30 Aralık 2009 Çarşamba

Teknolojide inanılmaz dönem!


Teknoloji dünyasını derinden sarsacak yeni bir sistem üzerinde çalışılıyor
 
Parmaklarınızla hiçbir şey kullanmadan fotoğrafların üzerine tıklayabileceğiniz, bir kağıt parçası üzerinde oyun oynayabileceğiniz, gazete kağıdı üzerinde film izleyebileceğiniz ya da avuçlarınızın içinde hesap makinesi kullanabileceğiniz bir teknoloji düşünün...
İşte bu inanılmaz teknoloji artık çok yakında! Ted Pranav'ın geliştirdiği yazılım sayesinde tüm bunlar gerçek olacak gibi gözüküyor.

6. His (SixthSense) isimli sistemle, sadece parmaklarınızı kullanarak bilgiye nerede olursanız olun anında ulaşabileceksiniz.

Prototipi geliştirilen yeni teknoloji sayesinde dijital ve gerçek dünya tamamen bir araya geliyor. Parmak uçlarına takılan sensörlerden ve boyna takılan kamera-projektör karışımı bir cihazdan oluşan 6. his isimli sistem, dijital dünyayı birebir gerçek hayata taşıyor.

Massachusetts Institute of Technology'de çalışan uzmanların geliştirdiği 6.His'le herhangi bir yüzeyde e-postalarınızı okuyabilecek, dört parmağınızı birleştirerek fotoğraf çekebileceksiniz.

Yazılımın en güzel özelliklerinden biri de herkese açık olması. Yazılımı kullananlar yeni özellik ekleyebilecek ya da istediği gibi modifiye edebilecek.

http://www.haberturk.com/ekonomi/haber/197217-Teknolojide-inanilmaz-donem.aspx

28 Aralık 2009 Pazartesi

YABAN ARISINI YARDIMA ÇAĞIRAN BİTKİ


Bazı bitki türlerininin yardım istemek için başka canlılarla haberleşerek kimyasal bir “imdat” çağrısında bulunduğu uzun zamandır bilinmektedir.

Benzer stratejiyi uygulayan birçok bitki vardır ama bu bitkilerin kullandıkları senaryolardan korku filmlerini andıranı birtanedir.

Bilim adamlarının keşfettikleri bir bitki, gövdesini yaprak bitleri sardığında bir kimyasal salgılayarak, siyah yaban arılarını yardıma çağırır.

Çağrıyı alan siyah yaban arıları, hemen harekete geçerler.

Ancak, çağrının diğer yaban arılarına değil de, sadece siyah yaban arısına yönelik olması bir rastlantı değildir.

Siyah yaban arısı, bitkiye geldiği gibi yaprak bitlerine doğru yönelir. Ancak onları öldürmez. Adeta süründürür.

Siyah yaban arısı, larvalarını yaprak bitinin içine yapmaktadır. Ve larvayı, bitin içerisine bıraktığı gibi larvanın yiyeceği de hazırlanmış olur.

Yaban arısının yavrusu, yaprak bitinin içerisinde büyürken yaprak bitinin organlarıyla beslenir ve adeta onu içten içe yer.

Bit ölünce de, gövdesini koza olarak kullanır ve kuluçka döneminden sonra keserek dışarı çıkar.
Bu nedenle siyah yaban arıları, imdat çağrısı veren bu bitkiyi yaprak bitlerinden kurtarabilecek tek canlıdır. Çünkü tek bir siyah yaban arısı, "200" tane yaprak bitinin içerisine yumurtasını bırakabilir.

Buraki plan son derece iyi düşünülmüş ve hiçbir hataya yer bırakmayacak şekilde tasarlanmıştır. Elbette, ne siyah yaban arısının ne de bir bitkinin bu kadar hatasız ve detaylı bir planı tasarlayabilmesi ve o yönde kimyasal geliştirebilmesi söz konusu değildir.

Bir bitkinin, yaprak bitlerini siyah yaban arılarının öldürdüğünü gözlemleyebileceği gözleri ya da yaptığı gözlemin sonucunda bir strateji geliştirmeyi akledebileceği bir beyni yoktur. Diğer yaban arıları arasından siyah yaban arısını ayırd edebilmesi de mümkün değildir. Sadece o türe çağrıda bulunacak bir kimyasal üretebilmesi gibi bir durum ise, hiçbir şekilde akla ya da mantığa sığmayacaktır.

Şüphesiz, tüm bu detaylı plan bitkiye de, arıya da Hakim, yeryüzündeki Her şeyin Bilgisine Sahip, her canlıya görevini vahyeden, Üstün İlim ve Akıl Sahibi Allah’ın yaratmasıdır.

"Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun, alnından yakalayıp denetlemediği hiç bir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.)"

Hud Suresi, 56

Kaynak: National Geographic

23 Aralık 2009 Çarşamba

DANS EDEN KUŞ



Dans etmek, belirli bir ritim duygusu, bilinç ve çok çalışmak gerektirir. Estetik bir görünüm için hareketleri özenle seçmek, belirli bir motifi takip etmek, kasları birbirine paralel hareket ettirmek gibi bir çok koordine işlem gerektirir.
Beyin, dans ederken bir sürü paralel işlemi ard arda yapar.

Bu nedenle de, dans eden birini görmek ve izlemek çok hoşumuza gider. Çünkü tüm bu işlemlerin hepsinin son derece estetik ve uyumlu bir hale gelmesi çok zor bir prosedürdür.


