Yumurtadan çıkan larva 3-4 yılını suyun içinde geçirir. Bu süre içinde yakalayabildiği herşeyi yiyerek iştahla beslenir. Bunun için, bir balığı yakalayabilecek hızda yüzmesini sağlayan bir vücut ve avını parçalayabilecek güçte çenelerle yaratılmıştır. Larva büyüdükçe vücudunu saran deri ona dar gelir. Kendine dar gelen bu kıyafetini değiştirir. Metamorfoz denilen bu değişim esnasında ise şunlar yaşanır:

1. İlk olarak eski larvanın sırtı çatlar. Çatlak baştan sona doğru genişleyerek bir yarık halini alır. Bu yarığın içinden, sudaki canlı ile hiçbir ilgisi olmayan bir başka canlı çıkmak için çabalamaktadır. Son derece narin görünen bedenini, eski bedenin içinden çıkan ve onu emniyet kemeri gibi saran bağlar tutmaktadır. Bu bağlar ideal bir sağlamlık ve esneklikte yaratılmıştır. Eğer bağlar daha sert ve sağlam olsaydı, böceğin yarığın içinden doğrulması imkansız olacaktı. Aksi durumda ise bağlar yeni vücudu taşıyamayarak kopacaktı. Bu da henüz gelişmemiş olan larvanın suya düşüp ölmesine neden olacaktı.

2. Öte yandan yusufçuğun kabuk değiştirme işlemini kolaylaştıracak özel mekanizmalar devreye girer. Yusufçuğun yeni vücudu, eskisinin içinde iken sıkışıp büzülmüştür. Bu vücudu “açabilmek” için, özel bir pompa sistemi ve bu pompada kullanılan özel bir vücut sıvısı yaratılmıştır. Yarıktan dışarı çıkan kısımlara vücut sıvısı pompalanarak, böceğin sıkışıp büzüşmüş haldeki kısımları genişletilir.

3. Bu arada işlemeye başlayan kimyasal çözücüler, yeni bacaklara hiçbir zarar vermeden, eski bacaklarla olan bağı koparır. Bacaklardan bir teki eski zırhın içine sıkışırsa bu bir felaket olacaktır, fakat işlem kusursuzca gerçekleşir. Yusufçuk, bacaklarını denemeden önce yirmi dakika kadar kurumalarını bekler.

4. Kanatlar önceden gelişmiştir, fakat katlı bir durumdadır. Güçlü vücut kasılmaları ile kanat damarlarına vücut sıvısı pompalanarak buradaki dokuların iyice gerginleşmesi sağlanır. Yusufçuk kanatlar uzayıp gerildikten sonra kanatların kurumaları için de bir süre bekler.

5. Eski vücut tamamen terk edildikten ve kuruma işlemi de tamamlandıktan sonra yusufçuk bütün ayakları ve kanatlarını bir denemeye tabi tutar. Bacaklar tek tek bükülüp açılır, kanatlar ise kaldırılıp indirilir.

6. Nihayet böcek uçmak için yaratılmış formunu kazanır. Yusufçuk son olarak pompalama işleminin başarıyla çalışması için fazla vücut sıvısının son damlasını da dışarı atar. Artık metamorfoz tamamlanmıştır, böcek uçmaya hazırdır.

Sonuç:

140 Milyon Yaşındaki Yusufçuklar Evrimi Yalanlıyor

Yusufçuğun manevra kabiliyeti ve metamorfoz gibi özelliklerinde de görüldüğü üzere, doğadaki hayranlık uyandıran sistemler, Rabbimiz’in sonsuz ilminin delillerinden biridir.

Yusufçuklar hakkında önemli bir detay daha vardır: Fosil kayıtları, ilk yusufçukların günümüzdeki örneklerinden tamamen farksız olduğunu göstermektedir. 140 milyon yıl öncesine ait yusufçuk fosili yanına yerleştirilmiş canlısı arasında hiçbir fark yoktur. Yusuçuk Fosili, 150 Milyon Yıllık

Bu gerçekler, evrim teorinsin geçersizliğini ve yusufçuk böceğinin de, dünyadaki tüm diğer canlıların da nasıl var olduklarını göstermektedir. Tüm canlılar, ilim bakımından her yeri sarmış olan Yüce Allah tarafından yaratılmıştır ve her canlı O2nun varlığının bir delilidir.

Allah’tan başka hiçbir güç, tek bir sineği bile yaratmaya güç yetiremez. Bu gerçek Allah tarafından Kuran’da şöyle bildirilmiştir.

Ey insanlar, (size) bir örnek verildi; şimdi onu dinleyin. Sizin, Allah’ın dışında tapmakta olduklarınız – hepsi bunun için bir araya gelseler dahi- gerçekten bir sinek bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kapacak olsa, bunu da ondan geri alamazlar. İsteyen de güçsüz, istenen de. ( Hac Suresi, 73)

Kutup Ayıları Neden Üşümez?

Kutup ayıları kar fırtınalarının kimi zaman 120-140 kilometre hıza ulaştığı, yılın 12 ayında karla ve buzlarla kaplı bir bölgede, son derece zor koşullarda yaşarlar. Ancak Rahman olan Allah onları bu zor koşullara dayanıklılık gösterebilecekleri şekilde yaratmıştır. Kutup ayılarının derilerinin altında, 10 santimetre kalınlığında bir yağ tabakası vardır ve bu özellikleri gerekli olan ısı yalıtımını sağlamak için yeterlidir. Bu sayede kutup ayıları buzlu sularda saatte 10-11 km hızla, 2000 km uzağa kadar yüzerek gidebilirler. Peki tamamı karla kaplı bir yerde kutup ayıları besinlerini nasıl bulacaklardır? Kutup ayıları en çok foklarla beslenirler. Foklar ise buz ve kar tabakalarının altında yaşarlar. Ama bu, kutup ayılarının onları bulmasında bir problem oluşturmaz. Çünkü kutup ayılarının koku alma duyuları öylesine keskindir ki, 1.5 metre kalınlığındaki kar tabakasının altındaki bir fokun kokusunu bile rahatça algılayabilirler.

Bu özelliklerin tümü Allah'ın canlılar üzerindeki rahmetinin delillerinden yalnızca birkaç tanesidir.

...Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca) O'nundur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne Yücedir. (Araf Suresi, 54)

25 Aralık 2010 Cumartesi

Sivrisinekler Su Üzerinde Yürümeyi Nasıl Başarırlar?

Bazı insanlar tarafından sıradan birer canlı olarak değerlendirilen sivrisinekler, aslında incelenmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken birçok özelliğe sahiptirler. Çünkü evrendeki diğer tüm canlı-cansız varlıklar gibi sivrisinekler de kendilerini Yaratan Rabbimiz’in güç, bilgi ve sanatının birer tecellileridir. Nitekim Yüce Allah bir Kuran ayetinde bu gerçeği şöyle haber verir:

“Şüphesiz Allah, bir (dişi) sivrisineği de, ondan üstün olanı da, (herhangi bir şeyi) örnek vermekten çekinmez. Böylece iman edenler, kuşkusuz bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler; inkâr edenler ise, 'Allah, bu örnekle neyi amaçlamış?' derler. (Oysa Allah,) Bununla birçoğunu saptırır, birçoğunu da hidayete erdirir. Ancak O, fasıklardan başkasını saptırmaz.” (Bakara Suresi, 26)

Kusursuz bir yaratılışa sahip olan bu canlıların tavan, duvar ve su gibi farklı yüzeylerde nasıl tutunabildiği ve yürüyebildiği, günümüzde pek çok araştırmaya konu olmaktadır. Araştırmalar sonucunda keşfedilen özellikler, Yüce Allah’ın üstün aklını, detay sanatını ve gücünün sınırsızlığını bir kere daha ortaya koymuştur.

