29 Temmuz 2010 Perşembe

Şimşek ve Gök Gürültüsünün Ardındaki Hikmetler

“GÖK GÜRÜLTÜSÜ ALLAH’I HAMD İLE TESBİH EDER”

Kuran’daki surelerden biri olan Ra’d Suresi’nin anlamı "gök gürültüsü"dür. Yüce Allah bir sureye gök gürültüsü adını vererek bu mucizevi doğa olayına dikkat çeker ve “korku ve umut (unsuru) olarak bildirir. Gök gürültüsü ve şimşek nasıl oluşur? Gök gürlemesi ve şimşeğin hikmetleri nedir?

”Gök gürültüsü O’nu hamd ile, melekler de O’na olan korkularından tesbih ederler…” (Rad Suresi, 13)



Sağanak yağmurda, atmosferdeki elektriğin boşalması esnasında oluşan parlak ışıklardan meydana gelen şimşekler ve yıldırımlar, birer iklim olayı olmanın yanı sıra aynı zamanda binlerce santralden daha fazla elektrik üreten enerji kaynaklarıdır. Bu doğal enerji kaynaklarının nasıl oluştuğu ve ne kuvvette ısı ve ışık yaydıkları sorularının yanıtları, Yüce Rabbimiz’in sonsuz gücünü ve ihtişamlı yaratma sanatını gözler önüne seren birer yaratılış harikasıdır.

Şimşek Nasıl Oluşur?

Şimşek, sağanak yağmurda, atmosferdeki elektriğin boşalması esnasında oluşan parlak ışıktır. Peki bu parlak ışık ne zaman oluşur?

Şimşek, atmosferin iki ayrı noktasında, yani bulut ve yer ya da iki bulut arasında oluşabileceği gibi, tek bulut içindeki elektrik geriliminin yüksek bir değere ulaştığı zaman da meydana gelebilmektedir. Güneş ışıkları ile yeryüzünde ısınan hava, içinde buharlaşan suyu da taşıyarak yükselir. Bu yükselen hava yaklaşık 2-3 kilometreye ulaşınca havanın soğuk katmanlarıyla karşılaşır. Bulutların bu yükselişleri sırasında içlerinde oluşan buz kristalleri birbirlerine sürtünerek bir statik elektrik enerjisi açığa çıkarırlar. Bu elektrik enerjisi bulutların üst katmanlarında pozitif (+), alt katmanlarında ise negatif (-) yüklü olarak birikir. Bulutun içindeki yük havayı iyonize edecek güce ulaştığında şimşek oluşur.

Şimşek ve Yıldırım Arasındaki Fark Nedir?

Bulutla yer arasındaki elektrik yükü farkı arttıkça aradaki havanın da delinmesi kolaylaşır ve belli bir değerden sonra havanın delinmesiyle oluşan iletken kanal boyunca buluttan toprağa veya topraktan buluta elektriksel boşalma başlar. Bulutla bulut arasında olan elektriksel deşarja şimşek ve bulutla toprak arasındaki elektriksel deşarja ise yıldırım denir. Yıldırım en az iki çakma şeklinde gerçekleşir. İlk deşarj sırasında, buluttan yere eksi yük (-) akar. Bu çok parlak bir çakma değildir ve genellikle ana kanaldan dışarı doğru saçılan birçok dal görülür. Bu ilk çakma yere yaklaştıkça, çarpacağı noktada oluşan zıt bir yük ve aynı kanalın içinde yerden buluta doğru artı yük taşıyan ikinci bir akım oluşturur. İki çakma genellikle yerden 50 m yükseklikte karşılaşır. Birleşme noktasında bulut ile yer arasında kısa devre oluşur ve bunun sonucunda kanalın içinden buluta doğru yönelen çok parlak yüksek bir elektrik akımı gerçekleşir. Bu elektrik akımında, bulut ile yer arasındaki potansiyel fark birkaç milyon voltun üzerindedir.

Oluşan yıldırım ise yere son derece hızlı düşer. Bir yıldırım, saatte 96.000 km hızla iner. İlk çakma, birleşme noktasına ya da yüzeye 20 milisaniyede, dönüş çakması ise buluta 70 mikrosaniyede ulaşır. Şimşek toplam yarım saniye kadar sürer.

Niçin Gök Gürler?

Şimşek sırasında oluşan gök gürültüsünün nedeni, şimşek kanalının çevresindeki havanın bir anda ısınmasından kaynaklanır. Şimşek veya yıldırım etraflarındaki havayı saniyenin milyonda biri kadar bir sürede 30.000 dereceye kadar ısıtır. Bunun sonucunda hava ses üstü hızla genleşir. Normal atmosfer basıncının neredeyse 100 katı bir basınçla, ses hızından çok hızlı ses dalgaları yayar. Ama birkaç metre sonra şok dalgası normal bir ses dalgasına dönüşür. Ses dalgaları daha sonra ortamdaki hava ve yüzey şekillerince biçimlenir. Bu aynen ses hızını geçen uçaklarda olduğu gibi kulağımıza bir tür patlama sesi olarak ulaşır. Bu patlama sesi gök gürlemesi olarak adlandırılır. Birbirini izleyen patlama ve çatırdamaların sebebi işte budur.

Gök Gürültüsünün Sesi ile Yıldırımın Işığı Neden Yeryüzüne Aynı Anda Ulaşmaz?

Çünkü gök gürültüsünün sesi bize ses hızı (havada 340 m/saniye) ile ulaşırken, şimşek ve yıldırımın görüntüsü gözümüze ışık hızıyla (299.793 km/saniye) ulaşır. Bu da iki olay arasında belli bir sürenin geçmesine ve yıldırımın ışığının gök gürültüsünden önce yeryüzüne ulaşmasına neden olur.

Kuran’da Bildirilen Şimşek ve Gök Gürültüsü Gerçeği

Yüce Rabbimiz Kuran’daki bazı ayetlerde şimşek, gök gürültüsü ve yıldırımın Kendi Zatı’nın eseri olduğunu bildirmektedir. Bilimin gelişmesiyle bu doğa olaylarının işleyiş mekanizmasının Kuran’la mutabık olarak gerçekleştiği anlaşılmıştır.

Kuran’da şimşeğin doluyla olan ilgisine dikkat çekilmesi:

... Gökten içinde dolu bulunan dağlar (gibi bulutlar) indiriverir, onu dilediğine isabet ettirir de, dilediğinden onu çevirir; şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri kamaştırıp götürüverecektir. (Nur Suresi, 43)

Dolunun, şimşeğin oluşumundaki etkisi araştırıldığında, ayette önemli bir meteorolojik gerçeğe işaret edildiği görülecektir. Meteoroloji uzmanları bu gerçeği açıklayan şöyle bir yorum getirmektedirler:

Aşırı soğumuş damlacıklardan ve buz kristallerinden oluşan bir bulut bölgesinden dolu düştükçe bulutlar elektrik yüklenir. Daha hafif ve pozitif yüklü parçacıklar hava akımıyla bulutların yukarı tarafına doğru taşınırlar. Negatif yükle kalan dolu, bulutun aşağı kısmına doğru düşer, böylece bulutun aşağı tarafı negatif yüklenir. Bu negatif yükler yıldırım olarak yeryüzüne doğru deşarj olurlar. Bu bakımdan dolu, yıldırımın oluşumunda ana etkendir.

Yağmur bulutlarının şimşeklerle olan bağlantısına ve bu oluşumların sıralamasına dikkat çekilmesi son derece önemli bir Kuran mucizesidir:

Ya da (bunlar) karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek(ler)le yüklü, 'gökten şiddetli bir yağmur fırtınasına tutulmuş gibidirler ki, yıldırımların saldığı dehşetle'; ölüm korkusundan parmaklarıyla kulaklarını tıkarlar... (Bakara Suresi, 19)



Yukarıdaki ayetteki sıralama bilimsel bulgularla tam bir paralellik içindedir. Yağmur bulutları 25.6 km2- 256 km2 genişliğinde, 9.000-12.000 m yüksekliğindeki çok büyük kütleler halindedir. Bu olağanüstü kalınlıktan ötürü, bu bulutların tabanı karanlıktır. Güneş ışınları, bulutu oluşturan su ve buz parçacıklarının çok fazla miktarda olmasından dolayı geçiş imkanı bulamazlar. Bu yoğunluk dolayısıyla, yeryüzüne bu bulutlar arasından çok az miktarda güneş ışığı ulaşır ve bu yüzden yeryüzünden bakan bir kişi bulutu karanlık olarak görür. Bulutun üst kısımlarında ise karanlık daha azdır ve yeryüzüne yaklaştıkça karanlık daha artar. Ayette sırasıyla yağmur bulutundaki karanlık tabakalar, şimşek olarak bilinen elektrik yüklü kıvılcımlar ve gök gürültüsü olarak bilinen patlama sesine dikkat çekilir. Modern bilimin bulutların oluşumu, gök gürültüsü ve şimşeğin sebepleri ile ilgili tüm söyledikleri, Kuran ayetlerinde bildirilenler ile büyük bir uyum içindedir.

Sonuç: Gök Gürültüsü ve Şimşek Neden Korku ve Umut Vesilesidir?

Yüce Allah, şimşek ile ilgili ayetlerde şimşeği bir korku ve umut olarak insanlara gösterdiğini bildirmiştir. Gerçekten de şimşeğin çakması yağmurların yağacağına işarettir ve yağmurlar ya ekinlere bereket olarak umut verecektir ya da sel, taşkın, toprak kayması gibi felakete sebep olarak insanları uyaracaktır.

Allah, Rum Suresi’nde şimşeğin korku ve umut olduğunu şöyle bildirmiştir:

"Size bir korku ve umut (unsuru) olarak şimşeği göstermesi ile gökten su indirmek suretiyle ölümünden sonra yeri onunla diriltmesi de, O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilecek bir kavim için gerçekten ayetler vardır." (Rum Suresi, 24)

Allah şimşek ve gökgürültüsünde bizler için birçok hikmetler var etmiştir. Şimdiye kadar belki birçok insanın hiç bu kadar detaylı düşünmediği, insana korku ve umut duyguları hissettiren bu iklim olayları Allah korkusunun artmasına vesile olur. Yüce Allah kapkaranlık bir gecede etrafı bir anda aydınlatan muazzam elektrik yüklü şimşekler ve bu şimşeklerin şiddetli sesiyle uyuyan kişileri bile uykusundan uyandıran gök gürültüsüyle insanlara Zatı’nın kadrini, kuvvetini bir kez daha kanıtlar.

Kuşkusuz insanlarda gökgürültüsü sesinin etki uyandırmasında kıyamet günü üfürülecek olan Sur sesini fıtraten insanlara hatırlatması da etkendir. (Doğrusunu Allah bilir.) Ancak bu hikmetinin yanısıra şimşek ve gökgürültüsü Allah’ın dilemesi ile insanlara belli amaçlar için gönderilmiş ve pek çok başka hikmetler taşıyan önemli birer doğa olayıdır.

Yarım Saniyede Oluşan İhtişam: Şimşek Mucizesi

Tek bir şimşeğin yaydığı enerji dahi Amerika’daki tüm elektrik santrallerinin ürettiği enerjiden daha fazladır.

Bir şimşek çakışı 3 aydan daha fazla bir zaman için 100 watt’lık bir ampulü yakabilir.

Bir şimşeğin yere temas noktasında hava 25.000 oC’ye kadar ısınır. Şimşeğin hızı saniyede 150.000 km’dir, ortalama kalınlığı 2.5-5 cm’dir.