Televizyonda gördüğümüz dansçıları ve sanatçıları bu nedenle beğenerek izler ve takdir ederiz.


Ancak; yağmur ormanlarında yaşayan bir kuş türü; tanıdığımız tüm bu dansçılardan çok daha iyi dans etmektedir.


Çiftleşmek için dişisine dans eden bu kuş türü, dişisini etkilemek için aynı ünlü Ay Yürüyüşü dansında olduğu gibi geri ve ileri hareketler yapar, ayaklarını kaydırır. Ve tüm bunları da son derece estetik bir şekilde yapar.


Ancak burada unutulmaması gereken çok önemli bir nokta vardır. Şüphesiz ki, bu kuşun kendine bir kareogrofi belirlemesi, dans figürlerini inceleyerek içinden etkileyici olanları tespit etmesi gibi bir durum söz konusu değildir.


Bahsettiğimiz canlı, hiçbir şuura ve bilince sahip olmayan bir kuştur. Allah ona rahmet etmiş, ve neslini devam ettirebilmesi için onu bu bilgiyle yaratmıştır.

20 Aralık 2009 Pazar

AVUSTURALYA YARASASI




Güney Amerika’da keşfedilen bir yarasa türünün dili, bir yaratılış harikasıdır.

Anoura fistula adı verilen türün dili, yarasanın vücudunun 1.5 katı uzunluktadır. Bu özelliği ile vücuduna oranla dünyanın en uzun diline sahip memelidir.

Yarasa, Centropogon nigricans adı verilen borazan şeklindeki bir çiçeğin nektarı ile beslenir. Ancak çiçeğin nektar bulunduran yeri oldukça dar ve uzundur.

Yarasa, bu nektarı alabilmek için çiçeğe yaklaştığında dilini süratle dışarı doğru fırlatır. Bu süratte bu kadar uzun bir mesafeye dilini gönderebilmesini ise, çok özel bir kas sistemi sağlar.

Dili, çenesinin arkası yerine canlının göğüs kafesinden başlar. Neredeyse, kalbine yakın bir bölgededir.

Ağzının arka tarafından başlayıp göğsüne doğru uzanan yerde, bir tüp bulunur. Yarasanın çiçeğin nektarından aldığı her yudumda, dil bu tübün içerisine süratle girer ve çıkar.
Centropogon nigricans çiçeğinin nektarı ile beslenen yarasa, bu çiçeğin içindeki nektara erişebilecek tasarıma sahip tek canlıdır.
Bu yarasadan başka, hiçbir canlı çiçeğin nektarına erişemez. Başka deyişle, çiçeğin döllenmesine yardımcı olabilen tek canlı da bu yarasadır.

Yarasa, çiçeğin nektarını almak için her uzanışında tüylerine çiçeğin polenlerini bulaştırır ve bu şekilde çiçeği döller.

Allah, yaratma sanatının bir zenginliği olarak, yeryüzündeki her canlıdan çeşit çeşit yaratmıştır.

Bitkiler son derece estetik bir görünüme sahip oldukları gibi, canlılığın devamında da çok önemli bir yere sahiptirler.

Allah, Katı’ndan bir rahmet olarak yeryüzünde birbirinden farklı renkte, motifte ve şekilde bitkiler var etmiştir. Şüphesiz Allah, sadece tek bir tip bitki var ederek de bu düzeni devam ettirmeye kadirdir.

Ancak, bitki örtüsünün bu kadar çeşitli olması ve insanın ruhuna bu denli hoş gelen bir görünümünün olması Allah’ın üzerimizdeki rahmetindendir.

Bitkileri çeşit çeşit yaratan Allah, her bir bitkinin döllenme şeklini de çeşit çeşit kılmıştır. Onda da bir tekdüzelik değil, son derece büyük bir zenginlik ve bolluk vardır.

Allah, dilerse bir canlıyı anne karnında var edebildiği gibi, sadece bir tozdan (bir polenden) da yaratmaya Güç Yetiren’dir.
"O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca “Ol” der. O da hemen oluverir.” (Meryem Suresi, 35)
Yeryüzünde an be an kaç tane bitkinin öldüğü, kaç tomurcuğun filizlendiği, kaç çiçeğe ait polenlerin taşındığı bilgisi yalnızca Allah Katı’ndadır.
Allah, ölen her çiçeğin yerine yeni bir çiçek ve o çiçekle birlikte de onu döllemesine yardımcı olacak canlıyı da dölleme işlemi için ihtiyacı olan tüm sistemle beraber var eder.


Bir canlının başka bir canlının çoğalmasına yardımcı olması kuşkusuz çok fedakar bir tavırdır. Bu fedakar tavra binaen, yeryüzündeki her canlıya rızkını veren Allah, çiçekten çıkan şerbet gibi nektarla da yarasaya rızkını vermiştir.
Bu, Allah’ın yaratma sanatındaki detayın ve benzersizliğin ayetlerindendir.


"Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a âit olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de, (öldükten sonra) emaneten konulacakları yeri de o bilir. Bunların hepsi açık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da yazılı) dır."
(11/6)



18 Aralık 2009 Cuma

Hafıza kaybını önleyen meyve


Bilimadamlarına göre, siyah üzüm suyu içmek, hafıza kaybını azaltıyor ve hatta bu kaybı tersine çevirebiliyor.