Sivrisinek Ayaklarındaki Mükemmel Detaylar: Tüyler ve Oluklar

Sinekler ve bazı böcekler ustalıkla duvarlara ve tavan gibi yüzeylere tırmanıp yürüyebilirler, fakat suda yürüyemezler. Suda yürüyebilen bazı böcekler ise gölün üzerinde kolaylıkla yürürken, duvara tırmanmayı deneyecek olurlarsa yere düşerler. Fakat sivrisinek her iki yüzeyde de durabilmeyi başaran bir canlıdır. Düşmanlarından kaçarken duvarlara ya da tavanlara tırmanabilir, yumurtalarını ise göl ya da benzeri sulara bırakabilirler. İşte sivrisineklerin bu kadar geniş hareket etme imkanı bulmalarının nedeni yaratılış özelliklerindeki detaylardan kaynaklanır. Bu detaylar ayaklarındaki tüyler ve oluklardır.

Peki, Bu Tüy Ve Olukların Sivrisineğin Yürümesi Üzerindeki Katkısı Nedir?

  • Sivrisineklerin su yüzeyinde durmalarında, önceleri, ayaklarından salgılanan yapışkan bir sıvının yüzey gerilimi ile kombine olmasının etken olduğu sanılıyordu. Fakat yeni araştırmalar bu canlıların ayaklarındaki mikroskobik tüylerin minik hava kabarcıklarını tuttuğunu ve bu şekilde bir bot gibi suyun üstünde kolayca yüzmelerini sağladığını ortaya koymuştur. İşte sivrisineklerin dikey yüzeylere ve tavanlara kolayca yapışmalarını da sağlayan “setae” veya “mikrosetae” adı verilen bu tüycüklerdir.

  • Çıplak gözle görülmeyen setae adlı mikroskobik tüycükler, Yüce Allah’ın üstün aklının delili olan detaylarla donatılmıştır. Tek bir yöne doğru olmaları, iğne biçiminde bir şekle sahip olmaları, insan saçının bir telinden (insan saçının bir teli 80–100 mikrometre çapında) ortalama 30 kez daha ince olan 3 mikrometreden küçük çapları ve gözle görülemeyecek kadar ince olmalarına rağmen birkaç tabakadan oluşmaları bu detaylardan yalnızca birkaçıdır.

  • Sivrisineğin ayaklarındaki detaylar sadece tüylerle de sınırlı değildir. Bu tüyler ayrıca bir metrenin milyarda biri kadar olan yani nanometre ile ölçülebilen oluklara sahiptir. Sivrisineklerin bacaklarının tümünü kaplayan ve hava keselerinden oluşan bu küçük oluklar suyun yüzey gerilimini arttırır ve suyun bu oluklardan içeri sızmasını zorlaştırarak ayaklarının kuru bir şekilde su üstünde kalmasını sağlar. Oluklar küçüldükçe suyun araya girmesi de zorlaşır. Bu oluklar sivrisinek için hayati bir önem taşır. Çünkü kürek çeker gibi yüzerken suyun ayaklara nüfuz etmesi ve sineğin suya düşmesi durumunda yüzeye ulaşmak için kendi vücut ağırlığının 10 katı kadar bir güç kullanması gerekir.

    Sivrisinek, Yüce Allah’ın yarattığı diğer tüm canlılar gibi O’nun üstün aklının eserlerinden sadece biridir.

Tüycükler Ve Oluklar, Su Üzerinde Durmayı Nasıl Sağlar?

Hava Yastıkları: Suyun üzerindeki hava kabarcıkları mikrosetae’lar ve nano oluklar arasında tutulur. Bu şekilde hayvanın ayaklarının ıslanmasını önleyen hava yastıkları oluşur. Böylece sivrisinek su üzerinde durma ve yürüme özelliği kazanmış olur. Ördeklerin tüyleri de su geçirmezliği açısından aynı özelliğe sahiptir, ancak suda yürüyebilen hayvanların suda oluşturduğu itme gücü gibi etkili değildir. Bilim adamları bu tüylü ayakları süper hidrofoblar (su geçirmezler) olarak tanımlarlar.

Su yüzeyinde duran sivrisineğin bir tek bacağı kendi ağırlığının 23 katını taşır.

Su Çukurları: Sivrisineğin su üzerinde durmasında etkili olan bir başka detay, ayaklarının su yüzeyinde oluşturdukları çukurlardır. Oluşan çukurların içindeki suyun yüzey gerilimi onları su yüzeyinde tutar. Bu çukur, suyun hava ile temas eden yüzeyini küçültmeye çalışır ve bir trambolin (sıçrama brandası) gibi aşağı doğru kıvrılarak böceğin ağırlığını taşımasını sağlar. Ancak aynı prensip daha büyük canlılar ve insanlar için mümkün değildir. Çünkü suyun yüzeyi daha büyük bir cisim ya da canlının ağırlığı karşısında küçülür. Böylece ağırlığı taşıyabilecek yüzey gerilimi avantajından yararlanılabilecek yüzey alanı azalır. İşte bu yüzden su ağırlığı taşıyamaz. Eğer su üzerinde durmak için ihtiyacımız olan ayağın ölçüsünü hesaplayacak olursak, bunun yaklaşık bir kilometre kadar olması gerekirdi.

Sonuç

Sivrisineklerin hem duvarlar hem de suyun üzerinde yürüyebilmesi kuşkusuz olağanüstü bir durumdur ve hayati bir önem taşır. Çünkü suyun altında doğan ve bir larva süreci olan sivrisinekler yumurtalarını suyun yüzeyine bırakmak zorundadırlar. Bu işlem için sivrisineklerin su üzerinde durabilmelerini sağlayacak ayaklara sahip olmaları gerekir. Bu nedenle sivrisinekler su üstünde durmaya uygun çok kompleks özel ayak yastıklarına sahip olarak yaratılmışlardır. Bu özel hava yastıkları; ayaklar üzerinde bulunan mikro ölçekteki tüyler, bu tüyler üzerindeki nano ölçekteki oluklar ve suyun yüzey gerilimi sayesinde oluşur.

Sivrisinek, birkaç milimetre büyüklüğünde akıl ve bilinci olmayan bir canlıdır. Onu böyle hayranlık verici bir sisteme sahip kılan ise, insanı da sivrisineği de yaratan,"göklerin, yerin ve her ikisi arasındakilerin Rabbi" (Meryem Suresi, 65) olan Yüce Allah'tır.

Gizli Bir Tehlike: Hipertansiyon

Kan, taşıyıcı ve denetleyici işlevleri nedeniyle bedenin içinde sürekli olarak dolaşır ve bu yolculuğu esnasında her an mutlaka yapacağı bir görevi vardır. Ancak kanın görevlerini yerine getirebilmesi ve kan dolaşımının sağlanması için basınç gereklidir. Bu kan basıncına ise "tansiyon" adı verilir. Kalbin kasılması sırasında ölçülen kan basıncı büyük tansiyon, kalbin gevşemesi esnasında ölçülen kan basıncı ise küçük tansiyondur. Hem büyük tansiyon hem de küçük tansiyonun normalden yüksek olmasına “hipertansiyon”, diğer adıyla “yüksek tansiyon” denir. Genel olarak, büyük tansiyonun 14 cm Hg ve küçük tansiyonun 9 cm Hg'dan yüksek olması hipertansiyon olarak kabul edilir.

Yüksek Tansiyonun Sebebi Nedir?

Yüksek tansiyonun nedeni hastaların %90-95'inde bilinmemektedir. Hastalığın oluşumunda kalıtım, sigara içilmesi, aşırı alkol tüketimi, obezite (şişmanlık) gibi bazı etkenler saptanmıştır. %5-10 hastada ise hipertansiyon başka bir hastalığa (böbrek, hormonal, vb.) bağlıdır.

Yüksek Tansiyonun Belirtileri Nelerdir?