Şimşek yeryüzünü kaplayan bitki örtüsünün yaşamını devam ettirebilmesi için önemli olan nitrojen moleküllerini üretir.

Ortalama şimşek çakması 20.000 amper elektriksel güç içerir. Bir kaynakçı çeliği kaynakla birleştirmek için yalnızca 250-400 amper kullanır.

Şimşek saniyede 150.000 km yani neredeyse yarı ışık hızıyla hareket eder ve sesten 100.000 defa daha hızlıdır.

Şimşeğin yaydığı ışık 10 milyon tane 100 wattlık ampulün yaydığı ışıktan daha fazla aydınlık verir. Örneklendirmek gerekirse; İstanbul’daki her evde bir ampul yansa, çakan tek bir şimşek etrafı bunlardan daha fazla aydınlatır. Allah, Kuran’da şimşeğin bu ihtişamlı parıltısını şöyle bildirir
: “... şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri kamaştırıp götürüverecektir.” (Nur Suresi, 43)
Şimşeğin oluştuğu kanaldaki sıcaklık 10.000 oC kadardır. Demiri eriten yüksek fırınlarda oluşan sıcaklık 1050-1100 oC arasındadır. En küçük şimşeğin ürettiği sıcaklık ise bunun 10 katıdır. Bu kavurucu sıcaklık şimşeğin dünyada bulunan elementleri kolaylıkla kavurup yok edebilmesi demektir. Bir başka karşılaştırma yapmamız gerekirse, Güneş’in yüzeyindeki sıcaklık 700.000 oC kadardır. Yani, şimşeğin sıcaklığı, Güneş’in yüzeyindeki sıcaklığının 1/70’idir.

Yılda düşen 3 milyar yıldırım, saatte 96.000 km hızla hareket eden ve 30.000oC ısı açığa çıkaran muazzam bir enerji kaynağıdır ve Yüce Allah’ın var ettiği en görkemli atmosfer olaylarından biridir.

Şimşek Yüce Allah’ın yarattığı mucizevi bir oluşumdur. Çünkü gözle görülemeyen (+) ve (–) yüklü parçacıkların arasından muazzam büyüklükte bir gücün çıkması şimşeğin tesadüfen ortaya çıkamayacağını göstermektedir. Ayrıca bu güçten, bitkiler için faydalı olan azot moleküllerinin ortaya çıkması, şimşeğin belli bir hikmetle yaratıldığını da ispatlar.

Yıldırım Çarpması Ölümü Düşündürür

Her yıl yüzlerce insanın yaşamını yitirmesine neden olan yıldırım çarpmasından sağ kalan insanların deneyimleri, ölümü hatırlatırken insanın Allah’ın karşısındaki acizliğini de gözler önüne serer.

Bir kişiye yıldırım çarpması olasılığı 700.000’de birdir ancak bu olasılığı ve yıldırımın etkilerini azımsamamak gerekir. Yıldırım çarpan insanların kendi ifadelerine göre; elektrik akımı giysilerin fermuarlarını veya düğmelerini patlatabilmekte, oluşan akımla insanlar yere düşerek baygınlık geçirebilmektedirler. Yıldırım çarpması sonucunda hastanelerin yoğun bakımlarında 1-2 ay süreyle tedavi gören bu kimseler, beyinde meydana gelen hasarlar nedeniyle yürümeyi, yutma refleksini daha genel bir ifade ile yeniden yaşamayı öğrenmektedirler. Bu kişiler adeta “ölümü yaşamış ve dirilmiş gibi” hissettiklerini ifade etmektedirler.

Kuran’da, Yüce Allah’ın Hz. Musa (a.s.)’ın kavmine yaşattığı bir yıldırım çarpması olayında bu yaşananlara çok benzer bir durum anlatılmıştır. Çirkin bir cesarette bulunarak, iman etmek için Hz. Musa’dan Allah’ı apaçık görmeyi talep eden İsrailoğulları’nı Allah yıldırımın buna benzer etkisine maruz bırakmıştır. Ayette geçen “yıldırım sizi kendinizden almıştı“, “ölümünüzden sonra dirilttik“ ifadeleriyle, yıldırımın etkisi altında kalan insanların kalplerinin durarak ölümlerinden sonra dirilmiş gibi olmalarına, yaşadıkları şoka, bilinç ve hafıza kayıplarına işaret ediliyor olabilir. (Şüphesiz doğrusunu Allah bilir.) Kuran’daki ilgili ayetler şöyledir:

“Ve demiştiniz ki: "Ey Musa, biz Allah'ı apaçık görünceye kadar sana inanmayız." Bunun üzerine yıldırım sizi (kendinizden) almıştı. Ve siz bakıp duruyordunuz. Sonra şükredesiniz diye, sizi ölümünüzden sonra dirilttik.” (Bakara Suresi, 55-56)

Şimşeğin çakması yağmurların yağacağına işarettir ve yağmurlar ya ekinlere bereket olarak umut verecektir ya da sel, taşkın, toprak kayması gibi felakete sebep olarak insanları korkutacaktır.


27 Temmuz 2010 Salı

KUŞ GİBİ UÇAKLAR

Bilindiği üzere uçaklar, iniş yapmak için uzun mesafeden, önce yavaş bir manevra yapar ve yere dokunur dokunmaz frene basarak yaklaşık 1 mil kadar sonra dururlar. İniş yapabilmeleri için bir süre, mesafe ve alan hesaplamaları gerekir.

Kuşlardaysa, durum çok daha farklıdır. Kuşlar, çok yüksek hızla giderken çok nazik bir şekilde bir telgraf teli inceliğinde bir alana iniş yapabilirler.

Kuşlardaki bu uçuş teknolojisini, uçaklara da kazandırmak isteyen MIT’li araştırmacılar, yeni bir kontrol sistemi düzenlediler. Bu kontrol sisteminde, köpük planörün sadece kuyruğundaki tek bir motor ile iniş noktasına inmesini sağlamaktadır. Bu sistem, aynı evlerimizde baktığımız muhabbet kuşlarının konma sistemi gibidir.

Kuşlar, çok kompleks bir fizik olayı gerçekleştirir: “Hız kesmek”. Ve bunu çok hatasız ve düzgün olarak yapabildikleri için de, inişlerde hiç sorun yaşamazlar. Bu, henüz uçaklarda yakalanamamış bir teknoloji. Uçak, irtifasında değişiklik yaptığında, kanatlarının seviyesinde en fazla bir-iki derece fark olabilir. Bu dar açıyla birlikte, uçağın kanatlarındaki hava akışı düzenli ve kusursuz bir hal alır.

Fakat kuşların yaptığı bundan çok daha karmaşık bir işlemdir. Kuşlar, iniş yaparlarken, hızını kesmek için kanatlarını çok ufak bir açıyla değil çok dik bir açı ile geriye doğru toplarlar. Kanatlar arasındaki hava akışı türbilansa neden olup büyük hava girdapları oluşturur. Eğer uçak, kanatlarını bir kuşun kaldırdığı açıyla geriye doğru kaldırırsa, tam manasıyla yere çakılır.

Başka bir deyişle, kuşların uyguladığı “hız kesme” işlemini, uçakların uygulaması imkansızdır. Uçaklar hız kesmek yerine, sadece yavaşlayabilirler.

Bu nedenle, günümüzdeki uçuş sorunlarının çözümünde, yapılan araştırma çok ciddi bir öneme sahiptir. Bu yöntem tam olarak taklit edildiğinde, robot uçak tasarımlarında çok ciddi bir yol kat edilmiş olacak, uçakların manevra kabiliyetleri çok ileri bir düzeye gelecek, ve yakıtı bittiği zaman elektrik tellerine konarak kendini şarj edebilen robot uçaklar üretilebiliyor olacağından, uçakların yakıt sorunları da ortadan kalkacak.

Kaynak: http://www.sciencedaily.com/releases/2010/07/100725170454.htm

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Doğadaki Usta Kamuflajcılar



Şüphesiz müminler için göklerde ve yerde ayetler vardır. Sizin yaratılışınızda ve türetip yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır. (Casiye Suresi, 3-4)

Canlıların yaşamlarını devam ettirebilmeleri için gerekli şartlardan birisi de tehlikelerden sakınmaktır. Pek çoğunun kullandıkları yöntemleri biliriz. Ancak bazıları da vardır ki, insanin pek de aklına gelmeyecek bir yöntemi kullanırlar, kendilerini gizlerler...

Doğa birbirinden çok farklı özelliklere ve yasam biçimlerine sahip milyarlarca canlıya ev sahipliği yapar. Ve bu büyük misafirhanede yasayan hayvanlar arasında kimilerinin güçlü bir avcı, kimilerinin de saklanan bir av olduğu dikkati çeker. Ne var ki doğada öylesine mükemmel bir uyum, öylesine hassas bir denge vardır ki, milyonlarca canlı birbirlerine bağlı bir hayat sürdükleri halde bu denge bozulmamakta ve canlılar yok olmamaktadırlar. Oysa av-avcı zinciri içerisinde tek bir türün yok olması sistemin tamamen bozulmasına neden olacaktır. Resimdeki kelebeğin bu denli yaprağa benzemesi düşmanlarının onu fark etmesi önler. Elbette bu küçük hayvan, korunmak amacıyla kendi vücudunu yaprağa benzetmiş değildir. Hatta yaprağa benzediği için korunduğunu farkında bile değildir.

En ünlü kamuflajcı: BUKALEMUN

Hiç bulunduğu ortama göre renk değiştiren bir bukalemun gördünüz mü? Bu gerçekten de görülmeye değer olaylardan biridir. Zira bukalemun öylesine üstün bir kamuflaj yeteneğine sahiptir ki, bu isi yapmaktaki çabukluğu ile insani hayrete düşürür. Diğer pek çok sürüngen de renk değiştirme yeteneğine sahip olduğu halde hiçbiri bunu bukalemun kadar hızlı yapamaz.

Sadece 5 cm. boyundaki bir bukalemun bile bulunduğu ortama göre renk değiştirebilir, birbirine bağlı olmadan her tarafa dönebilen gözleri ile avını koyulaştıran 'melanofor' hücrelerini büyük bir ustalıkla kullanabilir. Örneğin bir llayabilir ve gereken zamanda vücudundaki kılıftan sıyrılarak yepyeni parlak bir deriye bürünebilir.

Peki hiç düşündünüz mü, bukalemunun tüm vücudu bulunduğu ortama göre nasıl renk değiştiriyor ve derisi, çevresi ile inanılmaz bir benzerlik gösteriyor? Bukelamunlar bulundukları ortamdaki renk ve şekillere hayret verecek derecede uyum gösterecek bir vücut yapısına sahip kilinmislardir. Bukalemun, derisinin altındaki kırmızı ve sari renk taşıyıcıları, mavi ve beyaz yansıtıcı tabakayı ve en önemlisi de rengini koyulaştıran 'melanofor' hücrelerini büyük bir ustalıkla kullanabilir. Örneğin bir bukalemunu sapsarı bir ortama koyduğunuzda vücudunun renginin de hızla sari renge dönüştüğünü ve ortama uyum sağladığını görürsünüz. Üstelik bukalemun sadece tek bir renge değil alacalı renklere de tam bir uyum gösterebilmektedir. Bunu başarabilmesinin sırrı ise usta kamuflajcının derisinin altındaki renk hücrelerinin boyutça büyümeleri ve hızla yer değiştirerek bulundukları yere uyum göstermeleridir. Peki bukalemun bu son derece mükemmel değişimi kendi kendine yapabilir mi? Bu soruya olumlu bir cevap verirsek, öncelikle bukalemunun saklanmak için böyle bir kabiliyete sahip olduğunu bildiğini, bulunduğu yerin renklerini ayırt edebildiğini ve ortam değiştiğinde de gizlenmek için vücut hücrelerine emir verebildiğini kabul etmek zorunda kalırız. Oysa bukalemun hiçbir şekilde renkleri ayırt etme kabiliyetine sahip olmayan bir canlıdır. Bukalemunu üstün bir kamuflaj yeteneği ile donatan ve onu verdiği ilham ile düşmanlarından koruyan Allah'tır. Bukalemunun yaratılışındaki bu mucizevi özellik bizi kuskusuz Allah'ın varlığına ve birliğine götürmektedir.