Cincinnati Üniversitesi Psikiyatri bölümünde görevli bilim adamları, erken hafıza kaybı yaşayan 12 kişiyle bir çalışma yaptı. Sonuçta, 12 hafta boyunca içeceğin varyasyonlarını içenlerin farklı zihin testlerinde iyi bir performans gösterdikleri görüldü.

Araştırmacılar, iki ayrı grup oluşturdu. İlk gruba Massachusetts' in Concord bölgesinde yetiştirilmiş saf Concord üzümü suyu verilirken ikinci grup ise hiçbir şey içmedi. Deney süresince her iki gruba da düzenli hafıza testi yapıldı. Araştırma sonucuna göre birinci gruptakilerin yarısında daha uzun süreli gelişme kaydedildi.


Uzmanlar, bu sonuçların arkasındaki neden olarak ciltteki antidoksanlar ve meyvenin suyunu görüyorlar. Gruplar arasında temelde, önemli derecede farklılıklar olmamasına rağmen, saf siyah üzüm suyu içenlerde ise öğrenmede önemli gelişmeler görüldü. Bu eğilimin kısa süreli zihinde tutmayı sağladığı ve mekana ait, sözsüz hafızayı geliştirdiği belirtiliyor.


Araştırma sonuçlarına göre, meyve ve sebze gibi antioksidanlar bakımından zengin yiyecekler ile bunların yüzde 100 meyve suları bilişsel fonksiyonu korumaya yardımcı oluyor.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=928466&title=hafiza-kaybini-onleyen-meyvehttp://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=928466&title=hafiza-kaybini-onleyen-meyve

15 Aralık 2009 Salı

BAL KARINCALARI MUCİZESİ



Bal karıncaları, yürüyen bir bal kavanozuna benzeyen çok ilginç canlılardır.

Kurak ortamlarda yaşayan bu karıncalar, yağmurdan sonra kısa ömürlü bitkilerden çıkan çok sayıdaki nektarı mükemmel bir şekilde depolarlar.

Çıkan nektar normal ihtiyaçtan fazla olunca da, her zaman yemek bulmak mümkün olmayan çöl koşullarında yiyeceklerini israf etmeyip kavanozlara doldururlar.

Kolonideki bazı belirli karıncalar, diğer karıncalar tarafından nektarlarla beslenir. Gereğinden fazla beslenen bu karıncaların karınları gitgide şişmeye başlar. Adeta iri bir üzüm tanesi boyuna erişir.

Kuraklık süresince, içi nektar dolu olan bu karıncalar artık vakumlu bir kavanoz görevi görecektir.

Karınları dolu karıncalar, yuvanın içerisinde asılı olarak dururlar ve karınlarındaki kasları kasarak işçi karıncaları beslerler.

Nektarları tükendikten sonra ise, normal boyutlarına geri dönerler.

Burada düşünülmesi gereken çok önemli bir nokta vardır. Herhangi bir canlı, bir anda ve gereğinden fazla miktarda yediğinde çatlayarak ölür.

Bir insan, dünyanın en lezzetli yemeklerinden bile bir anda en fazla bir tabak yiyebilir. Daha fazlasını yemeye çalıştığında, vücudu tepki göstermeye, midesi bulanmaya, şekeri çıkmaya, tansiyonu yükselmeye, karnı ağrımaya başlar.

Bu, çok büyük bir aczdir. Dünya hayatındaki tüm zevklerin tükenebileceğini, asıl aczden uzak yaşamın ancak ahirette olduğunu hatırlatır ve Cennet’e olan özlemini arttırır.

Oysa Allah, aynı bu karınca örneğinde olduğu gibi çalışan bir sindirim sistemi de yaratmaya Kadir’dir. Allah, dilediğinde eksiklikleri ortadan kaldırabileceğine bu karıncayı bir ayet kılmış ve temiz akıl sahiplerinden bu örnekle öğüt alıp düşünmelerini istemiştir. (En doğrusunu Allah bilir)

Aynı mucizevi durum, karıncanın karnındaki deri yapısı için de söz konusudur. Deri son derece esnek bir malzemedir. Bilhassa gebelik döneminde, deri çok daha geniş ve büyük bir hazneye dönüşebilecek kadar esneyebilir. Ancak buna rağmen, eski haline dönmesi zaman alır ve spor ya da diyet gibi özel uygulamalar gerektirir. Tüm bu uygulamalar yapılsa dahi, yine de eski haline döndüğünde üzerinde çatlaklar kalır. Hiçbir zaman, gebelikten önceki hali gibi olmaz.

Allah, bal karıncalarında bu aczi ortadan kaldırmış ve onlara içlerindeki nektarı bittikten hemen sonra çatlaksız, pürüzsüz olarak eski hallerine dönebilen bir cilt var etmiştir.

Allah, tüm bu özellikleriyle bal karıncalarını “Her şeye Güç Yetiren” sıfatına bir ayet kılmış ve iman edenlere Yaratması’ndaki Gücü ve Eksiksizliği delillendirmiştir.

Kaynak: http://library.thinkquest.org/28855/ants.html

YENİ KEŞFEDİLEN KARINCA, EVRİMCİLERİ İTİRAF ETMEK ZORUNDA BIRAKTI

Yağmur ormanlarında, yeni bir karınca türü keşfedildi.

Gözleri bulunmayan bu karıncanın gövdesi, oldukça açık bir renkte.

Ağzının kenarındaki kıskaca benzer uzuvlarıysa; kafasının tamamından çok daha büyük.