Yüksek tansiyonun başlıca belirtileri; zaman zaman ense kökünde şiddetli zonklayıcı tarzda baş ağrısı, çarpıntı, nefes darlığı, yorgunluk, burun kanaması, yol yürüme ve merdiven çıkmada zorlanma, bazen çok sık idrara çıkma, kulak çınlaması, bulanık görme ve bacaklarda şişliktir. Ancak hastaların önemli bir kısmında hiçbir belirti yoktur. Bu hastalarda yüksek tansiyon tanısı, sadece tansiyon ölçümü ile mümkündür. Bu nedenle, özellikle ailesinde yüksek tansiyonlu yakınları olanlar, 40 yaşından yaşlılar, obez (şişman) kişiler, şeker hastaları ve gebelerin daha sık aralıklarla ölçüm yaptırmaları gerekir.

Hipertansiyon Pek Çok Hastalık İçin Bir Risk Faktörüdür

Ülkemizde önemli halk sağlığı sorunlarından biri olan hipertansiyon, pek çok hastalık için önemli bir risk faktörüdür. Hipertansiyon tedavi edilmediğinde; kalp yetmezliği, kalp krizi, damarların daralması, beyin kanaması, felç gibi hayati hastalıklara neden olabilir. Ayrıca yüksek tansiyon,
  • Kalbin genişlemesine dolayısıyla kalp bozukluklarına,
  • Özellikle ana kalp damarı (aort), beyin damarları, bacaklar, bağırsaklar ve dalağa giden damarlarda patlamaya hazır küçük şişliklerin (anevrizma) oluşmasına,
  • Böbreklerdeki damarların hasar görmesine ve böbrek bozukluklarına,
  • Vücuttaki damarların, özellikle kalp, beyin,böbrek ve bacak damarlarının, daha çabuk sertleşmesine ve bu yüzden kalp krizlerine, felce ve böbrek yetmezliğine,
  • Göz damarlarında çatlamalara, kanamalara ve buna bağı görme bozukluklarına yol açabilir.

Hipertansiyondan Korunmak İçin Neler Yapılmalıdır?

İnsan, sağlığı için büyük önem taşıyan, vücudundaki kolesterol, lipid gibi bazı değerleri çeşitli tedbirlerle korumazsa önemli hastalıklara yakalanabilir. Kan basıncı seviyesi de dikkat edilmesi gereken bu hassas dengelerden biridir. Unutmamak gerekir ki bizler hiç farkında değilken her an korunan kan basıncı seviyemiz Yüce Rabbimiz'in çok büyük bir rahmetidir. Bu basınç oranını normal seviyede tutmak ise sağlıklı bir ömür geçirebilmek için oldukça önemlidir.

Hipertansiyon, kendi başına öldürücü değildir; fakat tedavi edilmediğinde hipertansiyonun sonuçları öldürücü olabilir. Yüksek tansiyonu önlemede dikkat edilmesi gereken noktalar şunlardır:
  • Düzenli sağlık kontrolleri yaptırın. İdeal kilonuzu öğrenin ve koruyun.
  • Daha fazla fiziksel aktivitede bulunun. Düzenli spor yapın. Bol bol yürüyün.
  • Sigara içiyorsanız mutlaka bırakın. Alkolden uzak durun.
  • Tuz oranı az besinlerle beslenin.
  • Stresle baş etmeyi bilin, sakin ve tevekküllü olun.
  • Huzurlu ve mutlu bir ortamda yaşamaya gayret edin.

24 Aralık 2010 Cuma

DERİMİZDEKİ BAKTERİLER

Kolunuzu önünüze uzatıp şöyle bir baktığınızda ne görüyorsunuz? Herhalde 200’den fazla bakteri türünün kaynadığı bir minyatür hayvanat bahçesi değil. Ama durum bu. Koldan aldıkları örnekler üzerinde çalışan New York Tıp Okulu araştırmacıları, 250’ye yakın bakteri türü saptadıkları gibi, bunlardan bir kısmının da tümüyle yeni türler olduklarını söylüyorlar. Yıllar içinde insan derisi ü zerinde varlığı saptanan bakteri türlerinin sayısı yaklaşık 50’nin üzerinde.

Bakterilerle ilgili bilgi birikiminin çoğuysa bugüne kadar kültür kaplarında yapılan üretim çalışmalarından gelmiş durumda. Yeni araştırmanın farkı, 6 kişiye ait deri örneklerinden elde edilen bakterilerdeki ribozomal DNA’ların genetik açıdan incelenmesi. ilk incelemede ortaya çıkan tür sayısı 182 iken ikincisinde buna bir 65 tür daha eklenmiş. Bunların yarısı kadarı, bol bulunduğu bilinen bakteri gruplarına ait; yaklaşık % ’lik bir kesim de literatürde henüz tanımlanmamış yepyeni türler. İginç bir bulgu da, her bir bireyin, türlerin bileşimi bakımından büyük ölçüde kendine özgü bir populasyon barındırıyor olması. Bunun olası açıklamasıysa insan derisinin özelliklerinin kifliden kifliye önemli farklılıklar içermesi. Araştırmacıların bundan sonraki hedefleri, çalışmanın benzerini egzema gibi belirli deri rahatsızlıkları olan kişilerde tekrarlamak.

Derimizden, bağırsaklarımızın en derin girintilerine kadar, bakteri kolonileriyle kuşatılmış bir kültür yığını. ABD'deki Idaho Üniversitesi'nden Carolyn Bohach'a göre: " 2-2,5 lt. bir kavanoz, vücudumuzdaki bakterileri doldurmak için yeterlidir. Emziren kadınlarda, meme bezleri de birer bakteri yuvasıdır."


İnsan hücresine oranla çok küçük olan bakteri hücrelerinin sayıları, araştırmaya göre, insan hücrelerininsayısından, 10 kat fazla! Bakterilerin vücudumuza yerleşmesi, doğumla başlıyor. Daha doğarken bebekler, ağız dolusu bakteri yutuyor. Başta anne derisi, anne sütü olmak üzere,bakteri kaynağıçok. Bu bakteriler ağız, burun gibi deliklerden girerek; sindirim sistemine ulaşıyor ve bağırsaklarda kampkuruyorlar. Belirli bir zaman diliminde, bağırsakta bulunan bakteri türü sayısının; 500'den fazla olduğu tahmin ediliyor.

Allah, yeryüzünü sizin için bir karar, gökyüzünü bir bina kıldı; sizi suretlendirdi, suretinizi de en güzel (bir biçim ve incelikte) kıldı ve size güzel-temiz şeylerden rızık verdi. İşte sizin Rabbiniz Allah budur. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir.
(Mümin Suresi, 64)

ARUM ZAMBAĞI

Arum zambağı döllenmeye hazır hale gelince keskin kokulu bir amonyak gazı (NH3) yaymaya başlar. Çiçeğin son derece ilginç bir yapısı vardır. Polenlerinin bulunduğu bölüm, beyaz yapraklı yapının içinde dip taraftadır ve dışarıdan görünmez. Bu yüzden sadece koku yaymak böceklerin dikkatini çekmek için yeterli değildir. Polenler döllenmeye hazır olduğunda zambak saldığı kokuyla birlikte çiçeğinin dışta kalan bölümünü de ısıtır. İşte bu yalnızca aydınlık saatlerde ve bir gün içerisinde gerçekleşen ısınma ve koku böcekler için çok çekicidir. Bu ısı ve koku nasıl ortaya çıkıyor sorusunu cevabını bulmaya çalışan bilim adamları bitkinin metabolizmasında gerçekleşen hızlanma sonucunda ortaya özel bir asit çıktığını bulmuşlardır. Glutanamik asit denen bu maddenin kimyasal yollarla parçalanması sonucunda çiçeğin yaydığı ısı ve koku oluşur. Bu sayede böcekler çiçeğe gelirler. Ne var ki böcekler için bu yeterli değildir çünkü arum zambağının polen tozları dipte kapalı torbacıklarda bulunur. Çiçek buna da hazırlıklıdır. Yağlı olan dış yüzeyi sebebiyle gelen böcekler kayarak aşağı çiçeğin içine düşerler ve bir daha da kaygan duvarlardan yukarı
tırmanamazlar. Bulundukları bölümde çiçeğin dişi organlarının ürettiği şekerli bir sıvı vardır. Ayrıca gece olunca polenlerin kapalı olduğu torbacıklar da açılır ve böcekler bunlara bulanırlar. Böcekler çiçeğin içinde bir gece kalırlar.