Peygamber Devesinin kamuflaj tekniği

Peygamber develeri yaşadıkları ortamda kendilerini mükemmel gizleme kabiliyetine sahip olan hayvanlardır. Birbirinden tamamen farklı renklere sahip olan bir çok tür Allah'ın kendilerine verdiği kamuflaj yeteneğini en güzel şekilde kullanır. Son derece çarpıcı bir görünüme sahip orkidenin üzerindeki peygamber devesini ayırt etmek adeta imkânsız.

Kelebeklerin kamuflaj tekniği

Dünyanın dört bir kösesinde, her türlü iklimde yasayabilen kelebekler de son derece savunmasız görünmelerine rağmen düşmanlarına karşı kendilerini gizlemekte oldukça ustadırlar. Rengarenk, olağanüstü güzellikteki kanatlar üzerindeki desenler kimi zaman kelebeğin konduğu yerle, kimi zaman da bir yaprakla insani oldukça şaşırtan bir benzerlik göstermektedir.

Bukalemunun yanında daha bir çok hayvan düşmanlarından korunmak için olağanüstü bir kamuflaj yeteneği sergiler. Oldukça kısa süre yasayan, yeryüzünün süsleri olan kelebekler, birbirinden çok değişik renklere sahip peygamber develeri, denizlerin sakinleri olan balıklar ve daha savunmasız görünen bir çok hayvan gösterdiği kamuflaj yeteneği ile insani oldukça şaşırtır.

Şüphesiz Allah gösterdiği bu delillerle yeryüzündeki hakimiyetini, yarattığı sistemin mükemmelliğini ve evrenin her noktasındaki uyumu görebilen gözler için sergilemektedir.

MEYVELERDEKİ MUCİZEVİ ÖZELLİKLER

İlkbahar, kıştan sonra tabiatın derin bir uykudan uyandığı mevsimdir. Ağaçların yeşil yapraklarla dolduğu, çiçeklerin açtığı, kuşların ve kelebeklerin uçuştuğu, yaz mevsiminin habercisi olan ılık rüzgarların estiği ilkbaharda, tabiat yenilenir ve tüm güzellikleri gözler önüne serilir. Bu güzelliklerden bir tanesi de meyvelerdir. Rengiyle, kokusuyla, değişik tatlarıyla, vitamin deposu olan meyveler Allah'ın insanlara nimet olarak sunduğu güzelliklerdendir.

Bitkilerde gelecek kuşakların devamlılığı için üreme, çiçeklenme ile başlayıp meyve oluşumu ve tohum oluşması süreci içinde sağlanır. Meyvenin en önemli işlevi olgunlaşmamış tohumları ortama ve tohum yiyicilere karşı korumak ve değişik yörelere dağıtmaktır. Meyve içinde yer alan tohumlar canlıların yemesi ile dağılabildiği gibi rüzgar, su gibi faktörlerle etrafa saçılabilmektedir. Böylece yeni bitkilerin oluşması sağlanmaktadır. Kapkara toprağın, minicik tohumla birleşerek, bu tohumun içinden rengarenk çiçekleri, mis kokulu meyveleri çıkarması Yüce Rabbimizin yaratışındaki mucizelerden sadece biridir.

Yeryüzündeki binlerce çeşit meyve, insanlar için hem bir besin kaynağı hem de içerdikleri vitamin ve minerallerle bir şifa kaynağıdır. Örneğin dünya üzerinde en çok tüketilen meyvelerden biri muzdur. Muz çok besleyici bir besin kaynağı olması, birçok vitamin, protein, mineral ve aminoasiti içeriyor olması yatmaktadır. Özellikle B1, B2, C, A ve E vitaminlerini içeren muz, potasyum, demir, kalsiyum, fosfor, sodyum ve iyot açısından da çok zengindir. Muz kalori değeri çok yüksek olmasına karşılık hiç kolesterol içermez. Önemli ölçüdeki potasyum içeriği kalp kaslarının gelişimini ve kalp atışlarının normale dönmesini sağlar. Vücudun su dengesini ayarlar. Muz içerdiği B1 vitamini sayesinde vücudun enfeksiyonlara karşı korunmasında etkilidir. Ayrıca yine B1 vitamini sayesinde sinir dokularının normal çalışmasına da etki eder. İçerdiği iyot sayesinde de tiroid bezinin dengeli çalışmasına yardım eder. Bu yararlarının yanı sıra, Allah Kuran'da "Üstüste dizili meyveleri sarkmış muz ağaçları" (Vakıa Suresi, 29) ayetiyle muzun cennet meyvelerinden olduğunu haber vermiştir. Elbette ki diğer tüm nimetler gibi cennetteki muz da dünyadakinden çok daha kusursuz olacaktır. Ancak Allah dünyada da bu cennet nimetinin bir benzerini yaratmış ve insanları bu meyveden faydalandırmıştır.

Kendine özgü hoş kokusu ve tadıyla baharın güzel meyvelerinden bir tanesi çilektir. Meyvesi, küçücük ve içinde kendine özgü aromalı çekirdekleri bulunan meyveciklerin bir çiçek tabanında gelişip büyümesi ile meydana gelir. Kırmızı rengini ise olgunluk döneminde alır. Çilek C vitamini bakımından oldukça zengin bir meyvedir. Çilekteki C vitamini miktarı limona oranla daha yüksektir. Çilek özellikle gut, damar tıkanıklığı ve romatizma gibi rahatsızlıkları olanlara tavsiye edilmektedir. Çünkü çileğin kanı berraklaştırma ve akıcılığını sağlama gibi bir özelliği vardır. Çilek estetik görünümüyle, kendine özgü kokusuyla ve olağanüstü tadıyla Allah'ın benzersiz sanatını sergileyen özel bir tasarım harikasıdır.

Yeryüzündeki saymakla bitiremeyeceğimiz çeşitlilikteki bitkiler, milyonlarca yıldır ne zaman ne yapmaları gerektiğini, ne zaman çiçek açacaklarını ya da meyve vereceklerini tohumlarında saklı program sayesinde bilmekte ve unutmadan, yanılmadan bu programı uygulamaktadır. Doğadaki bin bir çeşit meyve ise, her seferinde aynı kusursuz tasarımda, aynı koku ve tatla hiç hatasız oluşmaktadır. Üstelik her biri içerdikleri değişik vitamin, mineral ve bileşiklerle insanlara besin kaynağı olurken, bir yandan da birçok fayda sağlamaktadır.

Meyvelerde, bilinçli ve üstün bir akıl sahibinin yaratışı olduğu açık bir gerçektir. Meyveler Allah'ın yaratma sanatını gözler önüne seren delillerdendir. Allah bir Kuran ayetinde şöyle bildirmektedir:

"O, gökten su indirendir. Bununla her şeyin bitkisini bitirdik, ondan bir yeşillik çıkardık, ondan birbiri üstüne bindirilmiş taneler türetiyoruz. Ve hurma ağacının tomurcuğundan da yere sarkmış salkımlar, -birbirine benzeyen ve benzemeyen- üzümlerden, zeytinden ve nardan bahçeler (kılıyoruz.) Meyvesine, ürün verdiğinde ve olgunluğa eriştiğinde bir bakıverin. Şüphesiz inanacak bir topluluk için bunda ayetler vardır." (Enam Suresi, 99)

Sakın vicdanınızın sesini anlamazlıktan gelmeyin !

İnsan dünyada bulunduğu süre boyunca yaşadığı her olayda gösterdiği tepkilerle ve içinden geçirdiği düşüncelerle denenir. Bu deneme sırasında karşısında her zaman iki alternatif vardır: Ya daima kötülüğü emreden nefsinin sesine uyacaktır ya da kendisini bu kötülüklerden sakındıran vicdanının sesine. Allah, insanın içindeki bu iki sese ayetlerde dikkat çeker:

Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene', Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). (Şems Suresi, 7-8)

Ayette de bildirildiği gibi nefis insanı en küçüğünden en büyüğüne kadar yaşadığı her olayda Allah'ın sınırlarını aşmaya, isyana ve kötülüğe çağırır. İnsanın kendi istek ve tutkularını ön plana çıkartarak Allah'ın rızasını göz ardı etmesini ister. Ve bunu da çok çeşitli bahaneler öne sürerek sinsice yapar. Öyle ki kişi eğer vicdanını dinlemezse nefsinin fısıltılarına kolaylıkla aldanır.

Oysa vicdan, insanın ömrünün sonuna kadar şartlar ve koşullar ne olursa olsun bir an dahi susmaz. Nefis sürekli birtakım mazeretlerini öne sürse bile vicdan, insana aralıksız olarak neyin doğru neyin yanlış olduğunu açıkça söyler. Bu, Allah'ın insan için yaratmış olduğu mükemmel bir sistem ve büyük bir nimettir. Hangi olayla karşılaşırsa karşılaşsın, dünyanın neresine giderse gitsin, hangi kültürden olursa olsun her insan içinde daima başvurabileceği bir doğruluk rehberine sahiptir.

Unutmayın siz de bu doğruluk rehberine sahipsiniz. O halde sakın içinizdeki bu sesin söylediklerini anlamazlıktan gelmeyin.

Üstelik vicdan sadece müminlere has bir ilham değildir. Bu ses inkarcılar da dahil olmak üzere her insanın içinde vardır. Fakat müminlerin farkı, hayatlarının her anında vicdanlarını kullanmaları ve onun sesine uymalarıdır. İnkarcılar ise kendilerine hakkı gösterdiği halde vicdanlarının sesini dinlemeyip nefislerinin istek ve tutkularına uyarlar. Allah bu konuya Kuran'da Hz. İbrahim ile ilgili bir kıssada dikkat çekmiştir. Hz. İbrahim, kavminin taptığı putları en büyükleri hariç olmak üzere paramparça edince kavmiyle aralarında şöyle bir konuşma geçmiştir:

Dediler ki: "Ey İbrahim, bunu ilahlarımıza sen mi yaptın?" "Hayır" dedi. "Bu yapmıştır, bu onların büyükleridir; eğer konuşabiliyorsa, siz onlara soruverin." Bunun üzerine kendi vicdanlarına başvurdular da; "Gerçek şu ki, zalim olanlar sizlersiniz (biziz)" dediler. Sonra, yine tepeleri üstüne ters döndüler: "Andolsun, bunların konuşamayacaklarını sen de bilmektesin." (Enbiya Suresi, 62-65)

Bu konuşmaları yapan insanlar, az sonra Hz. İbrahim'i ateşe atmaya karar veren insanlardır. Allah'ın kendilerini hidayete yöneltmesi için yolladığı peygamberlerini ateşe atmaya kalkışacak kadar zalim olan bu insanların dahi vicdanları, hakkı onlara bu derece açıklıkla söylemektedir. Ama ayette haber verildiği gibi bu insanlar vicdanlarının sesini duydukları halde "tepeleri üstüne ters dönmüş" ve gerçeği görmemezlikten, anlamazlıktan gelmişlerdir. Başka bir ayetin ifadesiyle, "körleşmişler ve sağırlaşmışlar"dır. (Maide Suresi, 71)

Her insan gibi sizin de içinizde vicdan ve nefis birarada bulunmaktadır. Siz de karşılaştığınız her olayda vicdanınızın ve nefsinizin seslerini duyuyorsunuz. Eğer Allah'ı razı etmek, doğruya ulaşmak istiyorsanız sakın vicdanınızın sesini duymazlıktan, anlamazlıktan gelmeyin.