Bu ilginç karıncaya ait daha fazla bilgi elde edebilmek için, bilim adamları DNA analizi yapmakta gecikmedi.

Yapılan analizde, evrimciler Martialis Heureka adını verdikleri bu türün şu an bilinen tüm karınca türlerinden çok daha önce Dünya’da yaşadığını itiraf etti.

Evrimciler söz konusu itirafı yaparken, ideolojik temellerinin sözde bilimsel zeminini teşkil eden evrim teorisine nasıl büyük bir darbe indirdiklerini ise fark edemedi.

Yeni keşfedilen bir türün, milyonlarca yıldır yer yüzünde yaşadığının DNA analizi ile tespit edilmesi, ve o günden bugüne hiçbir şekilde değişikliğe uğramamasının evrim teorisini kökünden yıkacağını düşünememiş olacaklar ki, evrime olan körü körüne inançlarını ayakta tutabilmek adına keşfedilen bu yeni türe evrimin hayali ağacında yer bulmak gibi sonuçsuz bir arayışın içine girdiler.

Kaynak: http://www.sciencenewsforkids.org/articles/20081001/Note2.asp

6 Aralık 2009 Pazar

UZUN BACAKLI ÖRÜMCEK

Uzun bacaklı örümcek, evlerimizde, bahçelerimizde ve pek çok ortamda hep karşılaştığımız bir canlıdır. Ancak, isminin ve sanılanın aksine bir örümcek değildir.

Uzun bacaklı örümcek aslında yaprak bitleri ile beslenen bir eklembacaklıdır. Yaprak bitleri, çiftleşmeden üreyebilen canlılardır. Ve uzun bacaklı örümcek için, ideal bir yiyecektir.

Uzun bacakları sayesinde, onlarca yaprak bitine hiç farkedilmeden yaklaşabilir. Yukarıdan gelecek bir tehlikeyi beklemeyen yaprak bitleri, kolayca yem olurlar.

Ancak, uzun bacaklı örümcek yaprak bitlerini yemez. Vücudundaki bir tüp yardımıyla onların suyunu çıkararak beslenir.

Canlının son derece özel bir bacak tasarımı vardır. Bacakları çok uzun olmasına rağmen, son derece esnek ve tüm inceliğine rağmen 90 dereceye yakın bir kırılma sağlayabilir. Bacakları sadece yürümesine ya da avı tarafından farkedilmemesine değil; aynı zamanda pek çok farklı duruma da yardımcı olmaktadır.

Uzun bacaklı örümcek, bacakları ile koku ve tat alabilir. Bazı bacaklarının kötü koku salgılama özellikleri varken; bazı bacakları da adeta bir sismograf gibi çalışır. Yerdeki en ufak bir titreşimi dahi tüm ayrıntılarıyla hisseder ve bir tehlikenin yaklaşmakta olduğunu haber verir.

Kaplan böcekleri, uzun bacaklı örümcekleri avlamayı çok severler. Bu böceklerin ağız ve çene yapısı ve kıskaçları tam da uzun bacaklı örümceğin ince ve zarif bacaklarını kavrayıp kıstırmaya yönelik olarak tasarlanmıştır.

Ancak, uzun bacaklı örümcek yine bacaklarında sahip olduğu çok özel bir teknoloji sayesinde kaplan böceğinden kaçar.

Kaplan böceği, uzun bacaklı örümceğin ilk iş olarak bacağına saldırıp onu alt etmeye çalışır ancak uzun bacaklı örümcek saldırıya uğrayan bacağını hemen bırakıverir. Bacak, bulunduğu yerden bir sürgülü kapak vazifesi gören kaslar yardımıyla ayrılır ve düşer.

Örümceği yakaladığını sanan kaplan böceği, avını sürüklediğini zannederek yuvasına doğru ilerlerken uzun bacaklı örümcek, sakin bir şekilde yoluna devam eder.

Yaratılışındaki tüm detayları ve ince ayrıntılarıyla, uzun bacaklı örümcek Allah'ın Yaratma Sanatı'nın en güzel delillerindendir.

AKASYA KARINCALARI



Costa Rica yağmur ormanlarında, Güneş ağaçların arasından çıkmaya başladığında, hemen sarmaşıklar devreye girer. Tüm ağaçların yapraklarına ve dallarına tırmanan sarmaşıklar, bu ağaçların aldığı Güneş'i de zamanla keserler.
Bu, ormanlardaki tüm ağaçlar için böyledir. Akasya Ağaçları hariç...

Akasya ağacı, diğer ağaçlarda olmayan çok özel bir koruma sistemine sahiptir. Karıncalara...

Akasya ağacının üzerinde yaşayan Akasya karıncası isimli bir karınca türü, canları pahasına ağacı korurlar.

Bir sarmaşığın, ağaca ulaşan günışığını engellediğini farkettiklerinde, hemen müdahele ederler. Sarmaşığın dolanmaya başladığı dalı, ya da yaprağı bir araya gelip keser ve atarlar.

Üstelik, bu ağacı sadece sarmaşıklardan korumakla da kalmazlar. Ağacın lezzetli yapraklarının tadına bakmak isteyen çekirgeleri de ısırarak hemen uzaklaştırırlar.

Ağaca karşı üstlendikleri tüm bu fedakarlığın karşılığında, Akasya ağacı onlara mükemmel bir besin sunar. Ağacın nektarı, akasya karıncaları için harika bir besin olduğu gibi aynı zamanda turuncu renkli tomurcukları da akasya karıncaları için vazgeçilmez bir ziyafettir.