Sabah olunca çiçeğin üzerinde bulunan dikenler bükülerek böceklerin yukarı tırmanması için merdiven işlevi görürler. Merdivenden tırmanan böcekler, özgürlüklerine kavuşur kavuşmaz görevlerini yerine getirmek için dölleyici polen yükleriyle birlikte başka bir zambağa giderler.


Arumun tuzağını mühendislerin ya da bilim adamlarının biraraya gelerek tasarladığını iddia etmek şüphesiz akıl karı değildir. Peki ya tüm bunların birbiri ardına gerçekleşen tesadüflerle oluştuğunu söylemek? Şüphesiz böyle bir iddianın ilkinden daha tutarsız olacağı çok açıktır. Aklı selim her insan kabul eder ki, bir yerde işleyen mükemmel bir düzen varsa, bu düzen mutlaka biri tarafından önceden hazırlanmış olmalıdır. Planlayan, tasarlayan ve uygulayan olmadan düzen olmaz. Şüphesiz Arumdaki bu mükemmel tasarımın sahibi de yerle gök arasındaki tüm canlıları yaratan ve tüm işleri düzenleyen Allah'tır. Allah Kuran'da bize bu üstün vasfını şöyle bildirmiştir:


"O, gökleri dayanak olmaksızın yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Arzda da, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve orada her canlıdan türetip yayıverdi. Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her güzel olan çiftten bir bitki bitirdik." (Lokman Suresi, 10)

22 Aralık 2010 Çarşamba

Topraktan Çıkan Mucize: Lezzet

Allah'ın yarattığı her varlık kusursuz tasarımlara sahiptir. Örneğin bir meyve ağacında ya da herhangi bir bitkide, insanoğlunun şu anki teknoloji ile ulaşamayacağı kadar yüksek bir akıl, bilgi ve teknoloji vardır.

Bir tohumun içinde gizlenmiş olan bilginin, oluşturacağı bitkiyle ilgili herşeyi, şeklini, yapısını, yapraklarının özelliklerini, renklerini ya da sayısını, meyve verecekse bu meyvelerin tüm özelliklerini ve yapısını içermesi hayranlık uyandırıcıdır.

Tat ve kokularındaki çeşitliliğin yanısıra meyveler estetik olarak da başlı başına birer mucizedir. İnsanın damak zevkine uygun oluşları, içerdikleri vitaminler ile insan bedeninin ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri meyvelerde yaratılış hikmetlerinden sadece birkaçıdır. Kendine has bir lezzete ve kokuya sahip olan her meyve ayrıca son derece estetik bir görünüme ve çekici renklere de sahiptir.

Birçok insanın yalnızca meyve kabuğu olarak değerlendirebildiği mandalina, portakal ya da muz gibi meyvelerin "ambalaj"ları ise son derece güzel ve soyulması kolay özelliklere sahiptirler.

Meyvelerin tadları ve kokuları da dikkat çekicidir. Örneğin portakalın tadı son derece acı olabilirdi ya da bildiğimiz güzel tada sahip olurdu, ama çok kötü bir kokusu olabilirdi. Rengi de çamur rengi olabilirdi. Oysa her meyve olabilecek en güzel tat ve kokuya sahiptir ve bu tat ve kokuları topraktan elde ettikleri maddelerle üretmektedirler. Oysa toprak tüm meyvelerden çok daha farklı bir kokuya sahiptir, tadı ise kötüdür. Ancak ağaç, bu çamur yığını içinden kendisine gerekli olan maddeleri özümsemekte, bunları kimyasal işlemlerden geçirerek tat ve kokular üretmektedir.

Ağaçlardaki Koku ve Tat Bilgisi

Tüm bunların dışında hayranlık uyandıran başka bir mucize daha vardır. Gerçekte oldukça karmaşık olan bu mucize ise, meyve ağaçlarının bu lezzetleri ve kokuları nereden bildiğidir. Çünkü "iyi koku" veya "iyi tat" gibi kavramlar insana ait kavramlardır ve ağaç kendi başına bir tat ya da kokunun iyi mi yoksa kötü mü olduğunu bilemez. Bunu bilmesi için, insanın sahip olduğu damak zevki, güzel koku gibi estetik kavramlara sahip olması gerekmektedir. İnsanın hangi karışımdan lezzet aldığını, hangi tadı beğendiğini, nasıl bir dil yapısına sahip olduğunu öğrenmesi gerekir. Bunları öğrendikten sonra ise, az önce söylediğimiz işi yapacak, yani çamurların içinden topladığı maddelerle mükemmel bir kimya olayı gerçekleştirecektir.

Ağacın kusursuz yeteneği yalnızca koku, tat ya da renkle de sınırlı değildir. Bu tahta parçası görünümlü ağaçlar, insan vücudunun hangi vitaminlere ihtiyaç duyduğunu da bilir ve onları ürettiği meyvenin içine koyarlar. Hatta dikkatli olarak incelediğimizde bir de bu vitamin takviyesinin mevsimlere göre ayarlandığını görürüz: Kış aylarında ürün veren; portakal, mandalina, greyfurt gibi meyve türleri, yaz meyvelerine göre çok daha fazla C vitamini içerirler. Amaç, kışın soğuğuna karşı insanın ihtiyacı olan C vitamini açığını kapatmaktır.

Peki Nasıl Olur da Dışarıdan Bakıldığında Tahta Parçası Görünümü Olan Ağaç, Bütün Bunları Bilir?

Ağacın yaptıklarını yapay bir şekilde elde etmeye çalışırsak, oldukça uzun bir çaba içine girmemiz gerekir. Bir kere, ağacın ürettiği tadı üretmek mümkün değildir; dünyada topraktan meyve çıkaran bir makina henüz icat edilememiştir. Günümüz teknolojisi ile elde edebileceğimiz tek şey kokudur. Gelişmiş bir laboratuvarda uzun işlemler sonucunda bir meyvenin kokusuna ulaşabiliriz. Nitekim parfümler bu şekilde elde edilir. Ancak parfümler de aslında tümüyle yapay değildirler; tüm parfümler çeşitli güzel kokulu bitkilerin özlerinden yararlanılarak yapılır. İnsanoğlu, elindeki tüm akıl ve teknolojiye karşın, bitkilerin ya da ağaçların sahip olduğu güzel koku üretme yeteneğine sahip değildir. Dolayısıyla, bir meyve ağacında ya da herhangi bir bitkide, insanoğlunun ulaşamayacağı kadar yüksek bir akıl, bilgi ve teknoloji vardır.

Bu durumun ise tek bir açıklaması vardır: Ağaçları, mükemmel ve üstün bir akıl, sonsuz bilgi ve yetenek sahibi olan Allah özel olarak tasarlamıştır. Ağaçların birçok görevinden biri insanlara meyve sunmaktır ve bu zor işi Allah'ın yarattığı ilk andan bu yana büyük bir başarı ile yerine getirmektedirler. Kötü bir tadı olan, kahverengi toprağın içinden dünyanın en lezzetli ve güzel kokulu yiyeceklerini çıkarır. Çünkü Allah, ağaçları o iş için yaratmıştır. Allah ayetlerde şöyle buyurmultur:

"Ölü toprak kendileri için bir ayettir; Biz onu dirilttik, ondan taneler çıkarttık, böylelikle ondan yemektedirler. Biz, orada hurmalıklardan ve üzüm-bağlarından bahçeler kıldık ve içlerinde pınarlar fışkırttık. Onun ürünlerinden ve kendi ellerinin yaptıklarından yemeleri için. Yine de şükretmiyorlar mı?" (Yasin Suresi, 33-35)

Evrimciler Ağaçların Ürettikleri Lezzetleri Açıklayamazlar

Bazı insanlar doğadaki tüm canlıları evrim teorisi ile açıklamaya çalışırlar. Bir evrimciye nasıl olup da ağaçların böylesine bir akla ve yeteneğe sahip olduklarını, neden insanlar için besin ürettiklerini sorarsanız, size yalnızca "tesadüfen böyle olmuş" cevabını verecektir. Çünkü tesadüf dışında kabul edecekleri her fikir, Allah'ın yaratma sanatının da kabul edilmesi anlamına gelecektir.