Vicdan her insana doğru yolu gösteren bir vesiledir

İnsan kendi içindeki sesleri birbirine karıştırmaktan, hangisinin doğruyu, hangisini yanlışı söylediğini anlayamamaktan endişe edebilir. Ama bilmek gerekir ki, vicdan doğruyu gördüğünde bir an dahi tereddüt etmez, hiçbir zaman insanı kararsızlık içinde bırakmaz ve doğruyu anında söyler. Ancak vicdanın sesinin hemen sonrasında nefis devreye girer ve vicdanın söylediğini kişiye yaptırmamak için binbir türlü bahaneler uydurur. Yani bir insanın karşılaştığı bir olay karşısında duyduğu ilk ses vicdanının sesidir. Arkasından gelen tüm mazeretler, olumsuzluklar ise nefis kaynaklıdır. Siz duyduğunuz anda, Allah rızası için en güzele çağıran o ilk sesin vicdanınıza ait olduğunu anlamazlıktan gelmeyin.

Eğer kişi vicdanını kullanmazsa ve o ilk sese uymazsa, bir süre sonra adeta nefsinin esiri olur ve her türlü kötülüğe açık hale gelir. Bu, tamamen kendi tercihi olduğundan imtihanı da kaybeder, nefsinin istekleri ve kibiri uğruna sonsuza kadar cehennemde yaşamaya mahkum olur. Çünkü insan Allah'a kullukla sorumludur ve kulluk da ancak vicdana uymakla mümkündür. Bunu anlamazlıktan gelenlerin sonunu ise Allah, yukarıda verdiğimiz nefisle ilgili ayetlerin devamında "yıkım" olarak nitelendirmiştir:

Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır. (Şems Suresi, 9-10)

Herkes pişmanlığın ne kadar can yakıcı bir duygu olduğunu bilir. İşte bu duygunun temelinde vicdanın sözünün dinlenmemesi yatar ve bu, insan için Allah'tan bir uyarı niteliği taşır. Kimi zaman insan hatalı tercihinden vazgeçene kadar da bu pişmanlık peşini bırakmaz, manevi bir azaba dönüşür. Öyleyse siz vicdan azabı çektiğiniz zaman bunu anlamazlıktan gelmeyin. Bu, bir yerde hata yaptığınızın göstergesidir ve nerede, hangi noktada hata yaptığınızı da size söyleyecek olan yine vicdanınızdır. Dünyada pişmanlığın telafi imkanı varken bu fırsatı değerlendirin. Çünkü ahiretteki pişmanlık dayanılmaz boyutlardadır ve sonsuza kadar da insanın peşini bırakmayacaktır.

Nefsiniz istemese de, kimi zaman size zor göstermeye çalışsa da vicdanınızın size daima doğruyu söylediğini sakın anlamazlıktan gelmeyin. Eğer siz vicdanlı olursanız bilin ki Allah sonsuz vicdan sahibidir; nefsinizden sakınarak ve vicdanınıza uyarak yaptığınız zerre kadar iyiliğinizin karşılığını size eksiksiz olarak verecektir. Ama vicdanlarını kullanmayanlar elbette kullanan insanlarla bir tutulmayacaktır.

23 Temmuz 2010 Cuma

Yaprakların Dizilişindeki Gizli Simetri




“... Şüphesiz, Allah herşeyin hesabını tam olarak yapandır.” (Nisa Suresi, 86)

Çevremizdeki bitkilere ve ağaçlara baktığımızda dalların pek çok yaprakla kaplı olduğunu görürüz. İlk bakışta dalların ve üzerindeki yaprakların bitkinin bünyesinde rastgele ve dağınık bir şekilde dizilmiş olduklarını düşünebilirsiniz. Oysa tüm bitki ve ağaçlardaki dalların ve yaprakların nereden çıkacağı, hangi açı ile eğilip bükülecekleri ve yaprakların dallar etrafındaki dizilişleri sabit bir matematiksel kurala göre belirlenmiştir. Bitkilerdeki bu matematiksel düzeni yakından incelediğimizde ise insanı hayrete düşüren etkileyici bir geometrik planla karşılaşırız.

Bitkiler ilk yaratıldıkları günden beri aynı matematik kurallarına harfi harfine uyarlar. Hiçbir yaprak veya hiçbir çiçek tesadüfen ortaya çıkmaz. Bir ağaçta kaç dal olacağı, dalların nereden çıkacağı, bir dal üzerinde kaç yaprak olacağı ve bu yaprakların hangi düzenlemeyle yerleşeceği önceden bellidir. Ayrıca her bitkinin kendine özgü dallanma ve yaprak diziliş kuralları vardır.

Bilim adamları bitkileri sadece bu dizilişlerine göre tanımlayıp sınıflandırabilmektedirler.

Olağanüstü olan ise, örneğin Çin’deki bir kavak ağacı ile İngiltere’deki bir kavak ağacının aynı ölçü ve kurallardan adeta haberdar olmaları, aynı oranları uygulamalarıdır. Her bitkiyi kendine özgü matematiksel hesaplarla en estetik şekilde yaratan, tüm bu estetiğin ve kusursuz hesaplamalardan oluşan sistemin sahibi, sonsuz ilim sahibi olan Allah’tır. Kuran’da da bildirildiği gibi;

“Göklerin ve yerin mülkü O’nundur; çocuk edinmemiştir. O’na mülkünde ortak yoktur, herşeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir.” (Furkan Suresi, 2)

Yapraklardaki Matematiksel Uyum: Phyllotaxy

Bitkilerdeki yaprak düzeni günümüzde en ince ayrıntısıyla ortaya konmuş, hatta bu konu botanikte özel bir araştırma dalı haline gelmiştir. Her bitki türüne göre farklılık gösteren yaprak diziliş sistemi botanikte “phyllotaxy” adı altında incelenmektedir. Yapılan araştırmalara göre her bitkinin ve her ağacın kendine özgü yaprak diziliş oranları vardır ve dünyanın neresine giderseniz gidin aynı türde bir ağacın ya da bir bitkinin üzerindeki yaprakların dizilim oranı değişmemektedir. Botanikte “yaprak diverjansı” olarak da adlandırılan bu oranlara göre, her bitkide yaprakların gövde ya da dal etrafındaki dizilişleri belirli bir sayısal düzene göre belirlenmiştir.

Oran Nasıl Hesaplanıyor?

Oran hesabını şöyle açıklayabiliriz: Bir yapraktan başlayıp, gövde ya da dal etrafında dönerek aynı hizadaki diğer yaprağa rastlayıncaya kadar yapmamız gereken tur sayısını A, ve bu turlar arasında karşılaştığımız yaprak sayısını B ile gösterirsek, “yaprak diverjansı” olarak adlandırılan oran B/A olacaktır.

Tüm ağaç ve bitki türlerindeki yapraklar hiç değişmeden bu orana göre dizilmektedir. Bitkilerin gövdesinde eşit açılı bir sarmal meydana getiren ve her bitki türüne göre farklılık gösteren “yaprak diverjans” oranlarının pay ve paydaları ise daima altın oranı veren Fibonacci sayılarından oluşmaktadır.
Bazı ağaçlardaki yaprak dizilim oranlarını şöyle sıralayabiliriz:

Yapraklar;
  • Karaağaç ve ıhlamur gibi ağaçlarda 1/2,
  • Kayın, fındık ve böğürtlen gibi ağaçlarda 1/3,
  • Meşe, kiraz ve elma gibi meyve ağaçlarında 2/5,
  • Gül, kavak, söğüt ve armut gibi ağaçlarda 3/8,
  • Badem ağacında ise 5/13

oranına göre dizilmektedir. Şüphesiz ki burada çok etkileyici bir geometrik plan ve matematiksel bir hesap söz konusudur. Dünya üzerinde her nereye giderseniz gidin örnek verdiğimiz ağaçlardaki bu oran, hiçbir şekilde değişmeyecektir.

Yapraklardaki Simetrinin Önemi

Yapraklar Fibonacci sayılarına göre dizildiği için;
Bitki üzerindeki hiçbir yaprak diğerini gölgelemediğinden, tüm yapraklar güneş ışığından ve havadan eşit olarak faydalanabilmektedirler.

Her yaprak maksimum oranda yağmur suyunu yakalayabilmekte ve bu nedenle de yapraklardan gelen su gövdeden aşağı doğru akarak köke kadar gelebilmektedir.

Dolayısıyla bitkinin kökü de yağmurlu bir havada yaprakların bu özel dizilimi sayesinde yağmur suyundan maksimum oranda faydalanmış olmaktadır. Döneminin ünlü ressam ve bilim adamlarından biri olan Leonardo da Vinci de bitki yapraklarındaki bu özel dizilimi keşfetmiş ve bunun bitkiye sağladığı “avantajları” şöyle açıklamıştır:

“Yaprak, her zaman üst tarafını gökyüzüne doğru döndürür. Bu sayede tüm yüzeyi ile havadaki çiği daha iyi bir şekilde alabilmektedir. Yapraklar, bitkiler üzerinde öyle bir şekilde dizilmişlerdir ki, bir yaprak diğerini mümkün olan en az oranda örtmektedir. Yaprakların bu sırası havanın ve Güneş’in yapraklara girebilmesi için gerekli açıklığı sağlar. Bu dizilim sayesinde birinci yapraktan dördüncü yaprağa düşen damla aynı şekilde altıncı yaprağa da düşebilmektedir.”

Yapraklardaki Altın Oran Yüce Allah’ın Kontrolündedir

Açıktır ki, yeryüzünde bulunan her bitki türünün kendine özgü bir yaprak dizilim oranı olmasaydı, yani her bitkinin yaprakları gelişigüzel ve dağınık bir şekilde dallar üzerine serpiştirilseydi, yapraklar yeterli oranda güneş ışığından, havadan ve yağmur suyundan faydalanamayacaktı. Buna bağlı olarak bitkinin büyüme dengesi bozulacak ve besin elde edebilmesi çok zorlaşacaktı.

Tüm bu gerçekler de göstermektedir ki; yaprakların dallar üzerinde altın oranı veren Fibonacci sayılarına göre dizilmeleri ve bu oranın bitkilere kazandırdığı hayati fonksiyonlar, sadece kusursuz bir yaratılışla açıklanabilir. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar eksiksiz bir şekilde yaratan Rabbimiz yaprakların fonksiyonlarıyla, yaprakların dal üstündeki konumlarını altın oranla birbirine bağlamıştır. Bir Kuran ayetinde her şeyin Allah’ın bilgisi dahilinde gerçekleştiği ve O’nun kontrolünde olduğu şöyle bildirilmektedir:

“Gaybın anahtarları O’nun Katındadır, O’ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve denizde olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve her şey) apaçık bir kitaptadır.” (Enam Suresi, 59)

Fibonacci Dizisi Nedir?