Bu tomurcuklar, larvaların büyümesi için gerekli tüm vitaminleri içinde barındıran bir besin paketi gibidir.

Akasya ağacı, karıncalara sadece besin değil aynı zamanda kalacak bir yer de sağlar. Ağacın dikenlerini oyarak kendilerine yuva yapan karıncalar, diğer canlıların saldırısından güvende ve besine en rahat ulaşabilecekleri şekilde yaşarlar.

Karıncalar ile Akasya ağacı arasındaki bu ortak yaşam, evrim teorisi açısından çok ciddi sıkıntılar oluşturmaktadır.

Bir canlının canı pahasına, bir bitkiyi koruması ve bitkinin sisteminin de bu böcek türünden zarar görmemesi çok büyük mucizedir.

Normalde yaşayan bir canlının her hangi bir yeri delinse, ve orda bambaşka bir organizma yaşamaya başlasa, bu durumdan söz konusu canlının vücudu çok ciddi olarak etkilenir.

Ancak, akasya ağacı karıncaların dikenlerine açtığı çukurdan hiçbir şekilde zarar görmez. Ve sadece bu karıncaları beslemek adına vücudunda onlara özel bir nektar üretir.

Her iki canlının birbirlerine karşı gösterdiği bu fedakar tavırlar, doğada bir mücadele ve çatışma ortamının değil bir ahenk ve düzenin olduğunun delilidir.

29 Kasım 2009 Pazar

DANS EDEN ALGLER



Bilim adamları, alglerin birbirlerinin etrafında dans ederek gruplar oluşturduğunu keşfetti.


Araştırmacılar, Volvox isminde çok hücreli bir organizmayı araştırdılar. Bu organizma, küresel matrisinin yüzeyinde yaklaşık 1000 hücre içeriyor. Her bir hücre flagella olarak bilinen iki adet tüyümsü uzantıya sahiptir. Bu uzantıların itmesiyle koloni sıvı boyunca hareket ediyor ve bir eksen etrafında dönmeye başlıyor.


Araştırmacılar, yüzeye yakın yerde yüzen kolonilerin iki çeşit “bağlı durum” ortaya çıkardıklarını keşfettiler.

Bunlardan biri; vals… Vals halindeyken, iki koloni birbirlerinin etrafında bir yörüngeye oturuyorlar. Ve aynı Dünya’nın Güneş’in etrafında dönmesi gibi, birbirlerinin etrafında dönmeye başlıyorlar.

Diğeri ise saray dansı da denilen menüet… Menüet halindeyken; koloniler adeta bir saatin sarkaçı gibi ileri geri sallanıyorlar.

Evrimcilerin sözde basit olduğunu iddia ettikleri alg gibi canlıların, bu denli şuurlu hareket etmeleri evrim teorisi için son derece can sıkıcı bir durumdur.

Nitekim, bu kadar ufak canlıların dans gibi estetik ve bilinç gerektiren bir davranışı gösterebilmeleri son derece mucizevi bir durumdur.

Alg gibi son derece minik bir organizmayı bile, Allah tüm detayıyla, en ince ayrıntısına kadar var etmiştir.

Allah’ın Üstün Aklının ve Yaratma Sanatının delili olan bu durum araştırmayı yürüten akademisyenlerin de dikkatini çekmiştir.

Uygulamalı Matematik ve Teorik Fizik Departmanı’nda Kompleks Fiziksel Sistemler Profesörü Raymond E. Goldstein’ın bu durumun mucizeviliğini vicdanen kabullendiği şu sözlerinden hissedilmektedir:

“ Bu çarpıcı ve bilinmeyen sonuçlar bize yalnızca hayatın güzelliğini ve görkemini değil; aynı zamanda çok basit içeriklerden hayranlık uyandıran fenomenler çıkabileceğini de hatırlatıyor.”


Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler (deliller) vardır. Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) "Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek Yücesin, bizi ateşin azabından koru."


(Al-i İmran Suresi, 190-191)


Kaynak: http://www.sciencedaily.com/releases/2009/04/090420103551.htm

BAKTERİLER NASIL YÜZÜYOR?


Bir havuzda yüzdüğünüzü hayal edin. Su içerisinde hareket edebilmek için yaptığınız işlem; ellerinizi ve kollarınızı hareket ettirmektir.


Fakat, küçük organizmalarda, bu durum çok daha farklıdır. Örneğin, mikropların sürati ve yönü, etraflarını saran sıvıya bağlıdır.

Bakterilerin yüzmesi ise; bizim tüm ağırlığımızı kaldıran su yerine bir havuz dolusu balın içinde yüzmemize benzetilebilir.

Caulobacter Crescentus isimli bir bakterinin yüzme şeklini inceleyen bilim adamları, bakterilerin yüzerken akıntıdan çok ciddi oranda etkilendiklerini keşfettiler.

Bu tek hücreli bakterinin zıt yönlere hareket eden başı ve kuyruğu, ona yönünü belirlemede yardım etmektedir. Bir diğer etken de Brown devinimidir.

Brown devinimi, bir sıvı ya da bir gaz içinde katı asıltı halinde bulunan, boyutları birkaç mikrometreden küçük parçacıkların yaptığı düzensiz devinime denir.