Unutulmamalıdır ki evrimcilerin savundukları hiçbir tesadüf lezzet kavramını ve insanın hoşuna gidecek lezzetlerin ne olduğunu bilemez, insanın hoşuna giden kokuları üretemez. Hiçbir tesadüf insan vücuduna mevsimlere uygun vitamin vermeyi düşünemez, bunu sağlayacak sistemleri ayarlayamaz.

Tesadüfler her zaman hata ve karmaşa doğurur. Güzellik, estetik ve temizlik gibi kavramlar kendiliğinden oluşmazlar. Ancak bir akıl sayesinde oluşurlar; özel olarak var edilmeleri gerekir. Bu ise ancak yüce Allah'ın dilemesi ile mümkündür.

En Kusursuz Sistemler Bütünü: İnsan Vücudu

Farklı bir açıdan düşünüldüğünde eğer tüm besinler bizim tam istediğimiz gibi olsa, ancaksindirim sistemimiz "tesadüfen" oluşmuş olsaydı, yine büyük bir sıkıntı içinde yaşayacaktık. Örneğin "tesadüfen" oluşan bir dilin tat alma özelliği olmayacaktı ve hiçbir tat alamadığımız için yediğimiz yemeklerin otomobilin benzin yakmasından farkı kalmayacak ve yediğimiz her şey yalnızca hayatın devamlılığını sağlar hale gelecekti. Ancak Allah'ın hayranlık uyandıran yaratışı sayesinde yiyecekler ve sindirim sistemimiz mükemmel bir uyuma sahiptirler. Bu kusursuzluk ise Allah'ın rahmetinin ve şefkatinin delillerindendir.

Evrenin Genişlemesi

Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz Biz (onu) genişleticiyiz. (Zariyat Suresi, 47)

Yukarıdaki ayette geçen "sema (gök)" kelimesi Kuran'ın pek çok yerinde uzay ve evren anlamında kullanılır. Nitekim burada da bu anlamda kullanılmıştır ve evrenin genişleyici olduğu bildirilmiştir. Türkçeye "Şüphesiz Biz genişleticiyiz (genişleteniz/genişletmekte olanız)" olarak çevrilen Arapça "inna le musiune" ifadesindeki "musi'une" kelimesi, "genişletmek" anlamına gelen "evsea" fiilinden türemiştir. "Le" ön-eki de takip ettiği isim ya da sıfata vurgu ekleyerek "çok fazla" anlamı katmaktadır. Dolayısıyla bu ifade "Biz göğü veya evreni çok fazla genişletiyoruz" anlamı taşımaktadır. Bilimin bugün varmış olduğu sonuç da Kuran'da bize bildirilenle aynıdır.

20. yüzyılın başlarına dek bilim dünyasında hakim olan görüş, "evrenin durağan bir yapıya sahip olduğu ve sonsuzdan beri süregeldiği" şeklindeydi. Ancak, günümüz teknolojisi sayesinde gerçekleştirilen araştırma, gözlem ve hesaplamalar evrenin bir başlangıcı olduğunu ve sürekli olarak "genişlediğini" ortaya koydu.

Rus fizikçi Alexander Friedmann ve Belçikalı evren bilimci Georges Lemaitre, 20. yüzyılın başlarında evrenin sürekli hareket halinde olduğunu ve genişlediğini teorik olarak hesapladılar.

Bu gerçek, 1929 yılında gözlemsel olarak da ispatlandı. Amerikalı astronom Edwin Hubble kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların ve galaksilerin sürekli olarak birbirlerinden uzaklaştıklarını keşfetti. Bu buluş astronomi tarihinin en büyük keşiflerinden biri sayılmaktadır. Hubble bu incelemeler sırasında yıldızların, uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru yaklaşan bir ışık yaydıklarını saptadı. Çünkü bilinen fizik kurallarına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. Hubble'ın gözlemleri sırasında ise yıldızların ışıklarında kızıla doğru bir kayma fark edilmişti. Kısacası yıldızlar sürekli olarak uzaklaşmaktaydılar. Yıldızlar ve galaksiler sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlardı. Herşeyin sürekli olarak birbirinden uzaklaştığı bir evren ise, sürekli "genişleyen" bir evren anlamına gelmekteydi. Evrenin genişlemekte olduğu, ilerleyen yıllardaki gözlemlerle de kesinlik kazandı.

515 Milyon Yaşındaki Optik Tasarım

ABD'nin ünlü bilim dergilerinden New Scientist'te yayınlanan bir makalede, bir bilim adamının bir müzeyi ziyareti sırasında, 515 milyon yıldır bir kehribar içinde korunarak günümüze kadar gelmiş bir sinek fosilini inceleme fırsatı bulduğundan bahsedilmektedir. Bu bilim adamı, sineğin gözlerindeki bal peteğine benzer yapıları ve bu yapılar sayesinde, özellikle eğik gelen açılardaki ışığı çok daha iyi algıladıklarını fark etmiştir. Nitekim daha sonraları yapılan araştırmalarda bu hipotez doğrulanmıştır.

Bilim adamları bugün bu bulgular sayesinde, uydularda enerji sağlamak için kullanılan güneş panellerinden çok daha fazla verim elde etme imkanı sağlamışlardır. Çünkü güneş panellerinde en çok verim, paneller ısı ve ışık dalgalarını hiç yansıtmadığında alınabilmektedir. Sineğin korneasını inceleyen bilim adamları yeni bir anti-reflektör maddenin varlığını da keşfetmişlerdir. Işığın yansımasını engelleyen bu madde, güneş panelleri için çok uygun yapıya sahiptir ve üstelik bu panelleri sürekli olarak güneşe doğru çevirmeye yarayan pahalı ekipmanların da gerekliliğini ortadan kaldırmıştır.

Uzay teknolojisi bu tasarımı daha yeni keşfedip kopyalarken, sinek bu özelliğe milyonlarca yıldır sahiptir. Çok keskin, renkli görmeyi sağlayan bu benzersiz yapı, sineğin ne derece üstün bir yaratılış örneği olduğunu gösterir. Fakat bu örnekler sadece, aklını kullanabilen ve yaratılan her varlığın Allah'ın kontrolünde olduğunu anlayabilen yani iman eden insanlar için anlaşılırdır.

5 Soruda Kemiklerimizin Mucizevi Yapısı



Kusursuz bir dizilime sahip olan kemikler, dışarıdan gelen darbeleri emebilecek esneklikte çok özel bir malzemeden oluşurlar...
İnsan vücudu incelendiğinde, büyük bir mühendislik harikası ile karşılaşılır. Başlı başına sanat eseri niteliğinde olan iskeletimiz, hayatımız boyunca yaptığımız her hareketi hatasız ve mükemmel bir şekilde yerine getirmemizi sağlayacak şekilde yaratılmıştır.

İnsan vücudunun her noktası, Yüce Allah'ın eşsiz sanatını gösteren sayısız delille doludur.

Kusursuz bir dizilime sahip olan kemikler, dışarıdan gelen darbeleri emebilecek esneklikte çok özel bir malzemeden oluşurlar. Bu nedenle insan bedeninde hayati öneme sahip olan tüm organlar, özel sistemlerle koruma altındadırlar.