Özel bir sayı dizisi olan “Fibonacci Dizisi”, ilk defa 13. yy’da yaşamış olan ünlü İtalyan matematikçi Fibonacci tarafından keşfedildiği için bu adı almıştır. Bu sayı dizisi 0 ve 1 rakamlarıyla başlar ve her rakam kendisinden önceki iki rakamın toplamı olacak şekilde devam eder. (0, 1, 1, 2, 3, 5, 8, 13, 21, 34, 55...) Diziyi oluşturan sayıları birbirlerine oranladığımızda daima altın oranın sayısal değeri (1,618) elde edilmektedir. Bu sayı dizisi, günümüzde pek çok bilim adamı tarafında da kabul edildiği gibi, doğadaki yaratılışın matematiksel “şifresidir” ve doğadaki pek çok geometrik şekilde bu sayı dizisinin ardışık olan terimlerine rastlanmaktadır.

Aynı türe ait her ağacın altın orandan haberdar olup, kendi cinsi için belirlenmiş orana uyması büyük bir mucizedir. Örneğin bir muz ağacı bu oranı nereden bilir ve bu orana nasıl uyabilir? Bu hesaba göre, her muz ağacının çevresinde bir yapraktan başlayıp 8 kere tur attığınızda, aynı hizadaki diğer yaprağa rastlayacaksınız. Ve bu turlar arasında 3 yaprakla karşılaşacaksınız. Güney Afrika’dan Latin Amerika’ya kadar nereye giderseniz gidin, bu oran şaşmayacaktır. Sadece böyle bir yaprak diziliş oranının olması dahi canlıların tesadüfen oluşmadıklarını, kusursuz ve son derece kompleks bir oran, hesap ve sistemle yaratıldıklarını gösteren önemli delillerden yalnızca biridir. Canlıların genetik yapılarına böyle bir oranı kodlayan, onları bu bilgi ve özellikle yaratan üstün bir ilim ve akıl sahibi olan Allah’tır.

Gökyüzünde Dolaşan Su Tankları





Siz günlük hayatınıza devam ederken başınızın üstünde yüzlerce ton ağırlığındaki su tanklarının asılı durduğunu biliyor musunuz?

Hicr Suresi 22. ayette, yağmur oluşumundaki ilk aşamanın rüzgarlar olduğuna dikkat çekilmektedir. Oysa bu yüzyılın başlarına kadar, rüzgarla yağmurun yağması arasındaki tek ilişki rüzgarın bulutları sürüklemesi olarak biliniyordu. Modern meteorolojik bulgular ise rüzgarların yağmurun oluşumunda "aşılayıcı" rol oynadıklarını gösterdi. Bilim adamlarına göre, Dünya atmosferinin 10 trilyon ton su içerdiği hesaplanmaktadır. Bulutlardan meydana gelen bu hava nehrindeki suyun yeryüzeyine indirilmesi için bulutların aşılanması gerekmektedir.

"Ve aşılayıcılar olarak rüzgarları gönderdik, böylece gökten su indirdik de sizleri suladık…" (Hicr Suresi, 22)

Bulut aşılama ilk olarak 1946 ' da Vincent Schaefer isimli bir uzmanın buzdolabı geliştirme laboratuvarındaki çalışmaları sırasında ortaya çıktı. Schaefer soğuk ve sisli bir hava ile dolu olan buzdolabının içine kuru buz atınca su buharının buza dönüştüğünü tesadüfen gördü. Eğer bu olay buzdolabında olabiliyorsa, bulutta da olabilir ve yağmur yağdırılabilirdi.

Bulutların Tohumlaması İçin Sayısız Kompleks İşlem Gerekir

Bulut aşılanması için birçok koşulun oluşması gereklidir. Yağmur yağdırmak için yapılan herhangi bir bulut aşılama işleminde birinci problem aşılamaya uygun bulutun bulunmasıdır (aşılama işlemi bulut oluşturamaz). Bulut aşılama işlemindeki ikinci problem ise, yoğunlaşma çekirdeği olarak hizmet edecek olan maddelerin bulut içindeki en uygun yere zamanında ve doğru miktarda ulaştırılmasıdır. Ayrıca, iyi bir sonuç almak için, bulut soğuk olmalıdır. Yani bulut aşılamasında bulut partiküllerinin büyümesine neden olan buz kristali yöntemi kullanıldığı için, en azından bulutun bir parçası çok soğumuş olmalıdır. Bulut aşılamasındaki ilk uygulamalarda, Vincent Schaefer ve Irving Langmuir 1940'lı yılların sonuna kadar uçaktan, ezilmiş kuru buz parçacıkları attılar. Bu uygulamada bulutun içine atılan küçük parçacıklar, havayı yeni sıvı damlacıkların oluşabileceği sıcaklığa düşürür ve damlacıklar -40
0C nin altında donar. Sonra yeni oluşan bu buz kristalleri sıvı damlacıkların kaybında birikme ile yağış olarak düşecek kadar büyür. (Harun Yahya, Allah Akılla Bilinir)

Yeryüzüne Kontrollü İnen Hayat Kaynağı



— 50
0C derecenin üzerinde olan bulutlar yağmur üretmek için aşılandığında, küçük su damlaları ve higroskopik tuz parçacıkları bulut tabanına enjekte edilir. Bu partiküller düşey hareketle bulut içine taşındığında, çarpma ve yapışma işlemi ile de büyüyen büyük bulut damlacıkları meydana gelebilir.

Dünyada yaşamın devamı için su hayati bir öneme sahiptir. Bilindiği gibi vücudumuzun %70 ' i sudan oluşmuştur. Kupkuru bir toprağa yağmur yağdığında toprak canlanır ve türlü ürünler verir. Kısacası suyun olduğu yerde yaşam vardır. İnsanlar yağmur yağdırmak için 1940 ' lı yılların sonlarından beri çaba içerisinde olmuşlardır. Gelişen bilim ve teknik imkanlar sayesinde artık insanoğlu yağmur yağdırabilecek teknolojiye ulaşmıştır. Ancak burada şaşırtıcı olan gerçek, yağmurun daha dünya varolduğu andan itibaren yeryüzüne dışardan hiçbir müdahale ve teknik destek olmaksızın inebilmesidir. Bu rüzgarların aşılama özelliği ile gerçekleşir.

Rüzgarların Aşılama Özelliği

Okyanusların ve denizlerin yüzeyinde, köpüklenme nedeniyle her an sayısız hava kabarcığı oluşmaktadır. Bu kabarcıklar patladıkları anda, milimetrenin 100'de biri çapındaki binlerce parçacığı havaya fırlatırlar. "Aerosol" adı verilen bu parçacıklar, rüzgarlar sayesinde karalardan gelen tozlarla karışarak atmosferin üst katmanlarına taşınır. Rüzgarların bu şekilde yükseklere taşıdığı parçacıklar, burada su buharı ile temas eder. Su buharı da bu parçacıkların etrafına toplanarak yoğunlaşır ve su damlacıklarına dönüşür. Bu su damlacıkları bir süre sonra da yağmur olarak yeryüzüne iner.

Görüldüğü gibi rüzgarlar, havada serbest halde bulunan su buharını denizlerden taşıdıkları parçacıklarla "aşılamakta" ve böylece yağmur oluşumunu sağlamaktadırlar. Eğer rüzgarların bu özelliği olmasa, yüksek atmosferdeki su damlacıkları hiçbir zaman oluşamayacak ve yağmur diye bir şey de olmayacaktı.

Burada önemli olan nokta ise, rüzgarların yağmur oluşumundaki bu kritik görevinin asırlar önce Kuran ayetinde bildirilmiş olmasıdır.

Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratan Yüce Rabbimiz Allah, bulutları da belli bir ölçüyle takdir etmiştir. Bu bulutların içinden yeryüzüne inen yağmur sularıyla yeryüzündeki yaşamın devam etmesini sağlamaktadır.

Allah bir Kuran ayetinde şöyle buyurmuştur:

"Allah ' ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır."(Bakara Suresi, 164)

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Afrika Kuşlarının Yardımlaşması


Sürüler halinde hareket eden Afrika kuşları da birbirleriyle son derece uyumludurlar ve oldukça çarpıcı bir yardımlaşma örneği gösterirler. Bu kuşların temel besin kaynaklarını, üzerlerine kondukları ağaç dallarında bulunan meyveler oluşturur. Dalların uç kısımlarında bulunan meyvelerden beslenmek ise ilk bakışta bu kuşlar açısından oldukça zordur. Çünkü meyveler, dalların en uç bölümünde yer aldığından, sürünün ancak meyvelere yakın olan kısımlarına konabilen üyeleri bunlardan beslenebilecek, geri kalanları ise, hem dal üzerinde konabilecekleri yeterli yer bulunmadığından hem de meyve sayısının az miktarda olmasından dolayı aç kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklardır. Ancak durum bu şekilde gerçekleşmez.

Birlikte hareket ederek ağaca yönelen Afrika kuşları, sanki aralarında anlaşma sağlamışlar gibi dalların üzerine sırayla konarak, yanyana gelecek şekilde dizilirler. Dalın ucunda bulunan meyvelere en yakın yere konmuş olan kuşlar, kopardıkları meyveyi sıra ile yanlarındaki diğer koloni üyelerine vererek, meyvenin ağızdan ağıza taşınmasını ve böylece dalın en dip kısmında bulunan diğer Afrika kuşlarına ulaştırılmasını sağlarlar.

Tüm sürüdeki kuşların buldukları meyveleri öncelikle kendilerine ayırmaları beklenirken, bu hayvanlar kusursuz bir düzen ve disiplin içerisinde, sürünün beslenmesi için olabilecek en uygun yöntemi uygularlar. Dal üzerindeki bu sıralanışta kuşlardan hiçbiri bu düzeni bozacak bir tavır içerisinde bulunmaz. Ancak yapılan bu yardımlaşma, yine de tüm sürünün bir kerede beslenmesine olanak sağlamaz. Çünkü kuşların üzerine kondukları daldaki meyveler, genelde sürünün içerdiği sayıdan çok daha azdır. Bu yüzden kuşlar her ne kadar topladıkları meyveleri ağızdan ağıza geçirmek suretiyle birbirlerine nakletseler de, sürünün bir bölümü yeterli meyve olmadığından aç kalacaktır. Halbuki Afrika Kuşları dala her yeniden konuşlarında, dalların meyvelere yakın olan kısımlarına bu sefer sıranın en sonunda kalmış ve yeterince beslenememiş olanları konar ve dağıtım işine ilk önce onlar başlar. Bu fedakarlık örneği kuşların Allah'ın ilhamıyla hareket ettiklerinin bir delilidir.

''Heveslenmek'' ile ''gerçekten istemek'' farklı şeylerdir.

Bazı insanlar vardır; hemen her gördükleri güzel şeye heves ederler. Beğendikleri bir şeyle karşılaştıklarında, ilk bir heyecanla o konuda hemen birkaç adım atarlar. Ama sonrasında devam etmeye kararlılık gösteremezler. Sonra hoşlarına giden bir başka konu ortaya çıkar. Bu sefer de hemen o yöne yönelirler. Onda da bir iki gün, birkaç hafta ya da birkaç ay bazı yönlerden çaba harcarlar. Ama yine istikrarlı bir tavır gösteremezler.

Toplumda bu şekilde ‘çabuk heveslenen’ ama sonrasında ‘hevesini çok çabuk kaybeden’ insanlara sıklıkla rastlanır. Hayatın pek çok alanında ortaya çıkan bu yaklaşım tarzı, kişilerin karakterlerinin bir parçası haline gelmiştir. Ve pek çok açıdan zararsız gibi görünen bu karakter yapısı, söz konusu kişilerin kendilerini olumlu yönde yetiştirip, kişiliklerini geliştirmelerini engelleyen önemli bir konu haline gelir.