Caulobacter bakterisi, kamçılı bir tek hücreli organizmadır. Yüzdükçe, yuvarlak başı bir yöne hareket ederken kuyruğu da diğer yöne hareket eder. Bu da bir tork (yani kuvvet momenti) oluşturur.

Ancak; Caulobacter’i hareket ettiren tek kuvvet bu değildir. Aynı zamanda da Brown devinimden de faydalanır. Başka bir deyişle, yüzerken etrafında bulunan su molekülleri tarafından adeta langırt gibi itilir.

Hidrodinamik ilişkinin çift etkisi ve Brown devinimi Caulobakter’in yüzerken oluşturduğu dairesel şekilleri açıklar. Başka bir deyişle, bakterilerin düz ve doğru bir yöne doğru hareket edemediklerini gösterir.

Yapılan araştırmalar, bakterinin yüzme davranışı ile ilgili bir başka ilginç durumu daha ortaya çıkarmıştır. Caulobacter’in yüzerken çizdiği daireler, bakterinin yüzey sınırlarına yaklaşmasıyla darlaşır.

Yüzeye iyice yaklaştıktan sonra, sapının ve vantuzlarının yardımıyla yapıştırıcı bir özellik kullanarak katı maddelere sabit bir şekilde tutunur ve burada çoğalarak kendi kopyalarını oluşturur.

Burada, dikkat edilmesi gereken çok önemli bir husus vardır. Caulobacter’in yaşamını (soyunu) devam ettirebilmesi için; çoğalması gereklidir. Bu çoğalma işlemini de ancak katı bir maddeye (örneğin cam bir yüzeye) yapışıp tutunarak gerçekleştirebilir. Bunun içinse, yüzeye yaklaşması yani yüzmesi gerekir.

Caulobacter’in yüzebilmesi için ise; vücudunda sahip olduğu uzuvların hiçbiri tek başına yeterli değildir. İki tane fizik kuvvetinden destek alması şarttır. Bir bakterinin herhangi bir fizik kuvvetini bilmesi ve bu fizik kuvvetlerine hükmetmesi gibi bir durum elbette ki beklenemez. Üstelik bakteri, beyin gibi herhangi bir kontrol ya da karar alma organına da sahip değildir. Şüphesiz, Caulobacter’in yüzmesi canlının vücudundaki her uzvun bilgisine ve tüm fizik kuvvetlerine hakim olan Yüce Allah’ın ilhamıyladır.

Dediler ki: "Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın." (Bakara Suresi, 32)

Kaynak: http://www.sciencedaily.com/releases/2008/11/081119151515.htm









EN ESKİ DENİZ ANASI FOSİLİ, 500 MİLYON YIL YAŞINDA




Kansas Üniversitesi’nden araştırmacılar, 500 milyon yıl yaşında bir deniz anası fosili buldular.


Bulunan fosil, bugüne kadarki deniz anası fosillerinden 200 milyon yıl daha eski bir döneme uzanıyor.

Kansas Üniversitesi’nde ekoloji ve evrimsel biyoloji alanında doçent olan Paulyn Cartwright, “ Fosil kayıtları, yuvarlak şekilli lekelerle dolu ve bu lekelerin bazıları deniz analarına ait. Tarif ettiğimiz fosillerin bu kadar ilginç olmalarının nedenlerinden biri de bu; çünkü belirgin çan bir çan şekli, dokunaçlar, kas izleri ve hatta eşey organını görebiliyorsunuz” diyor.

Ünlü bilim sitesi Science Daily haberi, “bulunan türün bugünkü modern denizanalarıyla aynı kompleksliğe sahip” sözleriyle yorumladı.

Kaynak: http://www.sciencedaily.com/releases/2007/10/071030211210.htm

28 Kasım 2009 Cumartesi

RNA İLE İLGİLİ SON KEŞİFLER ÇIĞIR AÇIYOR



Hücre içerisinde RNA’nın faaliyetlerini izleyebilmek, bugüne kadar mümkün değildi. Ancak; bilim adamları geliştirdikleri üst düzey bir mikroskop ve dedektör sistemi sayesinde RNA’nın hücre içerisindeki hareketlerini gözlemlemeyi başardılar.


Çıkan sonuçlar ise; bugüne kadar RNA hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediğimizi ortaya koydu.

İşte RNA hakkında öğrendiklerimiz:

  • Hücre zarının dış çeperi boyunca yerleşmiştir. Hücre stoskeletini (hücre iskeletini) üreten proteinlerdekine benzer sarmalımsı yapılar örerler. Bu yapılar, DNA’nın kopyalanarak çoğaltılmasında, hücre bölünmesinde ve diğer önemli işlemlerde görev almaktadır.
  • Bunlar, bakteri hayatındaki tüm değişiklikleri kontrol eden gerekli elementlerdir.
  • RNA, DNA ve proteinden farklı olarak çok daha hareketli, adeta mobildir; daha az oranda durağandır.
Buradaki bilgiler, evrimciler açısından son derece üzücü haberlerdir. Çünkü yıllardır
ideolojilerinin bilimsel kılıfını teşkil eden evrim teorisi için yıkıcı niteliktedir.

RNA olmadan, hücrede DNA’nın kopyalanması işleminin gerçekleşemeyecek olması demek; DNA ile RNA’nın hücrede aynı anda var olmasının zorunlu olduğu anlamına gelmektedir. Bu da, kör tesadüflerin yürüttüğü bir deneme yanılma sürecine değil; her şeyin bilgisine hakim, tek bir Akıl tarafından yaratılışın delilidir.