1. Kemikler Organlarımızı Nasıl Korur?

Sözgelimi kafatası kemiği, insanın hayati organı olan beynini, olabilecek en özenli şekilde korur. Nitekim anne karnındayken birbirinden bağımsız olan kafatası parçaları, zamanla büyüyerek adeta bir bulmacanın parçalarının biraraya getirilmesi gibi, birbirlerine monte olurlar. Doğumdan bir süre sonra ise, insan beynini koruyacak en mükemmel yapıya kavuşurlar.

Bunun yanısıra kalp ve akciğerleri göğüs kafesi korurken, omuriliği de omurga güvenlik altında tutmaktadır. Çünkü vücudun en önemli organlarından biri olan omuriliğe gelebilecek en ufak darbe ya da hasar, insan bedeninin felç olmasına sebep olabilmektedir. Bu nedenle omurga kemikleri hem çok sert, hem de çok dayanıklı olarak yaratılmışlardır.

2. İskelet ve Kaslar Arasındaki Koordinasyon Nasıl Gerçekleşir?

İnsanın hareket edebilmesi için özel olarak yaratılmış olan iskelet, yapılan hareketten de güç kazanır. İnsanın yapmaya başladığı bir hareket, hiçbir güç sarfedilmeksizin devam ettirilebilir. Örneğin yürümeye başlayan bir insan, fazladan bir efor sarf etmeksizin yürümeyi sürdürebilir. Çünkü dengeli olarak çift yönlü dizayn edilmiş iskelet ve kaslar, aralarında mükemmel bir koordinasyonla hareketin devamını sağlarlar. Bir kol diğer kolun, bir bacak diğer bacağın hareketini tamamlar. Bu noktada akışkan olan "mekanik bir tasarımın" da varlığı gözler önüne serilmektedir.

3. İskelet Nasıl Dengede Durur?

Omuriliği koruyan kemiklerin sahip olduğu bu özellik, yaratılış mucizesinin delillerini bir kez daha gözler önüne serer. Omurga, üst üste dizili olan omurlardan meydana gelmektedir. İnsan her adım atışında, omurgayı oluşturan bu omurlar hareket ederler. Ancak yapılan hareketler esnasında omurların aşınma tehlikesi de vardır. Bu nedenle insan vücudunun karşılaşacağı muhtemel tehlikelere karşı olağanüstü bir önlem alınmıştır.

Omurların aşınmaması için her bir omur arasında bir nevi amortisör görevi yapan dayanıklı diskler vardır. Bu diskler, insanın her adım atışında yerden vücuda gelen tepki kuvvetini azaltarak kemiklerin yaylanmasını sağlar. Nitekim omurga kemiklerinin dizilimi de özel bir planlamanın ürünüdür. Üst üste dizilerek "S" harfi çizen omurga kemiklerinin bu şekli, son derece hikmetlidir. Çünkü, eğer "S" şeklinde değil de, dümdüz bir görünümde dizilmiş olsalardı ve aralardaki disklerin darbeleri emme özellikleri bulunmasaydı, 30 cm. yükseklikten atlayan bir insanda omurganın boyuna yapacağı baskı sonucu, omurga beyni parçalayarak kafatasından dışarı çıkacaktı. Ya da eğer omurgaların yapısı kafatası gibi yekpare tek bir kemikten oluşsaydı, insan en basit bir hareketi bile yapamayacaktı. Böyle bir durumda da kemiklerin hiçbir elastikiyeti olmayacağından, insan sürekli olarak dimdik durmak zorunda kalacak, en hafif bir eğilmede dahi kemikler kırılacak ve omurilik son derece önemli hasarlar görecekti.

4. Kemiklerde Hangi Mineraller Depo Edilir?

Kemiklerin özellikleri bununla da sınırlı kalmaz. Kemiklerin içinde sinir sisteminin çalışmasını sağlayan ve vücudun en önemli minerallerinden biri olan kalsiyum ve fosfor depo edilir. Kalsiyum vücutta sinir uyarılarının taşınmasını temin eden oldukça önemli bir mineraldir. Bedenin gereksinim duyduğu kalsiyumun %99'u, kemiklerden sağlanır. Nitekim kalsiyum ve fosforun yanısıra, hücrelere oksijen sağlayan alyuvarların yapımı da kemiklerde gerçekleştirilmektedir.

5. Kemikler Nasıl Esner?

Tüm bunların yanısıra, insan vücudundaki bazı kemiklerin kendilerine özgü dizaynı ve "esnekliği" vardır. Örneğin, göğüs kafesini meydana getiren kemiklerin esnek bir özelliğe sahip olmaları nedeniyle insan rahat nefes alıp verebilmektedir. Aksi takdirde nefes alınışı esnasında akciğerlerin kemiklere baskı yapması sonucu insan yaşamı sona erecektir.

Kemiklerin Yapısı Evrimi Yalanlıyor

Görüldüğü gibi insan vücudundaki yapılarda son derece mucizevi, iç içe geçmiş sistemler vardır. Bir başka deyişle, insan vücudunu meydana getiren tüm yapılar, sahip oldukları sistemlerin tek bir tanesinin olmaması halinde işlevlerini sürdürememektedirler. Vücudumuzdaki tek bir özellik dahi, insanın art arda gelen kör tesadüfler sonucu evrimleşerek oluşmadığını, aksine son derece "planlı ve hikmetli" bir yaratılışın sonucunda bu özellikleri kazandığını bizlere göstermektedir. Çünkü tesadüfler, mükemmelliği değil karmaşayı meydana getirir.

Tüm bedenimiz, Allah'ın yaratışındaki üstünlüğü ve sanatı gösteren mucizevi sistemlerle donatılmıştır. Nitekim Allah bu üstünlüğü, Mü'minun Suresi'nde şöyle belirtir:

"Sonra o su damlasını bir alak (embriyo) olarak yarattık; ardından o alak'ı (hücre topluluğu) bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne Yücedir." (Mü'minun Suresi, 14)

Uyluk Kemiğinden Eyfel Kulesine

İnsan vücudundaki kemiklerin sahip oldukları özellik, insanların meydana getirdiği inşaat yapılarına da örnek olmuştur. Nitekim Eyfel Kulesi'nin mimarı olan Maurice Koehlin, ünlü kulenin projesini çizerken, vücudun en hafif ve dirençli kemiği olan uyluk kemiğinden etkilenmiştir. Boru şeklinde, ancak içi iğli bir yapıya sahip olan uyluk kemiğindeki bu yapı, kemiklere esneklik ve hafiflik kazandırırken, sağlamlıklarından da hiçbir şey kaybettirmez. Aynı şekilde yapılan Eyfel Kulesi de bu nedenle kendinden havalandırmalı sarsılmaz bir mimariye sahip olmuştur.

Beynin İnsan Davranışlarını Yönlendiren Kısmı: Ön Lob



Normal bir insanın beyninin ön lobunda yüksek bir hareketlilik olduğu bilinmektedir...
• Bir insan hareketlerine yön veren kararlar alırken, bunu bir robot gibi yalnızca mantık kurallarına dayanarak yapmaz. Vicdanını da dinleyerek duygularını hesaba katar. Bilimsel araştırmalar, beynin ön lobunda yer alan “ventromedial prefrontal korteks” adlı bölümün bu kararları almada rol oynadığını saptamıştır.

• Peki, beynin bu kısmının olmaması insanı ne tür olumsuz davranışlara sürükler?

•Yüce Allah beynin bu kısmıyla ilgili gerçeklere hangi Kuran ayetlerinde dikkat çekmiştir?

Kendi kendini kontrol edebilme, olgunluk, sonuç çıkarma, ince düşünceli ve nazik olma, kararlılık gibi Kuran’da övülen pek çok olumlu davranış beynimizin ön lobu tarafından kontrol edilir. Normal bir insanın beyninin ön lobunda yüksek bir hareketlilik olduğu bilinmektedir. Bu hareketlilik, insanın duygularının farkına varmasını sağlar. Sevgi, mutluluk, korku, pişmanlık, suçluluk gibi duygusal reflekslerin varlığı, kişinin beynindeki ön lobunun iyi çalıştığını gösterir. Beynin ön lobunu çalıştıran mekanizmayı inceleyen bilim adamları hayranlık uyandırıcı sonuçlarla karşılaşmışlardır.