Allah her insanı vicdanıyla birlikte yaratmıştır. Dolayısıyla bir kişi, kendisi iyi olsa da olmasa da, çevresinde iyi ya da güzel olan bir şey gördüğünde, bunu farkedebilecek bir anlayışa sahiptir. Ve Allah insanın içine, güzel olan herşeye karşı bir özenme ve istek duyma hissi de vermiştir. Önemli olan, güzel olan bir şeyi fark ettiğinde ve buna karşı içinde bir özlem duyduğunda, insanın bu konuda gereken tüm çabayı gösterip özendiği o güzelliğe ulaşana kadar irade göstermesidir.

Örneğin her insan, adaletli bir kimsenin ahlakından hoşlanır. Bu kişiye özenir ve onun gibi olmak ister. Ama bu amacını hayata geçirmek söz konusu olduğunda, gerekli kararlılık, irade ve istikrarı göstermesi gerektiğinde, aynı istek ve özen içerisinde olmaz. Örneğin bir durum olduğunda kolaylıkla sinirlenip öfkesine yenik düşebilir. Sert, kırıcı bir üslup kullanıp, karşı tarafı incitecek sözler söyleyebilir. Nefsine ağır gelen bir konu olduğunda, doğru ve isabetli karar veremeyebilir. Olayları tarafsız bir bakış açısıyla değerlendiremeyebilir ve bunun sonucunda da yanlızca kendi kanaatini esas alarak hareket edebilir.



Dolayısıyla insanın bir konuya heves etmesi elbette güzel bir yaklaşımdır. Ama yeterli değildir. İnsanın bir konuda gerçekten kayda değer bir sonuç elde edebilmesi için, bunu gerçekten ‘çok istemesi’ gerekir. Ve bu ‘çok isteme’nin de mutlaka -Allah rızası için- olması gerekir.



İnsan yalnızca heveslenmekle, istediği sonuca ulaşamaz. Bir insana, her türlü zorluk ve engele karşı koyabilecek, hiç vazgeçmeden sabırla devam edebilecek güç ve iradeyi ancak Allah'ın rızasını kazanma isteği verebilir. İnsan, güzel bir şeye ulaşabilmede, Allah'a olan sevgisi, ahirete olan inancı oranında çaba ve irade gösterebilir.

Örneğin bir mümin, Allah'a iman etmeden önceki yaşamında ne adaleti, ne merhameti, ne sevgiyi, ne saygıyı ne de fedakarlığı gereği gibi gösterebilecek bir ahlaka sahip değildir. Ama iman ettikten sonra, Allah'a olan sevgisinden ve Allah'ın hoşnutluğunu kazanma isteğinden aldığı güçle, tüm bu konularda kendini en iyi şekilde yetiştirebilecek ve hayatının sonuna kadar da bu konularda istikrar gösterebilecek bir irade elde etmiş olur. İşte bu ‘gerçekten çok isteme’nin bir sonucudur.

Sadece heveslenen bir insan, böyle bir sonuç elde edemez. İlk zorlukta, ilk sıkıntıda, ilk engelle karşılaşınca ya da ilk hatasında hemen geri adım atar. Bu tavır, cahiliye insanları arasında çok yaygın olan bir kişilik özelliğidir. Ama bir müminin bu konuda kendini geliştirmiş olması çok önemlidir. Çünkü Kuran ahlakına dair her konuda ilerleme kaydedebilmek için içindeki güzel şeylere karşı duyduğu hevesi, Allah rızası için kararlılıkla ve istikrarla, hayatının sonuna kadar yaşayabilecek bir kişilik elde etmesi gerekir.

Allah ile çok yakın dost olabilmek, Allah'ın en sevdiği kullarından olabilmek, Allah'a tam teslim olup kaderi en iyi şekilde anlayabilmek, tevekkülü en mükemmel şekilde yaşayabilmek; daha olgun, daha derin, daha imanlı bir insan olabilmek, daha derin sevebilmek, daha güzel ahlaklı olabilmek gibi üstün mümin özellikleri, insanın ancak ‘Allah rızası için çok isteyip çok emek vermesi’yle elde edilebilir. Allah kullarının yalnızca bir heves içinde mi yoksa gerçekten çok samimi bir talep içinde mi olduklarını bilir. Ve Allah kullarının bu talepleri oranında onların çabalarına karşılık verir.



Dolayısıyla eğer bir insan, bir konuda, ‘neden istediği gibi sonuç alamadığını’ düşünüyorsa, öncelikle bu konudaki kendi niyetine ve çabasına bakmalıdır. Eğer sonuç alamıyorsa, kendinde mutlaka bir eksiklik olabileceğini düşünmelidir. Niyetini kontrol etmeli ve gerçekten Allah rızası için çok isteyerek ve tüm sebeplere sarılarak elinden gelen her türlü çabayı gösterip göstermediğine bakmalıdır.



Elbetteki Allah çeşitli hikmetlerle ve imtihanın bir gereği olarak çok isteyen bir insanın çabasına da, onu denemek için farklı bir karşılık verebilir. Bir mümin bu gerçeği de bilir ama bu durumdan emin olamayacağı için öncelikle mutlaka çok daha samimi olmaya ve çok daha fazla çaba harcamaya niyet eder.

Allah Kuran'da, ‘gerçekten çok isteyerek Allah'ın rızası için samimi çaba harcayan’ kimselerin, gösterdikleri bu çabanın karşılığını mutlaka alacakları şöyle bildirmiştir:





Şüphesiz insana kendi emeğinden başkası yoktur.

Şüphesiz kendi emeği (veya çabası) görülecektir.

Sonra ona en eksiksiz karşılık verilecektir. (Necm Suresi, 39-41)





O gün, öyle yüzler de vardır ki, nimette (engin bir mutluluk içinde)dirler.

Harcadığı-çabadan dolayı hoşnuttur.

Yüksek bir cennettedir. (Ğaşiye Suresi, 8-10)





Kim de ahireti ister ve bir mü'min olarak ciddi bir çaba göstererek ona çalışırsa, işte böylelerinin çabası şükre şayandır. (İsra Suresi, 19)





Artık Allah, onları böyle bir günün şerrinden korumuş ve onlara parıltılı bir aydınlık ve bir sevinç vermiştir. (İnsan Suresi, 11)

Şüphesiz, bu, sizin için bir mükafaattır. Sizin çaba-harcamanız şükre değer (meşkur:makbul) görülmüştür. (İnsan Suresi, 22)

20 Temmuz 2010 Salı

DİATOM (ÖZEL BİR ALG TÜRÜ)

Diatomlar, genellikle suda yaşayan ve fotosentez yapma özelliğine sahip olan alglerdir. Bu canlılar okyanuslardaki canlı organizmaların %90'ını meydana getirirler. Aynı zamanda tatlı suda yaşayan diatom türleri de bulunmaktadır.




Silisyum ile kaplı olan diatomlar,
olağanüstü bir simetri ve estetik sergilerler.
Bir mikro canlıda böylesine hatasız ve
geometrik bir sanatın sergilenmesi,
Allah'ın sonsuz kudretini tüm ihtişamı ile gösterir.

Diatomlar çift kabuğa sahiptirler. Kabukları silisyum içerdiğinden serttir. Bu nedenle muntazam ve oldukça güzel düzenlenmiş şekilleri vardır. Vücutları ortadan geçen bir hatla son derece simetrik bir şekilde ikiye bölünmüştür. Simetrik bölmelerin her ikisinde de yine birbiri ile simetrik muntazam şekiller bulunmaktadır. Sahip oldukları simetri, kusursuz bir geometri sergiler ve üstün bir tasarım harikasıdır. Birbirinden farklı şekilleri büyük itina ile hesaplanmış oranlara sahiptir ve bu canlıların üstün bir tasarımcının benzersiz bir eseri olduğunu açıkça göstermektedir. Diatomlar bu yönleri ile mikroorganizmalar içinde en kusursuz ve en simetrik yapıya sahip olan, birer sanat eseridirler.


10.000 yaşayan ve 15.000 kadar da soyu tükenmiş diatom türü tanımlanmıştır. Bunlar ve diğer fotosentetik algler tropik okyanusların besin zincirlerini oluşturmaktadır. Her yıl 130.000 tonluk organik karbonun, yani canlıların ihtiyacı olan temel besin maddesinin üretilmesinden sorumludurlar. Bu üretim, dünya ekolojisi için oldukça önemlidir. Diatomlar, yaptıkları fotosentez işlemi ile karbondioksitin de en önemli tüketicilerindendir.

Dünyanın ekolojisine katkıda bulunan, fotosentez yaparak kendi besinini üreten ve aynı zamanda oksijen üretimini sağlayan bu canlının yaklaşık 25 mikron büyüklüğünde mikroskobik bir canlı olduğunu hatırlatmakta yarar vardır. Bu mikro canlının sağladığı diğer faydaları ise şöyle özetleyebiliriz. Diatomlar pek çok balık ve balina gibi suda yaşayan canlılar için önemli bir besin kaynağı oluşturmaktadır. Aynı zamanda balık yağında bulunan D vitaminini de sağlamakla sorumludurlar. Allah bu küçük canlıyı balığa rızık olarak yaratmış, ardından onu balığa ve balığı besin olarak kullanan insana yararlı hale getirmiştir. Bilindiği gibi, balık yağı insanın gelişimi için oldukça değerli bir besindir.

Bunların yanı sıra diatomlar endüstriyel olarak da kullanılmakta ve çeşitli maddelerin filtre edilmesini ve yalıtılmasını sağlamaktadırlar. Bu canlılar özellikle silis, nitrat ve fosfatın canlılar için kullanılabilir hale gelmesinde de son derece etkilidirler. Hatta belirli şartlar altında kirli su kaynaklarının saf hale getirilmesini de sağlayabilmektedirler. (1)



Sadece bir hücre zarı ve kloroplasttan oluşan
tek hücreli bir canlının adeta bir kimya laboratuvarı gibi çalışması ve müthiş bir sanat sergilemesi inananları hayran, evrimcileri ise çaresiz bırakan
çok önemli bir gerçektir.

Bu işlemlerin pek çoğu günümüzün laboratuvar şartlarında bile gerçekleştirilemezken, bir hücre zarı ve kloroplasttan ibaret olan tek hücreli bir canlının adeta bir kimya laboratuvarı gibi çalışması elbette onun kendi becerisi değildir. Onun, dışarıdaki karbondioksitten, ürettiği oksijenden, karbonun canlılar için öneminden, balık yağındaki D vitamininden haberi bile yoktur. O, sadece üstün özellikleriyle kendisine yüklenmiş görevleri yerine getirir. İşte bu nedenle ilhamla hareket eder. Ona bu ilhamı veren, onu yaratan, onu canlılığın varlığı için gerekli kılan üstün güç, yeri göğü ve bunların içinde bulunan her şeyi "Ol" emri ile yaratan Allah'tır.

Onu istediğimizde herhangi bir şey için sözümüz, ona yalnızca "Ol" demekten ibarettir; o da hemen oluverir. (Nahl Suresi, 40)


NOTLAR

1- Mark Armitage - Richard D. Lumsen, http://www.icr.org/pubs/imp/imp-266.htm

19 Temmuz 2010 Pazartesi

DIOANEA' nın Teknolojiye İlhamı



Mühendisler, sinekkapan bitkisinin (Dionaea muscipula) saniyenin onda birinde kapanan yapraklarından esinlenerek hızla şekil değiştiren mikrolensler yaptı. Massachusetts Üniversitesi'nden yapılan açıklamaya göre, bu yeni teknoloji sayesinde ışık ve sıcaklığa göre değişen trafik işaretleri, renk değiştiren boyalar yapmak mümkün olabilecek. Sinekkapan, çanak benzeri yaprakları olan etçil bir bitki. Salgıladığı nektarın cazibesine kapılan hayvanlar yapraklarının içine giriyor. Yapraklar, yüzeylerindeki tüylere dokunulması sonucunda hızla kapanıyor. Öyle ki, saniyede 200 kere kanat çırpan, mükemmel manevra kabiliyetleri olan sinekler bile kapana kısılıyor. İyi ama sinekkapan bitkisinin kasları yok. Öyleyse, yaprakları nasıl bu kadar hızlı kapanabiliyor?