Hücre bölünmesinde, RNA’nın oynadığı rol ise; son derece çarpıcıdır. Bu şu demektir: İlk hücre var olduğu anda, içerisinde RNA’yı barındırmıyorsa; bölünüp çoğalamayacak ve yaşam daha başlamadan bitecektir.

RNA’nın hücre içerisindeki yerinin sabit olmaması ve hareketli olması ise; son derece mucizevi bir durumdur. RNA’nın hücre içerisindeki yerini ve hareketini bugün takip edebilmemiz 21.yüzyıl teknolojisiyle bile kısmen mümkün olabiliyorken; akıl ve şuurdan yoksun bir hücrenin milyonlarca yıl önce –tabiri caizse- kendi anatomisini ve yapısını inceleyip RNA’nın görevlerini belirlemesi ve bu görevlerine uygun olarak ona bir yer verebilmesi ve bölünen her hücrede de -sürekli hareket eden bir organel olmasına rağmen- Rna’nın yerini hücre zarının dış çeperinde tutabilmesi gibi bir durum elbette mümkün değildir.

Bu; ancak her şeyin bilgisine hakim Üstün Akıl ve İlim Sahibi Allah’ın yaratması ile mümkündür. Hücre içerisinde, RNA’yı var eden Allah, ona yapacağı tüm görevleri ilham etmiş ve o da itaat etmiştir.

“ Göklerde ve yerde olanların hepsi, Mülkün Sahibi, Eksiklikten Münezzeh, Aziz ve Hakim olan Allah’ı tesbih eder.” (62:1)

Kaynak: http://www.sciencedaily.com/releases/2009/10/091022134448.htm

13 Kasım 2009 Cuma

Yanardağlar birer birer canlanıyor

Dünya'nın dört bir yanında faaliyete geçen yanardağlar, büyük depremlerin de habercisi olabilir. Uzmanlar 41 yanardağın 2009 yılı başından bu yana faaliyete geçtiğini açıkladı.

PATLAMA TEHLİKESİ OLAN YANARDAĞLARIN GÖRÜNTÜLERİ

Amerika’da 3 bin 108 metrelik Redoubt, 1 bin 730 metrelik Cleveland volkanları ve devasa bir volkanik patlama çöküntüsü olan 3 bin 142 metrelik Yellowstone Caldera’da lavlar yükselmeye başladı.

Sadece Amerika’da değil, İtalya’dan Endonezya’ya kadar onlarca yanardağdan duman ve lav yükseliyor. Son olarak Filipinler'deki 2 bin 463 metrelik Mayon Yanardağı’ndan dumanlar yükselmeye başladı.

Uzmanlar yanardağın her an patlayabileceği konusunda uyarıda bulundu. Mayon yanardağı 1814’te patladığında bin 200’den fazla insan hayatını kaybetmiş ve bir kasaba yok olmuştu. Yanardağ 1979 yılında faaliyete geçtiğinde ise 79 kişinin hayatına mal oldu.

TÜM DÜNYA ALARMDA

Dünya’nın dört bir yanında ise uzmanlar patlama olasılığı olan volkanlara karşı uyarılarda bulunuyor. Bali, Endonezya’da Kasım ayının başı ile yapılan uyarılarda Batur volkanının her an patlayabileceği belirtildi.

Şili’deki Chaiten Volkanı ise Ekim ayında yapılan sismik ölçümlerde endişe verici sinyaller verdi. Uzmanlar yanardağın ağzının genişlediğini ve uzun bir süreden beri bu büyümenin yaşandığını açıkladı.

Hint Okyanusu'ndaki 2 bin 631 metre uzunluğundaki Piton de la Fournaise yanardağı 2007’den sonra yine lav püskürmeye başladı.

PATLAMALAR VE DEPREM

İtalya’daki Etna yanardağı ise 7 Kasım’da tekrar faaliyete geçerek, 4 ay aradan sonra püskürdü ve 4.4 büyüklüğünde bir deprem meydana getirdi.

Endonezya’da 9 Kasım günü yaşanan 6.7 büyüklüğündeki depremin merkez üssünün Tambora Volkanının 78 km doğu ve 18 km derinliği olduğu kaydedildi.

Yine Endonezya’da Ağustos ayından itibaren lav püskürmekte olan Krakatau Volkanı 3 Kasım tarihinde ciddi yer sarsıntılarına neden oldu.

SEBEP MANYETİK ALAN MI

Uzmanlar Avrupa, Asya, Afrika, Amerika ve Antartika kıtaları ile; Pasifik, Hint ve Atlantik okyanuslarında 41 yanardağın faaliyette olduğunu belirtti. Bilim insanları dünyanın erimiş iç çekirdeğinden yükselen lavların yeryüzüne çıkabilmesinin manyetik alanlar ile ilgili olabileceğini iddia ediyor.

http://www.hurriyet.com.tr/dunya/12928354.asp?gid=200

10 Kasım 2009 Salı

CERN'i ekmek kırıntısı durdurdu

Yüzyılın en büyük deneyini bir kuşun düşürdüğü ekmek kırıntısı durdurdu.

Yüzyılın en büyük deneyinin gerçekleştirileceği CERN'de Büyük Hadron Çarpıştırıcısı (LHC)'nın içine ekmek parçası kaçtığı için, bazı bölümlerinin aşırı ısınma sonucu bozulduğu açıklandı.