Beynin Ön Lobunu Çalıştıran Mucize

İnsan beynini diğer canlılardan ayıran en belirgin özellik, ön lob boyutunun diğer canlılara oranla %40 daha büyük olmasıdır. Bilim adamları beynin bu bölümünün, ezberlenmiş, otomatiğe bağlanmış işlemler sırasında faaliyette olmadığını, beyne bağlanan elektrotlarla ve değişik röntgen cihazlarıyla yapılan ölçümler sayesinde keşfetmişlerdir. Ancak yeni bir bilgi alındığı ve işlendiğinde ön lob harekete geçmektedir. Üstelik bu yeni öğrenilen bilgi mutluluk vericiyse, ön lob ışıl ışıl parlamaya başlar.

Yeni bir şeyler öğrendiğimiz zaman, beynin ön lobu bu yeni bilgiyi öğrenmek için çok hızlı bir biçimde çalışır. 1.3 kg ağırlığındaki bu et parçasının her zamanki alışkanlıklarından farklı bir bilgi olduğunu anlaması elbette başlı başına bir mucizedir. Ancak bundan çok daha mucizevi olan bu yeni bilgiyi kullanmak için yeni devrelerini yani ön lobu bizim istemimiz dışında kullanıma açmasıdır. Ön lobun kaydettiği bu yeni bilgiler, davranış modellerimizi değiştirerek çevremizi farklı şekilde algılamamıza yol açar.

Bu döngüyü, yani yeni bir bilginin farklı sonuçlar oluşturmasını biz takip etmeyiz. Bu mekanizma mucizevi bir biçimde adeta otomatik olarak gerçekleşir. İşte bu noktada çok önemli bir gerçek ortaya çıkar: Kuran’da Yüce Allah beynin bu özel kısmına dikkat çekmektedir. Beynin ön lobunun bulunduğu kısım burnun hemen üstünde başın ön kısmında yani alnımızdadır. İşte Yüce Allah “…O’nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur…” (Hud Suresi, 56) ayeti ile bize bu gerçeği bildirir ve beynin ön lobunun çalışmasını kontrol edenin Yüce Allah olduğunu haber verir. Modern bilimin yerini ve işlevini henüz yeni öğrendiği bu gerçeğin günümüzden 1400 yıl önce indirilmiş Kuran’da yer alması ise elbette büyük bir mucizedir.

Beynin Ön Lobu İnsan Davranışlarını Nasıl Yönlendirir?

ABD’de Pennsylvania Üniversitesi Tıp Merkezi uzmanı Prof. Dr. Andrew Newberg namaz kılan ve dua eden bir grup Müslüman üzerinde bir araştırma yapmıştır.(Religion And The Brain; Newsweek, 7 Mayıs 2001 s: 50) Araştırmaya göre huşu içinde yapılan duanın ve Allah’ı düşünmenin, beynin ön lobuna 80 defa daha fazla kan banyosu yaptırdığını, bu nedenle namaz kılan insanlarda hafıza ve şahsiyet bozukluklarına çok az rastlandığını hatta bu insanların daha uzun ömürlü olduğunu ve hafıza kaybına uğramadıklarını ortaya koymuştur. Peki, bu nasıl gerçekleşir?

Beynin ön bölgesinde karar alma mekanizmasının bulunduğu “ön lob” adı verilen kısımda dua ve namaz esnasında kan miktarı belirgin bir şekilde artar ve beynin ön lobuna daha fazla miktarda glikoz taşınır. Bu da hücrelerin daha hızlı beslenmesi, beynin daha aktif çalışması anlamına gelir. Beynin ön lobunun daha hızlı çalışması ise insanın duygularının farkına varması ve karar verme, şahsiyet, problem çözme, hataları tekrar etmeme, sevgi gibi insani duyguların ön plana çıkmasını sağlar.

Günümüzdeki bilimsel gelişmelerin de kanıtladığı gibi beynin ön lobunun daha etkin çalışmasına vesile olan namaz ibadetinin önemi bir kez daha anlaşılmıştır. Yüce Rabbimiz’in bir Kuran ayetinde buyurduğu gibi “Sana Kitap’tan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Gerçekten namaz çirkin utanmazlıklar (fahşa)dan ve kötülüklerden alıkoyar. Allah’ı zikretmek ise muhakkak en büyük (ibadet)tür. Allah, yaptıklarınızı bilir.” (Ankebut Suresi, 45) hükmü de böylece bir kez daha gerçekleşmiş ve namazın insanı her türlü kötülükten alıkoyduğu bilimsel olarak da kanıtlanmıştır.

Beynin Ön Lobunun Farklı Şekilde Çalışması Nelere Sebep Olur?

Yapılan araştırmalar ön lobda bir bozukluk olması veya faaliyet olmaması durumunda insanlarda davranış bozuklukları meydana geldiğini ortaya koymaktadır. Çünkü beynin ön lobundaki hareket azlığı nedeniyle pişmanlık, suçluluk, korku gibi insani duygular yaşanmaz ve ön lobun bu farklı işleyişi, kişileri şiddete yönlendirir. Nitekim acımasızca cinayet işleyen katiller, teröristler ve diktatörler gibi kişilerin beyinlerinin ön lobunun normal insanlarınkinden farklı çalıştığı, PET (Positron Emission Tomography) gibi görüntüleme teknikleriyle belirlenmiştir. PET, beynin yakıtı sayılan glikozun, beynin değişik bölgeleri tarafından ne kadar tüketildiğini ölçer. Verilere göre saldırgan ve acımasız kişilikli insanların prefrontal kortekslerindeki glikoz seviyesi, normal insanlarınkinden çok daha azdır. Bu ise beynin ön lobunda bir hareketsizlik meydana getirmekte ve normal insanlardan farklı çalışmasına neden olmaktadır. Yüce Allah’ın insanlara sunduğu çok mükemmel bir nimet olan beynin ön lobunun normal çalışmaması durumunda ise birbirinden farklı kişilik bozukluklarıyla karşı karşıya kalınmaktadır. Bu kişilik bozukluklarından bazıları şunlardır:

Suça eğilim: Amerikalı bilim adamı Adrian Raine’in belirttiğine göre beynin ön lobunun zarar görmesi veya normal çalışmaması insanın düşüncesizce hareket etmesine, kendi kendini kontrol edebilme yeteneğinin kaybına, çocukça hareketlerde bulunmaya, zaman kavramında zayıflamaya, karar verme yetisinin kaybolmasına yol açmaktadır. Saldırgan ve acımasız kişilikli insanların beyinlerinin çeşitli uyaranlara verdiği tepkilerin incelendiği bir bilimsel araştırmada, bu kişilerin beyinlerinin ölüm, acı gibi sözcüklere ve diğer insanların beyinlerinde tepki uyandıran şiddet içeren kan dolu resimlere neredeyse hiç tepki vermediği ortaya çıkmıştır.

Sevgisizlik: Araştırmalar, kişilik bozukluğu sergileyen kişilerin sevgi sözcüklerine, “Bir fincan kahve verir misin?” der gibi duygusuzca söyleyebildiklerini göstermiştir. Bir dizi seri katil üzerinde yapılan beyin taramalarına göre, bu kişiler en yakınlarının resimleri gösterildiği zaman bile en küçük bir duygu belirtisi göstermemişlerdir.

Anti sosyal kişilik bozukluğu: Bu kişilerin kişisel ve sosyal ilişkilerde de başarısız oldukları çeşitli örneklerle saptanmıştır. Bu başarısız sosyal ilişkilerin temelinde hafıza sorunları, kendilerini kontrol edememeleri, tembellik, ilhamsızlık, uyuşukluk, insiyatif eksikliği, gelecekle ilgili proje yokluğu, yeni bir şeyler öğrenmeme ve kolaylıkla dikkat dağılmasının neden olduğu belirtilmiştir.