Araştırmalar, böcekkapan Venüs bitkisinde elektriksel bir sistemin varlığını kanıtlıyor. Bitkinin yaprağının her iki kanadında da bulunan üçgen şeklinde dizilmiş üçer tane tüyün, fiziksel uyarımları elektriksel uyarılara dönüştürebilme özelliği var. Tüyler, yeterince uyarıldığında, dipte kümelenmiş hücrelerin elektriksel özelliklerinde ani değişimler ortaya çıkıyor. Elektrik sinyalleri, bitkinin dokuları boyunca iletilerek büyük motor hücrelere ulaştırılıyor. Sinyaller, yaprağın iç tarafındaki hücrelerin zarlarının geçirgen hale gelmesini ve içlerindeki suyun birdenbire boşalmasını sağlıyor. Hidrolik basıncını kaybeden hücreler, delinmiş balonlar gibi sönünce, yaprak hızla kapanıyor. Bu ilk kapanışın ardından bitki, yaprağın yüzeyindeki algılayıcı bezler aracılığıyla avının adeta tadına bakıyor. Av protein içeriyorsa, tuzak daha sıkı kapanıyor. Tersi durumda ise, yavaş yavaş açılıyor.

Bir yaprak ölmeden önce, ancak üç dört kere tuzak görevi yapabiliyor. Bitkinin yapısı tuzakların gereksiz yere kapanmasını önlüyor. Sözgelimi, nektar salgılayan bezler yalnızca yaprak kenarlarında bulunuyor. Çok küçük böcekler tüylere dokunmadan da beslenebiliyor. Ayrıca tüylerden birine iki kez dokunulmazsa ya da iki ayrı tüye temas edilmezse tuzak kapanmıyor. Bitkinin bu şaşırtıcı özelliği nedeniyle, bir yağmur damlası sistemi çalıştıramıyor. Birinci dokunuştan sonraki yaklaşık yarım dakikalık sürede ikincisi gerçekleşmezse, sistem harekete geçmiyor.

Kapanma hızı nem miktarı, ışık, avın büyüklüğü ve genel yetişme koşulları gibi etkenlere bağlı olarak değişebiliyor. Bu hız ayn zamanda bitkinin sağlıklı olup olmadığının da bir göstergesi.

İçeride kalan avın kurtulma çabaları, daha çabuk sindirilmesini sağlıyor, çünkü hayvan kımıldadıkça, daha çok sindirim sıvısı salgılanıyor. Hayvanlar, boğularak veya ezilerek ölüyorlar. Birkaç gün süren sindirim ve soğurma işlemleri sonrasında, gövdelerinden, yalnızca kütiküla gibi sindirilemeyen sert kısımlar kalıyor Bunlar da dışarı atılıyor.

Bir fare kapanı gördüğünüzde, bunun bir tasarım örneği olduğunu bilirsiniz. Çünkü hassas mekanizmanın her parçası, fareyi yakalamak için özel olarak ayarlanmıştır. Sinek yakalayan bu bitki ise, bir fare kapanından çok daha karmaşık ve ince bir tasarımdır. Bu tasarımın tesadüfen oluşamayacağı ve bir Yaratıcı'nın eseri olduğu ise elbette çok açıktır

18 Temmuz 2010 Pazar

İnsan Vücudundan 10 Mükemmellik Örneği

Şüphesiz insan vücudunun her bir parçası bir mükemmellik örneğidir. Ancak bazıları var ki, ya eksikliğinin hayata mal oluşuyla ya da olağanüstülüğüyle öne çıkıyor. İşte onlardan bir demet...

1) Ağrı duyusu
Ağrı duyusu, vücudumuzdaki olumsuzluğu bildirerek önlem almamızı ve vücudumuza zarar gelmesinden kaçınmamızı sağlayan, en önemlisi de kendimize zarar vermemizi engelleyen koruyucu bir sistemdir. (www.turk-bilim.com)


Ağrı duyusundan yoksun olarak dünyaya gelen çocuklar, hiç ağrı hissetmedikleri için, kendi kendilerinin dişlerini sökerler, gözlerini çıkarırlar ve dillerini yerler. Neticede kısa sürede yaşamlarını yitirirler. Çünkü ağrı hissetmemek demek, kendini çevrenin olumsuz etkilerinden koruyamamak demektir.

2) Negatif feed-back sistemi
Vücudumuzda her an pek çok reaksiyon gerçekleşir. Bu reaksiyonların sonucunda gereksinim duyduğumuz bazı ürünler oluşur. Peki bu reaksiyonlar ne zaman işlemesi gerektiğini, ne zaman durması gerektiğini, ne zaman hızlanması ya da yavaşlaması gerektiğini nereden bilir?

Vücudumuzda gerçekleşen bir reaksiyon sonucunda oluşan ürün ortamda azalmışsa, bu ürüne ihtiyaç var demektir. Bu durumda reaksiyon hızlıca işler ki gerekli ürün oluşsun. Yeteri kadar ürün oluştuktan sonra ise, "negatif feed-back" mekanizması gereği reaksiyon durur. Böylece aşırı ürün birikimi engellenmiş olur.

3) Lenf Sistemi
Vücudumuzda kan ile doku arasındaki madde alış-verişi kapiler ile doku arasındaki interstisyel alanda gerçekleşmektedir. Burada kapilerdeki besin ve oksijen dokuya verilirken dokudaki metabolizma artıkları da kapilere geçer. Mantıken burada sıvı birikimi olmaması için kapilerden çıkan madde miktarı ile kapilere giren madde miktarı eşit olmalıdır. Ancak değildir! Kapilere dönen madde miktarı, kapilerden çıkandan azdır. Aradaki bu fark ise, lenf sistemi dediğimiz özel bir sistemle interstisyel alandan toplanıp tek yönlü olarak iletilir ve tekrardan kan dolaşımına verilir.
Lenf sistemindeki olası bir sorunda interstisyel alandan madde toplanamayacağından burada sıvı birikir ve "ödem" dediğimiz tablo oluşur. Lenf sisteminin çalışmaması durumunda 24 saat içinde ölüm gerçekleşir.

4) Hidrojen Tampon sistemleri
Kanımızın H iyonu konsantrasyonu pH değerini belirler. H iyonu konsantrasyonu arttığında pH düşerken (asidoz), H iyonu konsantrasyonu azaldığında pH artar(alkaloz). Kanımızın normal pH değeri 7.35-7.45 arasındadır. Eğer kan pH'sı 7.00'ın altına düşer ya da 7.80'in üstüne çıkarsa yaşam tehlikeye girer.

pH değerinin bu dar sınırlar arasında tutulabilmesi, tampon sistemleri sayesinde olmaktadır. Protein tampon sistemi, fosfat tampon sistemi, hemoglobin tampon sistemi, bikarbonat tampon sistemi gibi sistemler örnek gösterilebilir.


5) Frank-Starling Mekanizması
Vücuttaki tüm çevre dokular, metabolik ihtiyaçlarına göre kendi kan akımlarını düzenlerler. Metabolik ihtiyaç artıp azalabildiğine göre çevre dokulara giden kan miktarı da artıp azalabilir. Bunun sonucunda da çevre dokulardan toplar damarlarla kalbe dönen kan miktarı artar ya da azalır. İşte kalbin gelen bu kanın miktarına göre kasılma gücünü ayarlamasına "Frank-Starling mekanizması" denir. Bu mekanizma sayesinde, toplardamarlarla fazla miktarda kan geldiğinde, kalp daha güçlü kasılarak bu kanın birikmesini önler.

6) Sindirim yolu koruyucu tabakaları
Sindirim yolumuzda ağızdan başlayarak sırasıyla yutak(pharinx), yemek borusu(eusophageus), mide(gaster), ince barsaklar(intestinum tenue) ve kalın barsaklar(intestinum crasum) çeşitli koruyucu yapılara sahiptirler. Özellikle dilimizin üst yüzündeki keratinli epitel tabakası ve yemek borusu ve midedeki mukus tabakası sayesinde elimizle tutamayacağımız kadar sıcak olan çayı içmemiz mümkün olur. Sindirim kanalındaki mukus tabakasının bir işlevi de kaygan bir zemin oluşturup, içeriğinin kolay ilerlemesini sağlamaktır.

7) Portal Venöz Sistem
Vücudumuzda en fazla miktarda aminoasit metabolizması sonucunda oluşan amonyak, zehirli etkiye sahiptir. Aldığımız besinler sindirilip ince bağırsaklarda emildikten sonra direk kan dolaşımına verilirken, zehirli olan amonyak hepatik portal sistem aracılığıyla karaciğere gönderilir. Burada üreye dönüştürülüp zehirsizleştirilmiş olur ve sonra kan yoluyla böbreklere, oradan da idrarla vücut dışına gönderilir.

Hepatik portal sistem olmasaydı amonyak da direk kana geçerdi. Kanda amonyak konsantrasyonu arttığından toksik etki görülürdü.


8) Baroreseptörler
Kan basıncının normal seviyede kalmasını sağlayan önemli sinirsel mekanizmalardan biri, baroreseptör reflekstir. Özellikle karotis bifurkasyonundaki sinus caroticus bölgesinde ve aort kavsinde yerleşmiş olan baroreseptörler (=presoreseptörler=gerim reseptörleri), kan basıncı artışında gerilir. Gerim üzerine merkezi sinir sistemine uyarı gönderilir. Bu uyarıya yanıt olarak otonom sinir sistemi kan damarlarını uyarır ve damarlar genişleyerek kan basıncı düşürülür.

9)Kafatası


Kafatasımız (cranium), tek ve çift kemiklerin oynamaz eklemlerle birleşmesiyle oluşmuştur (istisnası var. Örn: çene kemiği[mandibula]). Kafatasımız, hayati öneme sahip olan beynimizi çepeçevre sarıp dış etkilerden korumanın yanında; görme, işitme, tatma, koklama gibi duyu organlarımızı da barındırır. Böylece baş bölgesine aldığımız en sert darbelerde bile beynimiz ve bu duyu organlarımız zarar görmez.

Kemikleri ilk kez yaratıp sonra da onlara et giydiren Allah, bunu bir kez daha yapmaya kadirdir. Bu gerçek Kuran'da şöyle ifade edilir:
İnsan, bizim kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmüyor mu? Şimdi o, apaçık bir düşman kesilmiştir. Kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek verdi; dedi ki: "Çürümüş-bozulmuşken, bu kemikleri kim diriltecekmiş?" De ki: "Onları, ilk defa yaratıp-inşa eden diriltecek. O, her yaratmayı bilir." (Yasin Suresi, 77-79)

10) Kan-testis bariyeri
Kan-testis bariyeri, testiste sertoli hücreleri arasındaki sıkı bağlantılar sayesinde oluşur. Bu bariyer bu bölümdeki hücreleri enfeksiyona karşı korur.