Büyük Hadron Çarpıştırıcısı (LHC), bir kuşun düşürdüğü ekmek parçası yüzünden tamamen durduruldu. Hızlandırıcının proton çarpışmasına sahne olacak tünel kısmı dışındaki aksamın bir bölümünde meydana gelen olay ertesinde, LHC'de ek güvenlik önemleri alınmasına karar verildi.

Popular Science dergisinin haberine göre olay meydana geldiğinde hızlandırıcı bekleme modundaydı. Ancak hassas dedektörlerle donatılmış bulunan hızlandırıcıya düşen ekmek parçası, bazı bölümlerde normalin üstünde ısınmaya yol açtı.

LHC yetkilileri, küçük kazanın LHC'nin bu ay sonunda planlanan deneyi geciktirmeyeceğini açıkladı. Ancak dünyanın en karmaşık ve büyük makinesi olarak nitelendirilen LHC'deki güvenlik önlemlerinin derecesi bir kez daha tartışma konusu oldu.

31 Ekim 2009 Cumartesi

ALLAH’IN KUSURSUZ YARATILIŞININ DELİLLERİNDEN : TARDİGRAT

Tardigrat, boyu 1 mm geçmeyen bir eklem bacaklı türüdür. Su olan her yerde yaşar. Okyanusun sekiz kilometre dibinde, kutuplarda, radyoaktif sızıntının olduğu ortamlarda, Himalayaların doruklarında, ormanlarda, göllerin dibinde, nemli kumsallarda, Alpler’in çayırlarında, yaprakların üstündeki minik su damlalarında, evimizdeki yosunlu ortamlarda… Yarım litre suda, 100.000 kadar tardigrat bulunabilir.

Tardigratların bazı türleri, kendi kendilerine üreyebilir. Çoğalmak ve bir aile kurmak için başka bir cinse ihtiyaçları yoktur. Tek bir tanesi, kendi başına üreyerek dev bir aile kurabilir.

Çiftleşerek üreyen türlerinin ise, üreme şekilleri son derece komplekstir. Dişi, erkeğin içine bir tüp sokarak spermini çalar ve döller.

Tardigratların ilginç özellikleri sadece bunlarla sınırlı değildir.

Bildiğiniz üzere Antik Mısır, tıpta oldukça ileriydi. Bugün bile, mumlayama işleminin tüm süreçleri tam olarak çözülemedi.

Tardigratlarsa, mumyalama konusunda Antik Mısır’dan çok daha deneyimlidir. Milyonlarca yıldan beri çok üstün bir tıp bilgisini kullanmaktadırlar.

Su kaynakları kuruduğunda, tardigratlar kendi canlılık hallerini geçici olarak durdururlar. Tüm yaşam fonksiyonları durur, tamamen hareketsiz kalırlar. Fakat ölmezler.

Vücutlarındaki tüm suyu dışarı atarlar ve hücre yağlarını da trelahoz adlı bir şekere dönüştürürler. Trelahoz, canlının tüm hayati organlarını bir arada tutar ve korur.

Tardigrat, bu şekilde 100 yıl kadar bekleyebilir. 100 yıl sonra, tek bir damla su ile yeniden hayata dönebilir.

Bu işlem, ciddi tıbbi bilgisi olan doktorlar ve uzmanlarca bile bugün gerçekleştirilememektedir. Şüphesiz, boyu 1 mm geçmeyen bir canlının bu denli gelişmiş bir tıbbi eğitimi olması, trelahozun ne olduğunu bilmesi, vücudundaki tüm suyu dışarı atmaya karar verip sadece onu bırakmayı akletmesi gibi bir durum mümkün değildir.

Bilim adamları, uzun yıllardır tardigratların bu cansız halleri üzerinde araştırmalar yapmaktadırlar. Elde ettikleri sonuçlar ise, son derece hayranlık uyandırıcıdır.

Tardigratları, cansız haldeyken öldürmenin imkansız olduğunu tespit etmiştirler. Tardigratları, öldürmek ve mutasyona uğratmak için sayısız deney yapmışlar, ancak hepsi olumsuz sonuçlanmıştır.

(-272C’ye kadar) Mutlak sıfır dereceye kadar soğutulmuşlar, 151 dereceye kadar ısıtılmışlardır. 1 hafta boyunca sıvı helyum içinde bırakılmış ve insan için ölümcül olabilecek dozdan binlerce kat daha yüksek miktarda radyasyon verilmiş, kimyasala boğulmuş, okyanusun dibindeki basıncın altı katı kadar basınca maruz bırakılmıştır. Ancak, ne ölmüş ne de tek bir mutasyona uğrayabilmiştir. Tüm bunların hiçbiri öldürmediği gibi, her seferinde tek bir damla su ile hayata dönmüştür.

Bu, evrimciler açısından son derece sıkıntı verici bir durumdur. Çünkü evrim teorisi, canlıların mutasyonlarla evrimleştiğini iddia eder. Ancak, tüm diğer canlılar gibi tardigrat da evrim teorisini çürütmektedir. Hatta, evrim teorisinin mutasyon tezini baştan aşağı ters düz eden en net canlıdır. Çünkü, tardigrat ne yapılırsa yapılsın bir türlü mutasyon geçirmemekte, genetik şifresinde en ufak bir tahribat dahi oluşmamaktadır.
Kaynak: NTV Yayınları, Hayvanlar Alemi Cahillikler Kitabı 2, John Llyod, John Mitchensen