Bir Kuran Mucizesi: Beynimizde Hareketlerimizi Yönlendiren Bölge

Yüce Allah alın bölgesinde yer alan ve normal çalışmaması durumunda saldırgan bir kişiliğin ortaya çıkmasına neden olan beynin ön kesimine Kuran’da dikkat çekmekte ve bu kısmın normal çalışmaması durumunda insanı günaha sürükleyeceğine şöyle işaret etmektedir:

“Hayır; eğer o, (bu tutumuna) bir son vermeyecek olursa, andolsun, onu perçeminden tutup sürükleyeceğiz; o yalancı, günahkar olan alnından.” (Alak Suresi, 15-16)

Yukarıdaki ayetlerde geçen “yalancı, günahkar olan alın” tanımlaması son derece dikkat çekicidir. 1400 yıl önce Kuran’da dikkat çekilen bu bölge ve görevi hakkındaki bilgilere günümüz bilim adamları, ancak son 60 yıl içinde açıklama getirebilmişlerdir. Kafatasının içine, başın ön kısmına bakıldığında beynin ön alın bölgesi görülecektir. Bu bölgenin fonksiyonları hakkında fizyoloji dalında yapılan araştırmalar neticesinde elde edilen bilgiler Essentials of Anatomy and Physiology (Anatomi ve Fizyolojinin Esasları) isimli kitapta şu şekilde geçmektedir:

“Hareketlerin motivasyonu, planlama öngörüşü ve başlatılması alın loblarının ön kısmı olan ön alın bölgesinde (cerebrum) gerçekleşir. Burası çağrışım (birlik) korteksinin bir bölgesidir...” (Rod R. Seeley, Trent D. Stephens, Philip Tate, Essentials of Anatomy & Physiology, 2. baskı, Mosby-Year Book Inc., St. Louis, 1996, s. 211; Charles R. Noback, N. L. Strominger, R. J. Demarest, The Human Nervous System, Introduction and Review, 4. baskı, Lea & Febiger, Philadelphia, 1991, ss. 410-411)

Kitapta bu bölge ile ilgili ayrıca şu ifadeler yer almaktadır:

“Hareketle olan ilgisiyle beraber, ön alın bölgesinin aynı zamanda saldırganlığın da fonksiyonel merkezi olduğu düşünülmektedir...” (a.g.e.)

Bu açıklamalardan da anlaşıldığı gibi, beynin ön alın bölgesi, planlama, motivasyon ve iyi veya kötü hareketlerin başlatılması, yalan veya doğrunun söylenmesi ile ilgili faaliyetlerin tümünü yürütmektedir.

Görüldüğü gibi Alak Suresi’nde geçen “yalancı günahkar olan alın” ifadesi ile yukarıdaki tanımlama büyük bir paralellik göstermektedir. Bilim adamlarının son 60 yıl içinde keşfettikleri bu gibi bilimsel gerçekleri Allah, Kuran ayetlerinde asırlar önce insanlara haber vermektedir.

21 Aralık 2010 Salı

İNSANLARDAKİ ORGANLARIN GELİŞİM SIRASI

O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne az şükrediyorsunuz. (Mü'minun Suresi, 78)

Allah, sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezken çıkardı ve umulur ki şükredersiniz diye işitme, görme (duyularını) ve gönüller verdi. (Nahl Suresi, 78)

De ki: "Düşündünüz mü hiç; eğer Allah sizin işitmenizi ve görmenizi alıverir ve kalplerinizi mühürlerse, onları size Allah'tan başka getirebilecek ilah kimdir?"... (En'am Suresi, 46)


Şüphesiz Biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık. (İnsan Suresi, 2)

Yukarıdaki ayetlerde Allah'ın insana bahşettiği birtakım duyulardan bahsedilmektedir. Dikkat edilirse, Kuran'da bu duyulardan hep belli bir sıra ile bahsedilmektedir: Duyma, görme, hissetme ve anlama.
Embriyolog Dr. Keith Moore, Journal of Islamic Medical Association'da yayınlanan bir makalesinde, embriyonun gelişim sürecinde iç kulakların ilk halinin belirmesinden sonra gözün oluşmaya başladığını ifade etmektedir. Hissetme ve anlama merkezi olan beynin ise, kulak ve gözün ardından gelişimine başladığını söylemektedir.97

Anne karnındaki çocuk fetus halindeyken, hamileliğin yirmi ikinci günü gibi erken bir dönemde kulaklar gelişir ve hamileliğin dördüncü ayında kulak tam olarak fonksiyonel hale gelir. Fetus bundan sonra annenin karnındaki sesleri duyabilir. Dolayısıyla yeni doğan bir bebek için işitme duyusu, diğer yaşamsal fonksiyonlardan önce oluşur. Kuran ayetlerindeki öncelik sırası bu bakımdan dikkat çekicidir.

ÖLÜ BİR BELDEYİ CANLANDIRAN YAĞMURLAR

Kuran'da, yağmurun "ölü bir beldeyi diriltme" işlevine birçok ayette dikkat çekilir:

... Biz gökten tertemiz bir su indirmekteyiz. Onunla ölü bir beldeyi (toprağı) canlandırmak ve yarattığımız hayvanlardan ve insanlardan birçoğunu onunla sulamak için. (Furkan Suresi, 48-49)

Yağmurun, canlılar için kaçınılmaz bir ihtiyaç olan suyu yeryüzüne bırakmasının yanında bir de gübreleme özelliği vardır. Denizlerden buharlaşarak bulutlara ulaşan yağmur damlaları, ölü toprağı "canlandıracak" bazı maddeler içerirler. Bu "canlandırıcı" özellikli yağmur damlalarına "yüzey gerilim damlaları" adı verilir. Yüzey gerilim damlaları, biyologların deniz yüzeyinin mikro katmanı dedikleri üst kısımda oluşurlar; milimetrenin onda birinden daha ince olan bu yüzeysel zarda, mikroskobik alglerin ve zooplanktonların bozulmasından gelen pek çok organik artık vardır. Bu artıkların bazıları, deniz suyunda çok az bulunan fosfor, magnezyum, potasyum gibi elementleri ve ayrıca bakır, çinko, kobalt ve kurşun gibi ağır metalleri seçip ayırarak, kendi içlerinde toplarlar. Yeryüzündeki tohum ve bitkiler, yetişmeleri için gereksinim duydukları çok sayıdaki madensel tuzları ve elementleri işte bu yağmur damlalarında bulurlar. Kuran'da, bir başka ayette bu olay şöyle bildirilir:

Ve gökten mübarek (bereket ve rahmet yüklü) su indirdik; böylece onunla bahçeler ve biçilecek taneler bitirdik. (Kaf Suresi, 9)

Yağışlarla toprağa inen bu tuzlar, verimi artırmak için kullanılan geleneksel gübrelerin bazılarının (kalsiyum, magnezyum, potasyum vb.) küçük örnekleridir. Bu tür aerosellerde bulunan ağır metaller ise, bitkilerin gelişiminde ve üretiminde verimlilik artırıcı elementleri oluştururlar. Kısacası, yağmur önemli bir gübredir. Fakir bir toprak, yalnızca yağmur aracılığıyla gelen bu gübrelerle bile, yüzyıllık bir süre içinde bitkiler için gereken tüm elementleri kazanabilir. Ormanlar da, yine bu deniz kökenli aerosoller yardımıyla gelişir ve beslenirler.

Bu yolla, her yıl kara parçalarının toplam yüzeyi üzerine 150 milyon ton gübre düşmektedir. Bu doğal gübreleme işleyişi olmasaydı, Dünya üzerinde çok daha az bitki olacak, hayat dengesi bozulacaktı. Ayette verilen, yağmurun canlandırma özelliği ile ilgili bilgi, Kuran'ın sayısız mucizevi özelliğinden sadece biridir.