Bağışıklık sistemimiz, embriyonik dönemde karşılaştığı yapıları vücudun "kendi yapıları" olarak değerlendirir ve bunlara cevap vermez. Bu dönemde karşılaşmadığı yapıları ise "yabancı" olarak nitelendirir ve onlarla savaşır. Erkek bireyde sperm üretimi ergenlik (puberte) ile başladığından, sperm hücreleri bağışıklık sistemi için yabancı statüsündedir. İşte kan-testis bariyerinin bir görevi de sperm hücrelerinin bağışıklık sistemi ile karşılaşmasını önlemektir. Bu bariyer olmasaydı, spermleri yabancı olarak niteleyen savunma sistemimiz onlarla savaşır ve infertiliteye sebep olurdu.
İnsana düşen bu gerçeği düşünmek ve kendisini yaratmış olan Allah'ın gücünü takdir edip, O'na şükretmektir. Bunu yapmadığı takdirde ise büyük bir kayba uğrayacaktır.

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Ağaç Kurbağasının Kaymayan Ayaklarının Sırrı Nedir?


Ağaç kurbağaları ıslak ve kaygan bir yaprağın alt tarafını kavrayabilir, deredeki kaygan bir kaya veya yağmur altındaki bir dal üzerinde yürüyebilir. Fakat kurbağa bunu hiç kaymadan nasıl başarır?
Yapılan araştırmalar ağaç kurbağasının ayaklarının şaşırtıcı derecede mükemmel bir düzene sahip olduğunu göstermiştir. Doğadaki canlı cansız tüm varlıklar gibi ağaç kurbağalarının ayakları da Yüce Allah tarafından kusursuz bir biçimde oldukça ince detaylarla birlikte yaratılmıştır.

"Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır."(Casiye Suresi, 4)

Ağaç kurbağasının ayak parmaklarının tabanları krampon benzeri yumrularla kaplı altıgen şeklindeki deri hücrelerinden oluşur.

Ağaç Kurbağası Yüzeye Nasıl Tutunur?

Ağaç kurbağasının ayakları sıvı ince bir tabakayla kaplıdır. Bilim adamları bu sıvı tabakanın ve ıslak ayak parmağı yumrularının, ıslak bir parça kağıdın pencereye yapışmasını sağlayan kuvvete eşdeğer bir güçle yüzeye tutunduğunu düşünmüşlerdir. Bu, kurbağanın ıslak bir zeminde nasıl durduğunu kanıtlayabilir ancak nasıl olup da ıslak yüzeyde yürüyebildiğine tam olarak açıklama getirmemektedir.

Islak Yüzey Kurbağalar için Neden Bir Engel Değil?

Bu soruya cevap vermek için, İngiltere'deki Cambridge Üniversitesi'nden Walter Feder ve bir grup bilim adamı, camda yürüyen ağaç kurbağalarının fotoğraflarını çekmiştir. Araştırmacılar fotoğrafları büyüterek ve ölçümler yaparak cam üzerindeki izleri incelemiş, yumruların tümüyle yüzeye değmesi ve her yerde sıvı tabakası görülmesi beklenirken, birçok alanda sıvı tabaka tespit edilmemiştir.

Çünkü yapılan mikroskobik incelemeler ağaç kurbağalarının ayaklarının, kramponlu futbol ayakkabısı benzeri küçücük yumrulardan oluştuğunu ortaya koymuştur. Ayağın altındaki sıvı tabaka çok ince olduğundan bu yumrular kuru kalır, böylece ağaç kurbağası kaygan yüzeylere tırmanırken daha çok güç kazanır. Bu yapı sayesinde kurbağa hem ıslak hem de kuru yüzeylere sıkıca tutunabilmektedir.

Kanallarla Sağlanan Sıvı Transferi

Kurbağanın ayağındaki detay sadece ince sıvı tabaka ve altıgen deri hücrelerinden oluşan yumrular ile sınırlı değildir. Ayrıca ayak parmağı tabanlarında, sıvının akabileceği küçük kanallar vardır. Islak yüzeylerde yürürken, bu kanallar fazla sıvıyı süzerek başka tarafa atar. Bu biçimde kurbağanın ıslak zemindeki yürüyüşü kolaylaşır.

Ağaç kurbağasının ayakları kuru veya düzensiz yüzeylerde veya kurbağa baş aşağı asıldığında da son derece kullanışlıdır. Çünkü bu kez sıvı tabaka yüzey gerilimi ve yapışkanlık meydana getirir, ayrıca kanallar ve altıgen deri hücreleri hayvanın üstünde bulunduğu yüzeyin, örneğin bir yaprağın yüzeyindeki hatlara uyarak ekstra yapışkanlık sağlar.

16 Temmuz 2010 Cuma

Kutu Balığının Kusursuz Yapısı

Meşhur otomobil firması Daimler-Chrysler, biyonik bir araba yaptı. Uzun süredir yakıt tasarrufunu artırmayı hedef edinen firma bu amaçla bir araştırma projesi yürütüyordu. Projede amaç aerodinamik açıdan daha uygun bir dış yüzey tasarlamaktı. Bunun için uygun çözümü ise denizlerde yaşayan kutu balığı (Ostraction meleagris) isimli minik bir canlıda buldular.

Kutu  Balığı Ve Araba Modeli

AerodinamikBiyonik DCX isimli bu proje geliştirilirken ilk iş olarak bilgisayarda kutu balığının vücut şeklinin modelleri çizildi. Özel canlandırma programlarında hareket halindeki balığın üzerindeki havanın nasıl yer değiştirdiği araştırıldı. Canlandırmalarda balığın su içinde hareket ederken suyun direncini en aza indiren bir vücut şekline sahip olduğu gözlemlendi.
Bu ilk bakışta araştırmayı yapanlara şaşırtıcı geldi, çünkü balığın kutu şeklindeki yapısından dolayı olumsuz bir sonuç alacaklarını düşünüyorlardı. Bunun nedeni genellikle damlaya benzeyen şekillerde direncin en aza inmesiydi. Ancak daha detaylı araştırmalar sonucu, kutu balığının bir su damlası ile aerodinamik açıdan aynı uygunlukta olduğunu tespit ettiler. (1)

Mercedes  Otomobil

Sonuç olarak, kutu balığının özel yapısı esas alınarak kendi büyüklüğünde, dünyanın en aerodinamik arabası ortaya çıkarıldı. Elbette bu arabanın en önemli avantajı ciddi bir yakıt tasarrufu sağlamasıdır.

Araştırmalar ilerledikçe başka ilginç gerçekler de ortaya çıktı. Balığın vücut yapısı dikkatle incelendiğinde, derisinin sayısız altıgene benzer kemiksi plakalarla kaplı olduğu görüldü. Bu da balığa en düşük ağırlıkta en dayanaklı vücut yapısı özelliğini sağlıyordu. (2)Kutu Balığı 3D Model
Daha sonra balığın bu yapısı dikkate alınarak yapılan araba taslaklarında, araba kapılarının dış panellerinde %40 daha fazla sağlamlık elde edildi. Bununla beraber arabanın bütün yapısı bu tekniğe dayanılarak üretildiğinde, çarpışma güvenliği hiç azalmamasına karşın araç % 30 hafiflemişti. (3)
Kutu  BalığıGünümüzdeki birçok arabada sürtünme katsayısı 0.30 iken kutu balığından ilham alınarak hazırlanan arabada bu sayı 0.19’a düşmüştü. Sürtünme katsayısının düşmesi hava direncinin de azalması anlamına geliyordu. Üzerindeki hava direncinin azalmış olması arabanın yakıt sarfiyatını da 100 km.de 4.3 litreye kadar düşürerek son derece ekonomik olmasını sağlamıştı. (4)
Kutu balığının vücudundaki bu üstün yapı ve şekil Allah'ın eşsiz yaratma sanatının bir örneğidir.

Alıntılar

(1) http://news.mongabay.com/2005/0710-DaimlerChrysler.html
(2) http://www.worldcarfans.com/news.cfm?newsid=2050607.004/country/gcf
(3) http://wwwsg.daimlerchrysler.com/SD7DEV/GMS/TEMPLATES/GMS_PRESS_KIT/0,2970,0-1-68938-1-1-text-0-68935,00.html
(4) http://www.greencarcongress.com/2005/06/daimlerchrysler_1.html

13 Temmuz 2010 Salı

Dağlardaki Radyo Alıcıları

Andolsun, biz Davud'a tarafımızdan bir fazl (üstünlük) verdik. "Ey dağlar, onunla birlikte (Beni tesbih edip) yankıyla ses verin" (dedik) ve kuşlara da (aynısını emrettik). Ve ona demiri yumuşattık. (Sebe Suresi, 10)

Yukarıdaki ayette dağların "yankıyla ses vermesi" ifadesi, radyoların çalışma sistemine bir işaret olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.) Bunun için radyoların çalışma sistemini kısaca şöyle özetleyebiliriz:

Radyo, verici ve alıcı şeklinde iki parçadan oluşur. Verici, gönderilmek istenen mesajı alıp, bunu bir "sinüs dalgası" denilen şekilde şifreleyerek, dalgaları yoluyla karşı tarafa iletir. Alıcı da radyo dalgalarını alır ve gönderilen sinüs dalgası üzerindeki mesajın şifresini çözer. Bu sayede vericiden gönderilen mesajın aynısını, karşı taraf aynen almış olur. Ayette "yankıyla ses verin" olarak çevrilen ve "sesin geri dönmesi, tekrarlanması" anlamlarına gelen "evvibi" kelimesi de radyodaki ses dalgasının iletilmesine işaret ediyor olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Vericiden gönderilen bilginin alınması için anten yoluyla gönderilen radyo dalgaları şeklindeki sesler, yine alıcının bağlı olduğu bir anten yoluyla karşılanır. Antenin kullanım amacı, radyo vericisinden gönderilen dalgaların uzaya iletilmesidir. Alıcı görevi yapan anten ise, en fazla radyo dalgasını toplamayı ve mesajı almayı hedefler. Bu nedenle milyonlarca kilometre uzaklıkta bulunan uydular için, NASA, 70 metre çapında dev çanak antenler kullanmaktadır.
Bunların dışında, radyo dalgaları kullanılarak görüntüleme yapmayı hedefleyen radyo teleskopları da vardır. Radyo dalga boyları çok büyük olduğu için, bir radyo teleskopunun da fiziksel olarak görüntüleri karşılaştırılabilir netlikte alabilmesi için, çok daha büyük olması gereklidir. Radyo görüntülerini daha iyi ve daha net yapmak için, gök bilimciler, çok kere daha küçük birkaç teleskopu ya da alıcı çanakları bir sıra halinde birlike kullanırlar. Bu teleskoplar birlikte büyük tek bir teleskop gibi davranırlar. Bunların görünümü de sıra dağlara benzemektedir.

Ayrıca, radyo iletişiminde uzak mesafelerde iletişime imkan sağlamak için "tekrarlayıcılar" (repeator) kullanılmaktadır. İngilizce'de tekrar eden anlamındaki "repeater" kelimesiyle adlandırılan bu cihazlar, zayıf sinyalleri tekrarlayarak güçlendirir ve uzak mesafelere iletilmesini sağlarlar. Bu tür cihazlar özellikle yüksek binaların veya tercihen dağların üzerine yerleştirilerek en yüksek etki oluşturması sağlanır. Ayette dağlara dikkat çekilmesi, ve "tekrarlamak, dönmek, sesi geri döndürmek" anlamlarına gelen "evvibi" kelimesinin kullanılması son derece hikmetlidir. Sebe Suresi 10. ayetteki
"Ey dağlar, onunla birlikte (Beni tesbih edip) yankıyla ses verin" ifadesi söz konusu teknolojiye işaret ediyor olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Dexter, Michigan'da Peach Dağındaki bir radyo teleskobu Resimdeki antenlerden biri 212 ton, 10 katlı bina uzunluğunda ve 25 metre eninde.1

1 http://www.val-tech.com/nelsone/vla.html